AZERBAYCAN'DA HAMBELES YEMEK
 
 
Dr. Halil ATILGAN
 
            Hambeles: Literatürdeki mersin meyvesinin Adana, Hatay ve Tarsus'taki adıdır. Yabanisine "murt"denir. Genelde rengi siyahtır. Beyaz olanlara rastlansa da siyah renktekiler çoğunluktadır. Dalları budandığında ağaç olma özelliğine sahiptir. Yaprağını dökmeyen bodur maki türlerindendir. Aşılandığı zaman hambeles olur. Akdeniz ikliminde yetişir. Kıyı şeridinin en popüler maki türüdür. Yaprakları zeytininkine benzer. Rengi yeşildir. Meyvesi zeytin ve alıç büyüklüğündedir. Ekim, Kasım ve Aralık aylarında yetişir. Çiçekçiler dallarını aksesuar olarak kullanır. Adana Karaisalı, Tarsus, Mersin merkezde, Silifke'de, Antakya ve Antalya'da çok yetişir. Karaisalı'da daha çok yetiştiği için, Çukurova'da Karaisalıların lakabı "Murtçu”dur. Onun için Karaisalı folkloruyla ilgili yazdığım kitabın adı da "Murtçu Folkloru” dur. 
 
            Karaisalı'da "murt” kutsaldır. Yaprakları güzel koktuğu için, cenaze murt dallarıyla yıkanır. Mezarın ayak ve başucuna murt dalları dikilir. Yaprakları kurutulur.  Mide ağrıları için kaynatılarak içilir.
 
            1950'li yıllar ülkenin yoklukla mücadele ettiği dönemlerdi. Biz köyün en fakir ailesiydik. Sofrada bir tahta kaşıkla beş nüfus çorba içerdi. Peştamallarla "murt" toplamaya gidilir, toplanan"murt"lar günlerce yenirdi. Çerçiler ununan, bulgurunan, setiğinin "murt" satarlardı. Çerçi "murt" verir, karşılığına da un, bulgur ve setik alırdı. "Ununan bulgurunan, setiğinen murt geldi murt" diyerek ünler, geldiğini duyururdu. Köylüler çerçinin başına toplanır, varlıklı olanlar alır, alamayanlar da alanlara bakardı. Ben alamayanlardandım.
 
            Bizim köyün çerçisi Koca Abdullah'tı. Uzun boylu babayiğit, davudi sesliydi Koca Abdullah. Bağırdığında sesini her tarafına duyurur, müşterisini toplar, hambeles tezgâhını da köyün en merkezi yerine kurardı.  Tezgâhın bulunduğu yer hafif meyilliydi. Hambelesin beş bardağını beş kuruşa satar, alanın şalvarının cebine doldururdu. Cebe girmeyen düşer, aşağıya yuvarlanır. Ben de düşenin nereye yuvarlanacağının hesabını iyi yapar, orada beklerdim. Koca Abdullah beş bardak hambeles satacak, cebe girmeyenler yere düşecek, yuvarlanacak ben de onu yiyeceğim diye saatlerce beklerdim.
 
            Onun için hambeles hayatımın her döneminde büyük bir özlem ve de mükemmel bir yiyecek oldu. Bu duygumu da hiç yitirmedim. Yetişmediği memleketlerde görev yaptığım zamanlarda, mevsimi geldiğinde evimden eksik olmadı. Adana'dan getirttiğim hambelesler güncelliğini korudu, baş meyve olarak dolapta yerini aldı. Bu özelliğimizi bilen dostların, bize memleketten gönderdiği baş armağanlarıydı. Yaşadığım hatıralar sohbetlerimizde konuşul-du. Yoklukların dile getirilmesinde önemli bir unsur, duygulu anların yaşama- sına da vesile oldu. Yazılarımızı süsledi. Gözyaşlarımızla bütünleşti.
 
            Gün oldu devran döndü. Yıllardır Türk Kültürüne hizmetimiz Azerbaycan Uluslar Arası Vector İlim Merkezi tarafından takdir edildi. 3 Ocak 2004 yılında doktora almak için Azerbaycan'a davet edildik. Adı geçen tarihte doktora alacak, hem de Azerbaycan Cumhuriyeti Vektör Uluslar Arası İlim Merkezi, Avrasya Dostluk, Kültür, Sanat ve Turizm Kurumu ve Bakü Asya Üniversitesinin müştereken düzenlediği Nizami'den Yunus Emre'ye, Atatürk 'ten Haydar Aliyev'e Sevgi Yolu Sempozyumunda da tebliği sunacaktım. Tebliğimin adı "Türkiye'de Okunan Azeri Türkülerdeki Söz Yanlışlıkları"  idi.
 
            15 gün öncesinden hazırlıklar başladı. Dostlara çeşitli hediyeler aldım. Aldım almasına amma... Aldığım hediyeler beni tatmin etmiyordu. Çok özgün olsun. Beni, yöremi en iyi şekilde yansıtsın diye düşünüyordum. Hambeles gel-di aklıma. Üstelik mevsimiydi de. Evet, yıllardır özlemini çektiğim Türk illerine hambeles götürmeliyim dedim. Adana'dan hambeles getirttim. Küçük küçük naylon kutulara yerleştirdim. Dökülmemesi için de üzerine ince naylon geçir- dim.
 
            Ben de heyecan doruktaydı. Başka bir Türk ülkesini görmenin, Azerbay can'ı görmenin heyecan vardı üstümde. Azerbaycan benim gibi konuşan, aynı kültürü paylaşan bir ülke. Onu türküleriyle tanımıştım. Türkülerindeki yanıklık, feryat, figan içimizde oldukça yoğun bir Azerbaycan sevgisi oluşturmuştu. Azeri türkülerin sözlerini anlayabilmek için defalarca dinlediğimiz dizeler şekillendi gözümde. Nebi Hazri'nin:
 
            Seher çağı göy meşeden derdik seni ağ çiçek
            Beyaz beyaz varaklara serdik seni ağ çiçek
            Birden bire ağ ellerde tezeleştin ağ çiçek
            Ağ ellerde ele bil ki ağ ateştin ağ çiçek
            Gördüm seni bugün başka bir çemende ağ çiçek
            Ağ ellerin herareti yok mu sende ağ çiçek
            Soğuk soğuk boylanırsan söyle neçin ağ çiçek
            De sen de mi hasretlisen
            Ağ eller için ağ çiçek
 
şiirini okuduğumuzda göz hapsine alındığımız günler geldi aklıma. Destan oldu tüm duygularım. Yumak yumak dürüldü. Bir bohçaya kondu. Ağlamaktan kan çanağına dönen gözlerimi hatırladım. Ve Türk olduğum için kendi ülkemde çektiğim cezalar, gençlik yıllarımdaki hatıralarım. "Türkün Türk’ten Başka Dostu Yoktur” öz deyişini söylediğimiz için faşist olarak değerlendirildiğimiz günler canlandı gözlerimde. Amerika, Avrupa Topluluğu denen zalimlerin, Türk düşmanı devletlerin çoğaldığını gördükçe 40 yıl önce söylediğimiz öz deyişin, bugün ne kadar haklı olduğunu düşündüm. 80 ihtilalinde görünmesin, başımıza çorap örmesin diye toprağa gömdüğüm Azeri kitaplarımı hatırladım. Azeri türkülere olan hayranlığım, o türkülerle yunup arındığım geldi aklıma. Azeri bir türkünün sözlerini çözebilmek için sabaha kadar defalarca dinlediğimiz dizeler içime düştü. Düştükçe büyüdü. Büyüdükçe taştı. Heyecan doruktaydı. Halil Atılgan yıllardır hasretini çektiği Azerbaycan'a gidiyordu.
           
