Anasayfa
1923’Ten 2023’E Yüz Yıl Yazıları-IV: “Bugün Yirmi Üç Nisan Hep Neşeyle Doluyor İnsan”
“Bugün yirmi üç Nisan/ Hep neşeyle doluyor insan”
Çünkü bu takvim yaprağı her yıl Türk milletine, müthiş bir heyecan ve mutluluk verirken aynı zamanda ona yeniden doğuşun habercisi olan Ergenekon destanını hatırlatır.
ATEŞİ YENİDEN YAKMAK YA DA ÖMER SEYFETTİN’İ ANLAMAK
Burcu Bolakan
M. Hayati Özkaya’nın yazdığı Ateşi Yeniden Yakmak adlı eser lisede arkadaşlık etmiş daha sonra yolları ayrılmış iki değerli insanın Münferit Kitabevi’nde buluşmasıyla başlar. Arkadaşlar ilk buluştuklarında yılların hasret duygusu ile birbirlerini kucaklarlar.
Yusuf, Münferit Kitabevi’nin sahibidir; İlhan ise doktor olmuştur. İki eski arkadaş saatlerce ayrı kaldıkları yıllarda başlarından geçenleri birbirlerine anlatacaklardır.
BAK POSTACI GELİYOR HAKKINDA BİRKAÇ KELAM…
PERVİN ÖZDEMİR
Kitabı, ilk açtığımda tanıdık, bildik bir dost gibi gülümseyen, Abdürrahim Karakoç ile karşılaşmam benim için doğrusu hoş bir sürpriz oldu. . Zira bu değerli, zatın şiirleri; Türk edebiyatında her zaman sadeliğin, duyarlılığın, aşkın doruğundadır. Doğru bildiğini cesurca dile getiren, memleket ve insan sevgisiyle tanınan Abdürrahim Karakoç, hiç kimseye eyvallahı olmayan haksızlık karşısında dik duran nadide bir kişiliktir. Kitabınıza böylesine değerli bir şairin dizeleriyle başlamanız çok isabetli olmuş diye düşünüyorum.
1923’ten 2023’e yüz yıl yazıları- III Mehmet Hayati Özkaya
En büyük savaş, cahilliğe karşı yapılan savaştır!
Takvimler 1920’yi gösterdiğinde Osmanlı devletine başkentlik eden üç büyük şehir Bursa, Edirne, İstanbul ne yazık ki düşman ayaklarının altında çiğnenmekten kurtulamamıştı. Altı asırlık bir ömür hiç de kabul edilemeyecek bir şekilde tarih sahnesinden çekilirken şanla, ihtişamla dolu hatıralar yerini boynu bükük bir perişanlığa bırakmıştı.
Hele Osmanlının doğuşuna şahitlik eden Bursa’nın 8 Temmuz 1920’de işgali Türk’ü kalbinden yaralamış, ona acıların, kederlerin en şiddetlisini tattırmıştı.
Mehmet Hayati ÖZKAYA
1923’Ten 2023’E Yüz Yıl Yazıları-II: İstiklâl Yolu
“Tanrım şahit, duracağım sözümde;
Milletimin sevgileri özümde”
Mehmet Emin Yurdakul
Türkiye Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk 1926 Haziranında “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!” demiş. Neden böyle demiş, niçin böyle demiş demeden, yani İzmir suikastından, suikastçılarından falan bahsetmeden, sözün birinci cümlesini geride bırakıp hemen ikinci kısmına geçmek istiyorum.
BAK POSTACI GELİYOR ÜZERİNE NOTLAR…
Hamit TAYMAZ
M. Hayati Özkaya bu eseriyle Türk edebiyatına çok önemli bir eser kazandırmıştır. Yazarın dört kitabını da okudum. Dördünde de duru Türkçe, sürükleyici, akıcı, satırlar ve hayalle gerçeğin iç içe sahnelendiği heyecan dolu olaylar var. Ama “Bak Postacı Geliyor” da ne yok ki? Aşk, tarih, şiir, bilgi, belge, özelin özeli olaylar, haber, derinlik ne ararsan var, Kırk Ambar gibi…
BAK POSTACI GELİYOR - Burcu BOLAKAN
"Bak Postacı Geliyor” mümtaz bir kalemin bizlere kazandırdığı mükemmel bir eser olma özelliği taşıyor. Günümüz dünyasında unutulan hatta neredeyse hatıralardan silinmek üzere olan bazı değerlerimiz vardı bizim. Mektuplaşmak da bunlardan biriydi. Şimdilerde mektuplaşmanın yerine sosyal medya hesaplarını kullanıyoruz.
