Anasayfa
Mehmet Hayati ÖZKAYA - BAK POSTACI GELİYOR-XXXVI
Şimdi sizi 2022’nin ikinci ayından alıp 1840’ların Şubat’ına ya da takvimlerin buz kestiği bir zemheri ülkesine götüreceğim. Petersburg’tayız. Aman korkmayın, titremeyecek, üşümeyeceksiniz. Hatta okuyacaklarınız sayesinde, zannetmiyor- rum ama belki tebessüm ederek içinizi ısıtacak ve yine belki de yazının sonuna geldiğinizde garip bir şaşkınlıkla “Vay be!” diyeceksiniz…
Neyse, biz fazla vakit kaybetmeden önce Rus şiirinin güçlü sesi, Mihail Yuryeviç Lermontov’un mektubunu okumaya başlayalım:
1840 yılının başları, Petersburg,
“Ekselanları, “ diye seslenerek giriş yapmış mektuba. “Çok sayın efendim!” diyerek devam etmiş.
“Bay Barant ile düellomun nasıl, neden olduğunu size açıklamam buyruğunu verdiniz bana, saygılarımla bildiririm: On altı Şubat gecesi Kontes Laval’ın balosunda Bay Barant, sözde benim söylediğim bir söz için ısrarla açıklama istemeye başladı benden, duyduklarının yalan olduğu cevabını verdim kendisine birkaç kere; ama yeter bulmuyordu bunu nedense, sonunda ben de başka bir açıklamada bulunmayacağımı söyledim. Ağır cevabına aynı ağırlıkla karşılık verdiğimde, kendi ülkesinde olsaydı bu işi nasıl sonuçlandıracağını bildiğini söyledi.”
Bu düpedüz bir düelloya davetti. Anlaşılan Bay Barant efelenmişti. Lermontov elbette altta kalacak değildi ama Bay Barant St. Petersburg'daki Fransız büyükelçisinin oğluydu. Ona karşı nazik davranmalıydı. Fakat Lermontov böyle yapmadı.
“Biz Rusların da herkes gibi titiz olduğumuz, gururumuzla oynayanın cezasını başkalarından daha bir sert verdiğimiz cevabını verdim. Düelloya çağırdı beni… Ayın on sekizi Pazar günü gece saat on ikide Kara ırmağın ötesinde, Pargolovski yolunda buluştuk. Onun düello tanığı bir Fransız’dı. Kendini horlanmış saydığı için silah seçimini Bay Barant’a bıraktım. Kılıcı seçti. Tabanca da vardı yanımızda. Kılıçlarımızı birbirine dokundurmamızla, benimkinin ucunun kırılması bir oldu. Bu arada Bay Barant’ın kılıcı da göğsümü hafifçe çizmişti. Tabancaları aldık. İkimiz birden ateş edecektik, ama ben biraz geciktim. Bay Barant’ın atışı boşa gitmişti, ben de yana ateş ettim. Daha sonra elini uzattı bana, ayrıldık.
Aramızda geçenlerin hepsi bu kadardır ekselansları. En derin saygılarımla, bağlılıklarımı sunarım.
Mihail Lermontov”[1]
Nuri GÜRGÜR - "ATEŞİ YENİDEN YAKMAK" ROMANI ÜZERİNE
Hayati Özkaya art arda yayımladığı iki güzel eserle hikâye ve roman dünyamıza kalıcı bir adım attı. Konusunu içinde yaşadığı için yakinen bildiği, birçoğuna tanık olduğu olaylardan ve şahıslardan seçtiğinden anlatımı gerçeklerle büyük ölçüde örtüşüyor. Edebiyat öğretmeni olmanın hakkını veriyor; akıcı bir üslubu var; Türkçeyi güzel kullanıyor. Romanın kahramanlarının yer yer uzun diyaloğu olsa bile bunların olaylarla bağlantıları kesilmediğinden ilgiyle okunuyor.
Osman OKTAY - Dertlerin üstünü örtüp bir şarkıcının peşine düşmek!!