            Evet... Derken zaman geldi çattı.  
 
            29 Aralık 2003 tarihinde Araştırmacı Yazar Hayrettin İvgin, Avrasya, Dostluk Kültür, Sanat, Turizm Kurumu Başkanı Emekli Vali Bahaaddin Güneyle birlikte Ankara Esenboğa Hava Meydanından 10’45 de Azerbaycan'a uçtuk.
 
            Uçaktan korkuyordum. Defalarca uçmama rağmen bir türlü o korkuyu yenememiştim. İnşallah bu yolculuğumda o sıkıntıları yaşamam diyerek kendi kendimi teselli ediyordum. Uçağımız yavaş yavaş pistte hareket etti. Pistteki yolculuğumuzun bittiğini uçağın sesinden anlamıştım. Uçak homurdanıyor, homurdandıkça da yükseliyordu. Nihayet istediği yüksekliğe ulaştı. Artık bulutların üstünde kol atmaca yüzüyorduk.
 
            İçimdeki uçma korkusu gittikçe azaldı. Korktukça koltuklara yapışma duygum kendini rahatlığa bıraktı. Yeniden bir can geldi. Kendimi oldukça rahat hissetmeye başladım. Hem de pencerenin kenarına oturdum. Alttan karlı dağları seyrediyor, içimden: "Karlı dağlar karanlığın bastımı / Kahpe felek ayrılığın vaktimi” uzun havasını mırıldanıyordum. Dağlarla ilgili türküleri sıraladım. "Karlı dağlar geçit vermez olunca - Dağlar siz ne dağlarsınız - Başı pare pare dumanlı dağlar - Dağlar dağlar viran dağlar - Maya dağdan kalkan kazlar - Uca dağların başında / Tek atlı gezdiğin var mı."
 
             Dağlar, türkülerimizde çokça dile getirilen bir konu. Askerlik, gurbet, yaban elleri, hasret, ayrılık, yâre kavuşma hep geçit vermeyen dağlarla ifade edilmiş. Ben de türkülerimizde ayrı bir yeri olan geçit vermeyen dağları aşıyor, yıllardı özlemini çektiğim Türk illerine kavuşuyordum. Mutluydum. Heyecan-lıydım.
 
Bu duygular içindeyken Bakü semalarında uçağımız dönmeye başladı.
Kemerler bağlandı. Az sonra kendimizi Bakü Hava Meydanının pistinde bul-duk. Alana indiğimizde dostlarımız Azerbaycan Uluslar Arası Vektör İlimler Merkezi Başkanı Prof. Dr. Sn. Elçin İskenderzade, Bakü Devlet Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Tamilla Aliyeva bekliyordu. Bizleri görünce gönülleri şad oldu. Yüzleri güldü. Kavuşma sevincimiz gözlerimizden okunuyordu. Hasretle kucaklaştık. Ananın çocuğunu kucaklaması gibi sarmaş dolaş.
 
            Türk illerine kavuşmanın sevincini yaşıyor, gözyaşlarım boğazımda düğüm düğüm düğümleniyordu. Yüreğimi büyük bir bıçakla yarıp göstermek istiyordum. Sevincime herkes ortak olsun, davullar çalınsın, halaylar kurulsun, naralar atılsın. Çünkü bugün bayramdı. Benim bayramımdı. Başka bir Türk ilindeyim. Duyun beni, duyun beni diye haykırmak istiyor, duyguların en yücesini yaşıyor, bu Allah'ın bana en büyük lütfü diye düşünüyor, ülkem-deymişim gibi kendimi rahat hissediyordum.
 
            İşlemler tamamlandı. Yüklerimizi aldık. Bir kısmımız Elçin Beyin arabasına, diğerlerimiz kiraladığımız arabaya binerek kalacağımız otele doğru hareket ettik.
 
            Azeriler otomobile "maşin" diyorlar. Elçin Beyin maşini Lada Samara, rengi siyah. Bizim "maşin" Renault 12 Steyşin. Rengi sarı. Azeri şoföre soruyo-rum: Arabayı Türkiye'den mi aldınız."Hayır, bir Türk iş adamı getirdi bunları Türkiye'den. Bize de üç yıllığına devlet rüsumuyla verdiler. Üç yıl her gün 15 $ ödemek kaydı ile satışını yaptılar. Üç yıldan sonra araba benim olacak. Bu işi Haydar Aliyev başlattı. Hem devlet kazandı, hem biz, hem de bu işi yapan Türk iş adamı"  Siz daha bu arabayı kaç yıl çalıştıracaksınız ?"Bir yılım var. Ödemem devam ediyor. Her gün devlete 15 $ ödüyorum" . 
 
            "Maşin" hızla şehir merkezine doğru yol alıyor. Yol boyu Aliyev'in portleri bizi selâmlıyordu. Altına öz deyişleri yazılmış. Özellikle biri çok dikkat çekici. "Bir millet iki devlet". Ne güzel bir öz deyiş. Devletin biri Türkiye, diğeri Azerbaycan. Takdir etmemek ne mümkün. Aslın da "Tek millet, tek devlet, tek para, tek dil"  olsa diye aklımdan geçiyor. Ama hepsinin bir anda olamayacağını düşünüyorum. Bu kadar olduktan sonra gerisi gelir diye seviniyorum.
 
            Şoföre soruyorum: Aliyev'i çok mu seviyorsunuz. "Evet"  diyor: "Haydar Aliyev yeni bir Azerbaycan yarattı. Yazı dilimizi Türklerin kullandığı Latince’ye dönüştürdü. Eskiden sizlerle konuşuyorduk ama yazışamıyorduk. Aliyevle bu sorun ortadan kalktı. Artık hem konuşuyor hem yazışıyoruz."
           
            Gerçekten şoförün dediği doğru. Aliyev Latin harflerini getirmiş. Rek-
lâmlar, ilânlar, yer ve mekân adları. Küçük farklılıklarla her okuduğunuzu rahatlıkla anlayabiliyorsunuz.
 
            Ben bunları düşünürken arabamız da hızla ilerliyordu. Caddeler, kaldırımlar, sokaklar gelecek düşünülerek plânlanmış, oldukça geniş. Kaldırım-ların genişliği iki şeritli yol kadar. Trafik sorunu yok.
 