Şair Enis Behiç Koryürek 1916’da Budapeşte Başşehbender Vekili olarak görevlendirildiğinde bu şehirdeki Başşehbenderimiz(Konsolos) “Çağlayanlar” ın yazarı Ahmet Hikmet Müftüoğlu’dur. Bu iki edebiyatçının buluştuğu diyar, 150’yıldan fazla bir süre Osmanlı devletinin hâkimiyetinde yaşamış bir beldedir ki bugün hâlâ bu topraklarda izimiz, sesimiz, sözümüz yankılanmaktadır… Öyle ki biri ne zaman bize Tuna’dan, Budin’den söz etse kulaklarımızda o yaman türkü hemen çınlamaya başlar:
BİRAZ ESTETİKTEN, BİRAZ ŞAİRDEN,
BİRAZ ŞİİRDEN KONUŞMALAR…
“Ey şair, sen hiçbir şeyi açıklamıyorsun ama her şey seninle açıklanıveriyor.” Paul Claudel
Benimki kitabın ortasından konuşmak değil olsa olsa kitabın ortasından okumak gibi bir şey diyerek Suut Kemal Yetkin’in “Estetik Doktrinler” kitabının 131. sayfasını açıyorum. Karşıma bir melodi gibi akıp giden bir isim çıkıyor: Georg Wilhelm Friedrich Hegel.
1770-1831 tarihleri arasında yaşayan bu Alman filozofun yani bilgeliği seven adamın düşünce dünyamıza hediye ettiği birçok eser var. Bu eserlerin hepsi mutlaka pek kıymetlidir; ancak şu anda bizim yazımızı ilgilendiren onun “Estetik Dersler” eseridir. 1818-1829 ders yıllarında kullandığı ve her seferinde genişlettiği ders notlarıyla, öğrencilerinin tuttukları notların birleştirilmesinden oluşan Estetik Dersler eseri ki ölümünden sonra basılmış ve Avrupa’da hayranlık dolu bir ilgi ile karşılanmıştır.
Suut Kemal’e göre Hegel’in Estetik Dersleri, 19’uncu yüzyılın estetik düşüncesi üzerinde son derece etkili olmanın yanı sıra sanat felsefesiyle birlikte sanat tarihi için de büyük bir değer taşımaktaymış. Bu eser “Giriş” kısmıyla birlikte, “Sanatta Güzel”, “Sanatın Aldığı Genel Biçimler”, “Güzel Sanatların Sınıflandırması” gibi bölümlerden meydana gelmekteymiş.[1]
Şehirler dikeyleşerek genişlediği için artık bizim çocukluğumuzun ve gençliğimizin geçtiği sokakları ve o sokakları meydana getiren sırt sırta vermiş, yan yana durmuş, sırdaş mekânları, konu komşu evlerini bir arada bulmak epeyce zorlaştı.
Hâlbuki sokak bir zamanlar hayatın tâ kendisiydi. Her evin kapısından hayatın eşiğine atılan adımlar, tekilden çoğula, benden bize dönüşerek sokağın ortasında buluşurken sevinçler de kederler de aynı potada erimekteydi. Bu özelliğiyle sokak her bakımdan şehrin can damarıydı. Ne yazık ki bugün derdine derman, sevincine ortak bulamayan insanlar, kalabalıkların arasında kaybolup giderkenher biri birkaç sokak büyüklüğünde üste üste konmuş konutların, apartmanların, sitelerin, residencelerindünyasında bir ömür sürmekteler.