Zamlar, vergiler, enflasyon, faiz, doğalgaz, akaryakıt, elektrik, geçim sıkıntısı, Yap İşlet Devret, Müşteri Garantili yollar, köprüler, hastaneler, virüs belası gibi bin bir derdimiz ortada dururken ve bu konulara çözüm beklerken yeni bir “dert” daha ortaya atıldı: 4 – 5 senedir ortalıkta duran bir Sezen Aksu şarkısının sözleri yeni duyulmuş gibi servis edildi ve iş “dil koparılmasına” kadar vardırıldı. Durumdan vazife çıkaran bir grup gidip şarkıcının evinin önünde bağırıp çağırdı. Bir karikatürist de haklı olarak o grubu Ajda Pekkan’ın evine yönlendiren çizgiler çizerek dalgasını geçti. Sebep, O da herhalde yarım asır önce “Aşk bir yalan, Adem’le Havva’dan kalan” diye bir şarkı söylemişmiş de “miş miş…” Türkiye’miz böyle gülünç durumlara düşürülüp gündem öylesine saçma konularla meşgul edildikçe gerçeklerle yüzleşilemeyecektir ve galiba yapılmak istenen de budur.
Gerçekten bu işlerin sonu ne olacak?
Hangi işlerin diyorsunuz elbette!
Ülkede ekonominin geldiği durumun sonu ne olacak diye soruyorum. Bunun cevabını bilen var mı acaba.
Cemaat, tarikat yurtlarında yaşanan akıl almaz olayların, gencecik insanlarımızın başına gelen işlerin sonu ne olacak diye soruyorum. Bu soruların da cevabını bilen var mı acaba.
Mehmet Ali KALKAN - Ahmet Tevfik OZAN
Gönlümden...
Elhamdülillâhi Rabbil âlemin...
"Lor peynürü, galın ekmek, duz getür,
Çıh Harput'un tepesinden buz getür,
Şehidime örtü için bez getür,
Gız, daliken devrülesin tez getür."
Osman OKTAY - DİN ELDEN GİDERSE İŞTE BU YÜZDEN GİDER!
“Din elden gidiyor” lafı Osmanlı’nın son dönemlerinden beri milletimizin başına bela olmuştur. Ancak geçen zaman içinde anlaşılmıştır ve anlaşılmaya devam etmektedir ki, din elden giderse “Din adamı”, “Tarikat Şeyhi”, “Cemaat Lideri” kisvesi altında bulunan birtakım zevatın hal, hareket ve söylemleri ile elden gidecektir. Değilse sade vatandaşlarla dini vecibelerini yerine getirmeyenlerin dine verdikleri bir zarar yok. Herkesin vebali, günahı kendi boynuna.
Osman OKTAY - “YUNUS EMRE VE TÜRKÇE YILI”
2014 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’ne getirilen Nazif Yılmaz isimli kişinin, “Türkçe öldü. Arapça öğretilirken ikinci bir dil kullanılmaması gerekir. Öğretmenler öğrencileri ile ancak Arapça olarak diyalog kurabileceklerdir. Öğrenci öğretmeni ile teneffüslerde ancak Arapça konuşabilir. Ya konuşur, ya da yanında tercüman getirir” demişti. Bu ifadeleri o sıralarda gündeme getirilse de sanki unutulup gitmişti. Ancak iktidar çevreleri kendisinden çok memnun kalmış ve ilgili şahsın bağlantılı olduğu söylenen vakıf ve derneklerin arzuları baskın çıkmış olmalı ki daha üst bir göreve, Milli Eğitim Bakanlığı Bakan Yardımcılığı’na getirildi. Bir üst durakta da Milli Eğitim Bakanı olacağı söyleniyor.
1993 yılından beri Köşe Yazarlığı yapmaktayım. Ayıca 20 yıl da Televizyon Programcılığı yaptım. Bu işleri fahrî olarak yaptım. Yani, Gazeteci Hüviyeti ile değil dışarıdan bu işlere dahil oldum. Bu arada şunu da hemen eklemeliyim ki, gerek yazı yazdığım gazetelerde, gerekse program yaptığım televizyonlarda ne gazete, televizyon sahipleri ve ne de yöneticileri yazıma ve programıma asla müdahalede bulunmadılar. Bu nedenle onlara teşekkürlerimi iletmeliyim. Çünkü bu işlere devam etmeme gerekçe oluşturmuş oldular.
Neden bunları yazdım? Çünkü, bir yazardan ve televizyon programcısından beklenen genellikle güncel konuları yazması ve işlemesi olmaktadır. Oysa, ben, günlük konular yanında tarihe not düşecek konuları da işlemeyi istemekte ve biraz da onun için emek vermekteyim. Elbette kaçınılmaz olarak işlenecek güncel konular olduğunda gereğini yapmalıyım ve de yapmaktayım.
Bugün de bu kadar ağır güncel konular varken bir kaçamak yapıp Batı Medeniyeti denilen konu ile ilgili bir temel atmak düşüncesindeyim.