            Bunları gözlemlerken gözüm trafik polislerinin arabasına takıldı. Araba-nın yan tarafında"Yol Polisi" yazıyordu. Bizdeki trafik polisi Azerbaycan'da"Yol Polisi".Lastik tamircisi "Tekerlekçi,"  araba yıkayan"Yuyucu" olmuştu. Hoş bir anlatış. Az ve öz.
 
            Büyük caddelerden geçerek "Azatlık ( Özgürlük) Meydanına" ulaştık. Burayı televizyon haberlerinden tanıyordum. Meydanın güneyinde tarihi ve görkemli bir bina, Hükümet Evi. Bakanlıkların bulunduğu bina. Kuzeyinde bizim kalacağımız Abşeron Oteli. Azatlık Meydanı otelle Hükümet Evinin arasında. Abşeron'u zamanında Ruslar yaptırmış. 4 yıldızlı, 16 katlı. Görkemli olmasına rağmen bakımsız. Park yerinde son model beyaz renkli bir Mersedes. Görevli bitişiğindeki arabayı yıkıyor. Görevliye soruyorum: 
 
            –Bu araba kimin?
            –Otelin 1. patronunun.
            –İkinci patronu da mı var.
            -Evet 2. , 3. , patronu da var.
            -O nasıl oluyor.
 
            Adam hem arabayı yıkıyor hem de anlatıyor.
           
            -Otel 16 mertebedir. ( Mertebe kat anlamında kullanılıyor ) Bazı katları iş adamları kiralıyor, kendi adına çalıştırıyor. Bu otelde bazı katlar kiraya verilmiş. Kiraya tutanlar o mertebelerin sahibi. Onlar 2., 3., patrondur.
 
            Katın mertebe olduğunu öğrenince Elçin Beye soruyorum. Yerlerimiz kaçıncı mertebede. 11. mertebede olduğunu söylüyor. Topluca çıkıyoruz. Benim odam 11. mertebenin 1113’nolu odası.
 
            Eşyaları odaya taşıyıp bir kahve içtikten sonra balkona çıkıyorum. Hazar şaha kalkmış beni selâmlıyor. Hoş geldin diye el sallıyor. 
 
            Merhaba Hazar diyorum. Seni hep şiirlerden, resimlerden, televizyon lardan tanıdım. Ama şimdi Abşeron otelinin 11. mertebesinden seni seyredi-yorum. Sen yine aynı şarkılarını söylüyorsun. Azatlık Meydanının kenarında şaha kalkmış beni selâmlıyorsun. Merhaba, bin defa merhaba. Sen özgürlüğün tadını çıkarıyorsun. Haklısın. Çünkü yıllarca tutsak yaşadın. Üstünden orak çekiç bayraklı gemiler geçti şimdiye kadar. Haklısın. Bin defa, on bin defa haklısın. Ne yapsan senin için mübahtır.
 
            Ben ise sana kavuşmanın mutluluğunu yaşıyorum. Ey Hazar, rüyaları-mın denizi. Biliyor musun benim doğup büyüdüğüm İncirgediği sana o kadar uzak ki. Sen onu tanımazsın. Ama o seni bilir. Doğru söylüyorum İncirgediği seni bilir. Çünkü öz dilimle seni anlattım ona. Sana yazılan şiirlerdeki haykırış, türkülerindeki yanıklığı, türkülerinin neden yanık olduğunu. İncirgediği'nin dağları, taşları senin türkülerinle doldu taştı. Senin türkülerini söyledi. Kuz-gunluk Tepesi, Kızılyar, Mavışlı. Yaramış Köprüsüne senin adını yazdık. Onlar hep senin özgürlüğüne kavuşman için dua etti. İncirgediği'nin dağları taşları selâm gönderdi sana. Selâm getirdim Adana'dan, Karaisalı'dan, Çukurova'dan, Tarsus'tan, Mersin'den, Ankara'dan, selâm getirdim. Hayati ve Oğuz Özkaya-’dan, Çecelili Muzaffer Durmuş'tan. Ey Hazar. Rüyalarımın denizi. Selâm getir-dim sana.
 
            "Bilmem hayal gibi bilmem düş gibi
            Geldi geçti boran gibi kış gibi
            Şahin cırnağına takmış kuş gibi
            Yoluk yoluk yoldu dert beni"
 
diyen Karacaoğlan'dan. 
 
            "Kalktı göç eyledi Afşar elleri
            Ağır ağır giden eller bizimdir"
 
diyen Dadaloğlu'ndan
 
            "Gelin tanış olalım
            İşi kolay kılalım
            Sevelim sevilelim
            Bu dünya kimseye kalmaz"
 
diyen pirler pirî Yunus Emre'den.
 
            "Ellerin yurdunda çiçek açarken
            Bizim ele kar geliyor gardaşım
            Bu hududu kimler çizmiş gönlüme
            Dar geliyor dar geliyor gardaşım"
 
diyen Abdurrahim Karakoç'tan selâm getirdim.
 
            Ey Hazar duy beni. Heye de, başını salla. Sonra al götür beni diğer Türk illerine. Aral'a, Taşkent'e, Semerkant'ta, Buhara'ya. Onlara da tanıt İncirgedikli Halil Atılgan'ı. Al beni kucağına. Saçlarımı okşa, sev beni. Öp beni. Bağrına bas da dindir sana olan hasretimi. Ellerini ver ellerime. Gözlerini gözlerimden ayırma. Türküler fısılda kulağıma vuslat üstüne, turna üstüne. Ferhat'ın dağı delmesi gibi sen de türkülerinle del yüreğimi. Ama sevinç türküleri olsun. Ayrılıktan bahsetme.
 
            "Ellerini üzüp menden
            Yarim bu gün geder oldu
            Hem sever hem sevilirdik
            Bu ayrılık neden oldu"
 
mahnısına eller sahip çıkmış. Ona haykır. Sen buna nasıl sahip çıktın. Nasıl sahip çıkabilirsin. O benim özümündür, gözümündür, sözümündür de. De hele yüreğim gam yemesin. Bir şeyler söyle, diyerek Hazar'a olan duygularımı dile getirdim. Hazar can kulağı ile beni dinledi. Başını salladı. "Olur” dedi. "Duygu- ların Türk illerine ulaştırılacaktır. Rahat ol" diyor, gülümsüyor,  el sallıyordu.
 
            O gün akşam yemeğine Uluslar Arası Vektör İlimler Merkezi Başkanı  Sn. Prof. Dr. Elçin İskenderzade'nin evine konuk olduk. Değerli dost arabasıyla aldı götürdü evine. Ev şato gibi. Duvarlarında özel Bakü taşları kullanılmış, özene bezene yapılmış. İnşaat devam ediyordu. Salonda bizler için hazırlanan yemek masası, türlü çiçeklerle bezenmiş bir bahçeydi sanki. Emekli Vali Bahaaddin Güney, eşi, Hayrettin İvgin, Doç. Dr. Tamila Aliyeva, Elçin Bey, eşi Afet Hanım ve ben masada yerimizi aldık. Vali başa oturdu. Azeri geleneklerine göre masada başa oturuna "Tamata"  deniliyor. "Tamata" sanıyorum "tam ata", büyük ata anlamında.  Masadaki muhabbeti, yöneten kişi.
 
            Bahaaddin Bey küçük bir konuşmadan sonra icazet verdi. Yemek başladı. Azeri yemeklerine hiç yabancılık çekmedim. İncirgediği ile Bakü arasında kilometrelerce mesafe olmasına rağmen sanki anamın yemeklerine kaşık sallıyordum.
 
            Elçin Beyin eşi Afet Hanım çok güzel bir sofra donatmıştı. Narından, nar suyundan tutun da, limon, domates, salatalık, çekirdeksiz yaş ve kuru  üzüm, yeşil soğan, tere, maydanoz, soğuk mezeler, havyar masada protokol sırasına göre yerini almıştı. Yok yoktu. Her şey özenle hazırlanmıştı. Kendimi padişah sofrasında sandım. Bahaddin Bey masada 24 çeşit yiyecek olduğunu söyledi.
 
            İşte böyle bir masada aynı dili konuşan insanlarla birlikte olmak nedenli insana mutluluk verirse biz de o denli mutluyduk. Demokratik bir masa. İçki içen içiyor, içmeyen içenlere suyla eşlik ediyordu.
 
            Sofra "tamatası" sırayla söz veriyor, söz alan da duygularını dile getiri-yordu. Söz sırası bana gelmişti. Azerbaycan'da olmanın mutluluğunu birkaç cümleyle ifade ettikten sonra özel paket ettirdiğim hambeles kutularını çıkararak masaya koydum. Bu Türkiye'de yetişen bir maki türüdür. Benim memleketim olan Çukurova'da çok yetişir. Aşılısına hambeles, yabanisine murt denir diyerek kısaca tanıttım. Sonra da çerçinin başında bir tane yiyebilmek için saatlerce beklediğim hatıramı en küçük detayına kadar anlattım.
 
            Duygulu anlar yaşadık. Azerbaycan'da da hambeles yemek benim için büyük mutluluk. Gözlerim Azerbaycan'da hambeles yiyenlerin tanığı diyerek sözlerimi tamamladım. Soframızda sadece hambeles yoktu. Böylece o da masaya kondu. Elçin Bey, çocukları, Tamila Aliyeva ve bizler Azerbaycan'da hambeles yiyorduk.
 
            Azerbaycan'da hambeles yerken İncirgediği'ndeki sinsin oyunları geçti gözlerimin önünden. Nemdi'yi, Hayta'yı, Kokar Kuyuyu, Alaçocuğu, Göçüğü, Kızılyar'ı, Kuzgunluk'u yaşadım. Köyümün düğünleri geldi aklıma. Bizim köyde  düğünler genelde kış aylarında yapılırdı. Yerin İçi denilen yerde de sinsin oynanırdı. Köyün en düz yeri orasıydı. O zamanın behrinde tek eğlence köy düğünleriydi. Ne zaman düğün olacak diye sabırsızlıkla beklerdim. Yerin İçi'nde sinsin oynanırken anamın dokuduğu çıbıklı ceketin içinde donardım. Oyuncuların meydana getirdiği halkanın etrafında boynumu içine çeke çeke fır fır döner, yine de seyretmekten vazgeçmezdim. Ne güzeldi o günler. Yoklukları bile başka bir mutluluktu diye düşünüyor, gözlerimin yaşını siliyordum.
 
            Hambeles yemekten herkes mutluydu. Hambeles dostların da hatıraları arasında yerini aldı. Güzelliklere güzellikler kattı. Azerbaycan'da ilk gecemiz, bitmesini istemediğimiz dakikalar böylece son buldu. Otele döndüğümüzde 29 Aralık 2003 bitmiş, yeni bir gün başlamıştı. Yatmadan önce balkondan yine Hazar'ı seyrettim. Sakindi. Yakamozlar ipil ipil. 30 Aralıkta doğacak güneşi bekliyor, sabaha hazırlık yapıyorlardı. 
           
Tarih 30 Aralık 2003. Azerbaycan'da ikinci günümüz. Saat 10 00 da Azerbaycan Cumhuriyeti Vektör Uluslar Arası İlim Merkezi, Türkiye Cumhu-riyeti Avrasya Dostluk, Kültür, Sanat, Turizm Kurumu, Bakü Asya Üniversite- sinin birlikte düzenledikleri "Nizami'den Yunus Emre'ye, Atatürk'ten Haydar Aliyev'e Sevgi Yolu" Uluslar Arası Sempozyumu Bakü Asya Üniversitesi salo-nundaydı. Otelden ayrılarak arabalarla sempozyumun yapılacağı yere hareket ettik. Asya Üniversitesine geldiğimizde dostlar bizi bahçede karşıladılar. Herkes birbiriyle sarmaş dolaş.
 
            Çay kahve ikramından sonra sempozyumun yapılacağı salona gittik. Salonda solda Atatürk, sağda Haydar Aliyev portresi. Atatürk'ün portresinin altında"Ne mutlu Türküm Diyene", Aliyev'in portresinin altında "Bir millet iki devlet" öz deyişi yazılıydı. Bu öz deyişleri görüp de duygulanmamak mümkün mü. İçime bir ateş düştü. Duygularım kabardı kabardı bendini aştı. Atatürk ve Haydar Aliyev'in resmini alıp Türk düşmanlarına, Türkler bir gün "Tek millet, tek devlet, tek para, tek dil"  olacak. Sizler bunu görecekiniz diye avazım çıktığı kadar haykırmak geldi içimden. Atatürk'ün dünya Türklerini bir bayrak altında toplama düşüncesinin muhakkak bir gün gerçekleşeceğini düşündüm. Biz görmesek de çocuklarımız bunu muhakkak görecektir diyerek duygularımı içime gömdüm.
 
            Davetliler ve konuşmacılar salonda yerlerini aldılar. Davetliler arasında Türkiye’nin Azerbaycan Büyük elçisi Ünal Çeviköz de vardı.  TRT TV, Saman-yolu TV Azerbaycan Devlet Televizyonu da salonda gördüğüm basın mensup-ları arasındaydı.
 