Mehmet ÖZCAN - TARİKATLARIN TİCARİ ÖRGÜTLENMELERI VE DEVLETTE KADROLAŞMASI
1970-80 yılları arasında Devrimci ve Ülkücüler sokak çatışmaları ile enerjilerini birbirlerine boşaltırlarken, Siyasal islamcılar ticaret ve sanayi hayatına el attılar..Milli Nizam Partisi vasıtasıyla koalisyon hükümetlerinde yer alıp, yatırımcı bakanlıklarda sessizce kadrolaştılar.
-Kadrolaşmanın en yoğun olduğu yer, Devlet Planlama Teşkilatı, Sanayi Bakanlığı ve Devlet Sanayi İşci Yatırım Bankası(DESİYAB) idi..
-O tarihlerde Cemaat ve Tarikatlar büyesinde yüzlerce "Çok Ortaklı Anonim Şirketler"kuruldu. Resmini koyduğum DPT tarafından hazırlanan yatırım projeleri ile Sanayi Bakanlığından "Teşvik Belgesi" alan işbu şirketler, gene aynı bakanlığa bağlı olan Devlet Sanayi İşci Yatırım Bankasından (DESİYAB) aldıkları faizsiz krediler ile fabrikalar kurup, sanayici oldular..1988 yılında Turizm Bankası ile birleşerek T.Kalkınma Bankası adını alan DESİYAP adlı banka 1975 de zaten bu amaçla kurulmuştu..Elinde iyi bir yatırım projesi olupta, finansman sıkıntısı çeken Çok Ortaklı Anonim Şirketler'e finansman desteği vermek bu bankanın görevi idi..DESİYAB'ın mevzuatına göre bunun da tarifi yapılmıştı..AŞ.deki her bir ortağın sermaye payı %10 geçmeyecek ve en az 200 ortaklı olacak. Her tarikat de zaten mürit sayısı olarak bu tarife fazlasıyla uyuyordu..DPT nin hazırladığı örnek projeler de kağıt üzerinde çok rantabldı. Sözkonusu banka, nakit para vermek yerine, tesisin kurulumunu yapıp üzerine de ipotek koyduktan sonra şirkete teslim ediyordu. Bankacılık dilinde buna ayni (mal-makina) kredi deniliyor.
Prof. Dr. Esat Arslan - Asya’nın Polonya’sı: ‘Kazakistan’
Kazakistan’da yaşananları yakinen, bir bir izledikten sonra, 15 Temmuz 2016 gecesi Türkiye’nin nasıl direkten döndüğü çok daha iyi anlaşılmaktadır, sanırım. O tarihte Türkiye’nin maruz bırakıldığı güdülenen ve enjekte edilen olaylar dizini Kazakistan’daki olayların adeta bir kopyası gibi cereyan etmiştir. Türkiye’de darbecilerin başarıya ulaşamamasındaki en büyük etken Türk halkının demokrasi deneyimidir. Zaman içerisinde kulluktan birey ve demokrasisine sahip olmayı öğrenen milletin tek yürek halinde sokaklara dökülmesi ve darbecilere karşı durması olmuştur. Halk egemenliğine karşı bir hareket olarak görmüştür. Çünkü egemenliğin sahibi kayıtsız şartsız milletin, kendisidir. Yaşanan darbe girişimi ve ardından milletin meydanlardaki demokrasi nöbeti sonucu demokrasi daha bir sağlamlaştırılmış ve pekiştirilmesi sağlanmıştır.
Küresel salgından altı ay önce 2019 yılının bahar aylarında ‘Amuderya ve Sirderya’ diğer bir deyişle ‘Ceyhun-Seyhun’ Nehirlerinin mansabına kadar gittiğim babamın deyimiyle ‘Türkistan-ı Şarki’ coğrafyasında dolaşırken hep dikkatim atların develerin eşkin bir şekilde gezindikleri Türkistan ovalarında olmuştu. Neden demiştim, bütün Asya'yı Avrupa'nın yarısını istila eden Cengiz Han’ın, Timurlengin bu verimli coğrafyayı bırakarak batıya uzamalarının sebebi ne idi? Bir iç deniz olan “Issık Deniz”in kurumasıyla değişen coğrafî koşullar nedeniyle Türklerin yaşanısı bu güzel toprakları geride bırakarak batıya göç etmiş oldukları şartları anlayabiliyordum. Issık Deniz çekilmesiyle birlikte batıya göç hızlanmıştı. Artık Asya’nın ortası, yeryüzünün kalpgâhı büyük nüfusu besleyebilecek kadar geniş bir yer olmaktan çıkmıştı. Ama…