            Sempozyum programında konuşmacılar ve konuları sırasıyla :
 
            1-"Azerbaycan'da Atatürkçülük"
            AMEA 'nın  Müxbir Üzvü Emekdar elm kadimi
            Milletvekili Nizami Caferov
 
            2-Bir Millet İki Devlet Sevgisi
            Nıu-York EA'nın ve Beinelxalg Kadr Akademisıanının hegigi üzvü, Prof. Dr. Elçin İskenderzade
 
            3-Yunus emre Yaratıcılığın da İnsanlık Sevgisi 
            Vali Dr. Bahaaddin Güney
 
            4-Azerbaycan'da Âşık Yaratıcılığı
            Prof. Kara Namazov
            5-Zamana Sığmayan Sevgiler
            Dr. Hayrettin İvgin
 
            6Yunus Emre ve Azerbaycan
            Doç. Dr. Tamila Aliyeva
 
            7-Türkiye ve Azerbaycan Halk Musikisinin Ortak Yönleri
            Dr. Halil Atılgan
 
            8-Yunus Emre Gürcü şerqşünaslığında
            Doç. Dr. Ülfet Bedelbeyli
 
yer almıştı. Sempozyum Asya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Celil Nağıyev, Bahaaddin Güney’in başkanlığında saat 10’00 da başladı. Sırasıyla konuş-macılar tebliğlerini sundular. Toplantıdan sonra Asya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Celil Nagıyev sempozyum konuklarına nezih bir yemek verdi. Yemek verdiği Lokantanın adı Çanakkale. Çanakkale lokantasında yemek yemek, Azerbaycan'da hambeles yemek kadar güzeldi.  Lokantada konuklar için küçük küçük localar yapılmış, takriben 10-15 kişilik. Bize ayrılan odamıza yerleştik. Gürültü yok. Lokanta yetkililerinin dinlediği müziği dinleme durumun da değilsin. Kısaca size tahsis edilmiş bir oda, sizin masanıza hizmet eden garsonlar. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Ne hoş bir uygulama. Çok hoşuma gitti.
 
            Servisler yapıldı. Önce soğuk yiyecek ve içecekler. Nar suyu baş köşede. Yaprak sarması taze mi taze. Türk'ün mutfak kültürü serildi masaya. Soğuk-lardan sonra sıcak yiyeceklerin siparişi alındı. Ben "Lüle" kebabını seçtim. Adana Kebabı Azerbaycan'da "Lüle Kebabı” olmuştu. Bir şalgam eksikti. O günün programı Çanakkale Lokantasında sona erdi.
 
            31 Aralık 2003 Çarşamba günü şehitlik, Aliyev'in mezarı ziyaret edilecek, Bakü Devlet Konservatuvarına gidilecekti. Bu gezinin kılavuzu Uluslar Arası Vektör İlimler Merkezi Başkanı Sn. Prof. Dr. Elçin İskerderzade idi. Elçin Bey kavilleştiğimiz saatte otele geldi. "Maşinlere"  binerek şehitliğe gittik. şehitlik Bakü nün en güzel yerine kurulmuş. Hazar bütün haşmetiyle şehitleri selâmlıyor.
 
            Mezarlara demir plâkalar yerleştirilmiş, üstüne de şehitlerin künyeleri yazılmış. Konyalılar, Edirneliler, Samsunlular burada yatıyor. Karabağ şehitlerinin mezarlarına ise resimleri de konulmuş. Ermeni kurşununa hedef olan çiçeği burnunda yiğitler. Anaların "kuzum" diyerekgözyaşı döktüğü, "Ahmetler, Mehmetler, Hasanlar, Hüseyinler." Ana kuzuları yatıyor toprak altında. Sıra sıra.  Rahmetli Hasan Turan'ın: 
 
            "Dün girdim kabristana okudum mermerleri
            Makam mevkii bir olmuş eşitlenmiş yerleri
 
            Riya yalan hırçınlık ne varsa hepsi sönmüş
            Sıra sıra yatarlar kullar aslına dönmüş
 
            Ne dostuna kin besler ne kaş çatar azarlar
            Ne güzel komşuluk bu sıra sıra mezarlar"
   dizeleri geldi aklıma.
 
            Aslına dönen kullara saygı duruşunda bulunduktan sonra fatiha okuyup şehitlikten ayrıldık.
 
            Devlet Mezarlığına geldiğimizde görevliler içeri bırakmadılar. Hükümet erkânı Aliyev'in mezarını ziyarete gelecekmiş. Resmi ziyaret olduğu için mezarlığa girmek yasak denildi. Türkiye'den geldiğimizi öğrenince genel yasak bize uygulanmadı. Özel izinle mezarlığa girdik. Önce Üzeyir Hacıbeyli'nin, sonra da Aliyev'in mezarını ziyaret ettik. Aliyev'in mezarı çiçek bahçesine dönmüştü. Çiçekler Aliyev'in çok sevildiğini kanıtlıyordu. Kendisini resimlerden, televizyonlardan tanıdığımız Türk Dünyasının Atatürk'ten sonra önemli liderlerinden biri olan Türk âşığı Aliyev'i görmediysek de mezarında fatiha okuduk. Kaderde Aliyev'in mezarında fatiha okumak da varmış. Ne büyük şeref.
 
            Son durağımız Bakü Devlet Konservatuarıydı. Konservatuar binasının önünde Üzeyir Hacıbeyli anıtı bütün haşmetiyle, ben Azeri Müziğinin atasıyım diye haykırıyordu.
 
            Selâm sana Hacıbeyli. Sen Azeri müziğinin atası, teoriysen, bestecisi, prensiplerini koyan, koyduğun prensiplerle de Azeri müziğini dünyaya tanıtan eşsiz insan merhaba. Senin cismin göçmüş bu dünyadan, ama adın hâlâ dillerde. Diğer Türk illeri de biliyor seni. İşte sanatçı budur. Cismin gider, sen hep bir ışık olarak sevenlerinin gönüllerinde yaşarsın. Nitekim yaşıyorsun da. Sen öyle bir mahnı ile meşhur olmayan, ömrünü Azeri müziğine adayan yüce insan Üzeyir Hacıbeyli. Kim bilir bu binayı kuruncaya kadar ne güçlükler çekmişsindir. Ne engellerle karşılaşmışsındır. Ama hiçbir engel yolundan ala koyamamış seni. Daima ileri demiş, üretmiş, bire beş katmışsın. Seni minnetle yâd ediyor, Tanrıdan rahmet diliyorum. Sen dünya var oldukça yaşayacak, yıllanmış şarap gibi eskidikçe de kıymetleneceksin. Çünkü sen sanatçısın. Yücesin. Büyüksün. Öndersin. Seni tanımadığım için önünde eğilemedim. Ama anıtının önünde saygıyla eğiliyorum diyerek duygularımı dile getirdim. O ise başı dik, yaptıklarıyla öğünüyor, başını sallıyor beni onaylıyordu. 
 
            Konservatuvar yetkililerinin makamına doğru yürürken bir piyano sesi duyduk. Sesin geldiği yere doğru yürüdük. Salonda bayan öğrenci çalışıyor, arkadaşı da onu dinliyordu. Bizi görünce toplanmak istediler. İzin vermedik. Öğrenci küçük bir piyano resitali verdi. Teşekkür edip ayrıldıktan sonra Konservatuar Öğretim Üyesi ve Rektör Yardımcısı Sn. Prof. Dr. Gülnaz Abdullahzade Hanımın odasına konuk olduk. Gördüğümüz ilgi olağanüstü. Çay kahve ikramından sonra kitaplar armağan edildi. Kitabın biri Azerbaycan Halk Çalgıları idi. Benim için önemli bir kaynaktı. Bu arada Gülnaz Hanımın masasında bir tez çalışması gördüm. Tezin adını ve hazırlayanını not olarak almıştım, notlarımın arasında bulamadım. Adını hatırlayamadığım tez çalış-masının kaynakça bölümünde adımı görmek beni ne kadar mutlu etti. "Harran'da Bir Türkmen Köyü Kısas" adlı kitabım tez çalışmasında kaynak gösterilmişti. Kilometrelerce ötede bir tez çalışması, çalışmada kaynak gösterilen kitap ve yazarı Halil Atılgan. Parayla pulla satın alınamayacak bir mutluluk. İşte böyle mutluluklar içinde ayrıldık konservatuvardan.
 
            Otele döndüğümüzde kendimi rahat hissetmiyordum. şehitlikte günlük güneşlik hava beni aldattı. Sağlık metronomum bozulmuştu. Genzim yanmaya başladı. Bu iyi bir üşütmenin başlangıcıydı. Aklıma gelen başıma geldi.  Hastalandım.
 
            Bugün 31 Aralık. 2003'ün son günü. Azerbaycan'da yılbaşı. Bir yaş daha büyüyeceğimiz, ölüme bir adım daha yaklaşacağımız gün.
 
            Ben, bu tür kutlamalara rağbet etmeyen birisi olmama rağmen arkadaş lar yeni yıla müzikli bir yerde girmek istiyorlardı. Onun için birkaç yere baktık. Son baktığımız yere karar verildi. Program saat 20 00 de başlayacaktı. Lokantaya  program saatinde vardık. Salon nezihti fakat küçüktü. Masalardaki yerimizi aldık. Derken servisler yapıldı, müzik başladı. Ses cihazı sonuna kadar açık. Denileni anlamak mümkün değil. Dayanabilirsen dayan. Gürültü had safhada. Duyma bozukluğuna sebep olan sesten de bir gömlek fazla. Bu zaman nasıl geçecek diye düşünüyor, erken olmasına rağmen saate bakıyor ya sabır çekiyordum. Seyirci coştukça coşuyor Türkiye'yi aratmayacak şekilde eğleniyorlardı. Onlar eğlendi biz de baktık. Eğlenenlere baka baka, dakikaları saya saya 2004 yılına girdik. Arkadaşlara daha fazla dayanamayacağımı söyledim. Anlayışla karşıladılar. Hesap ödendikten sonra kalktık. Otele geldiğimizde vakit hayli ilerlemişti. Yoğun program bizi yatağa esir etti.
            1 Ocak 2004 tarihindeki programlara rahatsızlığım nedeniyle iştirak edemedim. Otel odamda ateşler içinde kıvranıyor, ilaçlarımı alıyor, ayağa kalkmak için mücadele ediyordum. 3 Ocak 2004 tarihinde doktora töreni vardı. Azeri dostlar ilaçlar getiriyor iyileşmem için azami gayreti gösteriyorlardı. Has-talık sevinçlerime gölge düşürdü. Birisi kıskandı. Nazar değdi desem. Nazara inanmıyorum. Olan olmuştu. "Atı alan Üsküdar'ı geçmişti". Tek çare yatıp dinlen mekti. Ben de onu yaptım. 2 Ocak 2004 tarihi sabahına kadar otelde yattım.
 
         2 Ocak 2003 günü Azerbaycan Millî İlimler Akademisi Folklor Enstitüsü ziyaret edilecek, öğleyin de Azerbaycan Eski Başbakanı Hasan Hasanoğlu'nun yemeğine gidilecekti.  Hasta hasta gruba iştirak ettim. Öğleden önce Folklor Enstitüsüne gittik. Başkanı Doç. Dr. Hüseyin İsmayilov'du. Başkan Hüseyin Bey bizi makamında kabul etti. Hüseyin Beyin odasındaki sohbette vatan millet sevgisi konuşuldu. Hüseyin  Beyin yüreği vatan, toprak, Karabağ için çarpıyor-du. Tek yürek tek vücut olmanın faziletlerini anlattı. "Vatanı koruyan ordudur. Ordunun gücü kuvvetidir. Ama şimdi  ordudan daha güçlü bir silah var ki o da petroldür. O da biz de mevcut. Bunu çok iyi değerlendirmeliyiz. Türkler şimdi bir kocalma devri yaşıyor. Özümüze dönüp birlik beraberlikle bütün engelleri aşmalıyız. Atatürk'ün Türkleri tek bayrak altında toplama düşüncesini muhakkak gerçekleştirmeliyiz. Onun için de halkı özüne kaytarmak, milleti özüne kaytarmak, Türkü özüne kaytarmak gerek" diyerek sözlerini tamamladı.  Bizlere enstitünün yayımladığı kitaplardan birer takım armağan etti.
 
            Enstitünün üyelerinden Doç. Dr. Ayten Aydınkızı da ziyaretimizden duyduğu memnuniyeti ifade etti. Enstitünün değir elemanlarıyla tanıştık. Hepsi candan, yürektendi. Muhabbetleri gözlerinden okunuyordu. Bizler kadar onlar da mutluydular. Yürekleri Türk Dünyası için çarpıyor, Türk olmanın gururunu yaşıyorlardı. Muhabbetle  Enstitüden ayrıldık.
 
            Öğleyin de Eski Başbakan Hasan Hasanoğlu'nun yemeğine iştirak ettik. Yemek verilen lokanta oldukça folklorikti. Sofranın tamatası Hasan Hasanoğlu idi. Herkes yemekte duygularını dile getirdi. Söz sırası bana geldiğinde: Hasan Hasanoğlu'na teşekkür ettim. Engin gönüllülüğünü dile getirdim. Zira Türkiye'de başbakanlık yapmış birisinin yanına yaklaşmak, oturup yemek için kâhin olmak gerekir diye sözlerimi tamamladım. Güzel bir yemekti. Gönlümüz şad oldu. Mutlu olduk. Yemekten sonra doğru otele gittim.
 
            Odada tek başıma. Yatağa uzanıyorum yastık diken oluyor. Oturuyorum başım dönüyor. Bu gündüzün bir de gecesi var diyor bütün zorluklara kendimi hazırlıyordum. O günün gecesi benim için bir kâbustu. Bir türlü yatamadım. Nefesim duracak gibi oluyor. Gözümün yaşı, burnumun suyu birbirine karışıyordu. Lokantadan bolca limon getirterek 3 Ocağa kadar iyileşmem için olanca gayreti gösterdim. Gece 03'çe kadar hastalıkla boğuştum. Uzun bir mücadele sonunda  uyumuşum.
 
            Sabah uyandığımda kendimi daha iyi hissediyordum. Akşam doktora töreni, gündüz de İnce Sanatlar Müzesi ile Halk Çalıları Müzesi gezilecekti. Canımı dişime taktım. Sabah kahvaltısından sonra gruba iştirak ettim.
 
            Önce İnce Sanatlar Müzesini sonra da Halk Çalgıları Müzesini gezdik. Her ikisi de çok güzeldi. Çok bilgilendik. Kılavuzlar seferber oldu. Ancak istemediğimiz bir olay bizi oldukça üzdü. İnce Sanatlar Müzesinin ilk bölümüne girdiğimizde iki görevli bayan vardı. Ben öndeydim. Bayanlara merhaba diyerek elimi uzattım. Kısa boylu olan gülerek elini uzattı. Ama adının sonradan Lâle olduğunu öğrendiğim bayan elini vermedi. Hayret ettim. Tarikat ehilleri buraya da mı sirayet etti. Bayana neden elinizi uzatmadınız dediğim de boynunu içine çekerek cevapladı. Bakü'de İnce Sanatlar Müzesinde elini erkeğe uzatmayan bir bayan. Tarikat mı ? Taassup mu anlayamadık. Azeri Doç. Dr. Makbule Muharrem kızı Hanım da çok üzüldü. Yetkililere de olayı anlattı.
 
            Devlet dairesinde çalışan ve de elini erkeğe uzatmayan bir bayan. Canı mız sıkıldı. Türkiye'deki, Merve Tesettür, Uhut, Bedir, Hilâl adındaki iş yerleri-nin Azerbaycan temsilcisi mi acaba diye düşündüm. Neden olmasın. Olabilir. "Deveden büyük fil  var" .
 
            İkinci durağımız Halk Çalgıları Müzesiydi. Müze geçmişten günümüze halk çalgılarını bünyesinde barındıran bir çalgı koleksiyonuydu. Gezerken, Türkiye'de neden böyle bir müze yok. Halk Çalgıları Müzesi, Giysi Müzesi koca Türkiye'de daha henüz kurulmuş değil. Türkiye için büyük bir eksiklik. Bu eksiklik ne zaman giderilir bilemiyorum. Bildiğim, Azerbaycan'ın kültür sanata düşkünlüğü, Türkiye'den fersah fersah ilerde olmasıydı.
 
            Gezi programı bitmiş yemekten sonra otele dönmüştük. Herkes istirahata çekildi. Ben kendimi daha da iyi hissediyordum. Sıkıntının büyük bölümünü ilaçlar mağlup etmişti. Sabırsızlıkla akşamki töreni bekliyordum.
 
            Yemek, Azerbaycan Uluslar Arası Vektör İlimler Merkezi Başkanı Sn. Elçin İzkerderzade tarafından düzenlemişti. Doktora ve ödül töreni birlikteydi. Davetliler arasında Türkiye Cumhuriyeti Büyük Elçisi Ünal Çeviköz, Asya Üniversitesi Rektörü Celil Nagiyev Garipoğlu, şair Yazar ve Kültür Bakanlığı Yayımlar Genel Müdürü Cengiz Alioğlu, şair Ressam Adil Mirseyid, Yazarlar Birliği şube Müdürü Adalet Akaroğlu,  şair Diş Hekimi Ekber Ekberzade, şair Yazar Elnur Ekberzade, Doç. Dr. Tamilla Aliyeva, Doç Dr. Makbule Muharremkızı, Doç Dr. Nezaket Hüseyinkızı, Doç. Dr. Ayten Aydınkızı, şair Yazar Kardeş Alişoğlu, Dergimizin Yazarı Uluslar Arası Vektör İlimler Merkezinin  Türkiye Temsilcisi Dr. Hayrettin İvgin, Doç. Dr. Celal Beydilli, Türkülerin İsyanı konusunda yardımlarını esirgemeyen Karabağlı Mirza Rüstemov ve Rüstamov'un dünürü mânevi Ablam Nevin Çelik'te (Nevin Çelik Türkiye'den gelmişti ) davetliler arasındaydı. Tören Uluslar Arası Vektör İlimler Merkezi başkanı Sn. Elçin İskerderzade'nin açış konuşmasıyla başladı. Sonra Araştırmacı Yazar Dr. Hayrettin İvgin, Avrasya Dostluk, Kültür, Sanat, Turizm Kurumu Genel Başkanı Emekli Vali Bahaaddin Güney birer konuşma yaptılar. İlim Merkezinin ödülleri dağıtıldıktan sonra doktora törenine geçildi. Önce Bahaaddin Güney'e doktorası verildi.
 
            Sıra bana gelmişti. Heyecanlıydım. Mutluydum. İsmim anons edildi. Kürsüye çağrıldım. Cübbem giydirildi. Diplomam Asya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Celil Nagiyev Garipoğlu tarafından takdim edildi. Doktoramı aldıktan sonra duygularımı dile getirdim:
 
            1975 yılında Adana'ya takriben 70 km uzaklıkta Güney Torosların eteği-ne ava gitmiştik. Avcı grubumuz dayım, ben ve üç arkadaşım olmak üzere beş kişiydi.
 
            Mevsim kıştı. Tam ava başlamıştık ki çisem çisem yağmur yağmaya başladı. Varsın başlasın. Avcı olan dinler mi yağmuru karı.
 
            Saat 15 00 sularında grubu kaybettim. Arabaya gitsem kimse yok, üstelik kapıları da kapalı. Duldalanacak bir yer de yok. Kaldık ayazda. "İyisi mi avcı arkadaşlarımın arabaya geçeceği güzergahta dulda bir yer bulup, ateş yakıp başına oturayım" diye düşündüm. Çalılar içinden az ıslanmış bir iki tutam ot topladım. Çantamdan çalı çırpıyı tutuşturmak için her an hazır bulundurduğum kağıt parçalarını otların altına yerleştirip üstüne odunları yığdım. Bir sigara yaktım. Sigaramı yaktığım kibriti ateş yakmak için kullanacaktım. Hava şartları müsaade etmedi. "Önemli değil nasıl olsa kibritim var dedim".
 
            Benim bir özelliğim vardı. İçtiğim sigaranın izmaritini, kibritin çöpünü vb. şeyleri kolay kolay etrafa atmam. Sigaramı sokakta yakmışsam kibrit çöpünü kutunun içine koyarım.
 
            Sigaramı çekiştirirken ateş yakma malzemelerini tam yakma kıvamına getirdim. Geriye bir kibrit değirmek kalmıştı. Çocukluğumda dayım bana en kötü hava şartlarında tek kibritle ateş yakmanın bütün özelliklerini öğretmişti. Kendi çapımda böyle bir hünerim de vardı. Buna güvenerek kutudan bir kibrit çektim. Ama maalesef daha önce sigaramı yakıp da etrafımı pis etmemek için kutuya geri koyduğum yanık kibritlerden biriydi bu. "Olabilir" dedim. Bir kibrit daha, bir kibrit daha derken kutuda altı kibrit çöpü varmış. Meğer yanık olmayan son kibritle sigaramı yakmışım. Diğer beş kibrit çöpü ise daha önce sigaramı yakıp atmadığım kibritlermiş.
 
            Artık kibritler bitmişti. Ama sigaram yanıyordu. Hemen söndürmeden ikincisini yaktım. Yanan sigarayla daha önce ateş yakmak için koyduğum kağıt parçalarını, yığdığım odunların altından üfleyerek iliştirmeye koyuldum. Kağıtları tutuşturmak için olanca gücümle sigarayı üflüyordum. Kağıtlar bir türlü tutuşmuyordu. Kendi kendime: "İlk insanlar odunları birbirine sürterek ateşi bulmuşlar, sense elinde yanan ateşin olduğu hâlde yakamıyorsun yazıklar olsun sana" diye kızıyordum. Ölüme mahkum birisi olarak kabul ettim kendimi. Kurtuluşu-mu ateşe bağlamıştım.
 
            Bu düşüncelerle yeniden sigaramla ateşi yakmaya koyuldum. Sigarayı ateşe yaklaştırıp üfledim, üfledim, üfledim... ama nafile... ateşi yakma ümidim her yeni sigarayla biraz daha azalıyordu.
 
            Paketteki 8. ve son sigaramı 7. sigaramın izmaritiyle yakarak kendi kendime : "Artık ölümü hak ettin. Öleceksin yazıklar olsun; ateşle ateş yakamamanın sonu ölümdür" diyor, idam cezasına mahkum olmuş birinin ayağının altındaki sandalyeyi çektiklerinde öleceğine inandığı gibi ben de öleceğime inanıyordum. Ateşi yakamamış, mağlup olmuş, dolayısıyla ölümü de hak etmiştim.
 
            Kendime bir daha "yazıklar olsun"  diyerek lânet okudum. Artık öleceğim anı bekliyordum. Sigaramın sönmek üzere olan izmaritini delik deşik olmuş kâğıt parçalarının üstüne umutsuzca attım. Ama tam o sırada aklıma belimdeki saçma ve barut dolu av fişekleri geldi. Fişeklerden birini hemen çıkarttım. Av bıçağıyla yardım karnını. Döktüm barutları avucuma. Sönmek üzere olan izmaritin üstüne attım. Yakacaklar lerp diye alev aldı. Artık ateşi yakmıştım. Derin bir ohhh! Çektim. Bu oh benim için ölümden kurtulmanın hazzı, mutlulukların da en yücesi, en kutsalıydı. Şimdi doktorayı aldıktan sonra da aynı mutluluğu yaşadım. Onun için gözyaşlarımı tutamıyorum. Lütfen bağışlayın beni. Çok duyguluyum. Duygularım yumak, yumak. Vücudumun her zerresinde hissedilmekte. Sevinçten ellerim titriyor, gözyaşlarım akıyor. Bana bu mutluluğu yaşatanlara minnet borçluyum diyerek, Ulu Önder Atatürk‘ün "Ne mutlu Türküm diyene" öz deyişiyle konuşmamı bitirdim.
 
            Gözyaşlarımı tutamıyor ha bire peçeteyle siliyordum. O sırada manevi ablam Nevin Çelik yerinden kalkıp geldi. (Nevin Çelik mânevi ağabeyim  Abdurrahman Çelik'in eşi.  Abdurrahman Çelik kültürlü, türkülere, Türk kültürüne âşık biriydi. Onu 22 Aralık 2003 tarihinde kaybettik. Türk illerine yakın olmak için oğlunu Azerbaycan'dan evlendirdi. Dünürü de doktora törenine katılan konuklar arasında Karabağlı Mirza Rüstemov.) Onun eşi, benim ağabeyim Abdurrahman Çelik'i kaybetmenin acısıyla sarıldık birbirimize. Ağlıyorduk. Acıyla, sevinçle karışık bir ağıttı bu.
 
            Ablam aldı mikrofonu eline."Azeri gardaşlarım! Ben Halil Atılgan'ın ablasıyım. İzin verirseniz onunla ilgili duygularımı dile getirmek istiyorum. Ben Türkiyeliyim, Adanalıyım. Şimdi Gebze'de ikâmet ediyorum. Halil Atılgan'ı 33 yıldır tanırım. Öz kardeşlerimizden daha fazla bağlıyız birbirimize. Acı ve tatlı günleri birlikte paylaştık. Bir Azeri türkünün sözünü çözmek için sabahı sabah ettik. O hizmetleriyle çoktan doktorayı hak etmişti. Zaten bizim gözümüzde her zaman doktordu. İsterdim ki Halil Atılgan'a bu doktorayı Türk Üniversiteleri versin. Böyle Türk kültürüne hizmet edenleri bulsun çıkarsın, ödüllendirsin. Ama maalesef yine geride kaldılar. Azerbaycan Halil Atılgan’ı kilo metrelerce öteden tespit ederek doktorayla ödüllendirdi. Bu bizim için bir şereftir. Bu şerefi bize bahşeden Azeri yetkililere, sebep olanlara çok isabetli bir karar verdiklerini iftiharla söylüyor, hepinizi saygıyla  selâmlıyorum" diyerek sözlerini noktaladı.
 
             Benim için Nevin ablamla Azerbaycan'da doktora törenimde birlikte olmak çok önemliydi. Çünkü Nevin ablam adam gibi adam, Türk gibi Türk’tü. Onunla o geceyi paylaşmanın mutluluğu ise tarihten bir yaprak olarak gönül defterime yazıldı.
 
            Törenden sonra Azeri ekipten dolayısıyla mahnılar dinledik. Ekipteki bütün sanatçılar tek kelimeyle fırtına gibiydi. Azeri türkülere doyurdular. Unutamayacağımız anlar yaşadık. Gece onların sedası ile nihayet buldu. Tekrar görüşemeyeceğimiz için dostlarla ayrı, ayrı vedalaştık.
 
            Hambeles yemeyle başlayan Azerbaycan gezisi doktora töreniyle nihayet buldu. Şükür olsun ki Tanrıya Azerbaycan'da da hambeles yemeyi nasip etti bana. Mutluyum.  Herkese nasip olmayacak duygular yaşadım, Türk illerinde bu duyguları Türk gardaşlarla paylaştım. Her yaşadığım gün bir öncekinden daha da güzeldi. Mükemmeldi. Harikaydı. Selâm olsun Türk illerine, selâm olsun Azeri gardaşlarıma.
 
 
 

You have no rights to post comments

Köşe Yazarları


Annemin Ardından...
Cuma, 25 Ağustos 2023
...
TÜRK BAYRAMI: NEVRUZ
Salı, 29 Mart 2022
...

An itibariyle ziyaretci sayısı:

267 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi