Oğuz Özkaya Ağabey

 

 

Mehmet Ali KALKAN 

Oğuz Özkaya Ağabey

 

Yıl 1975.

Eskişehir Motor Sanat Enstitüsü'nü bitirmiştim. Bir an önce işe başlamam lâzım diye bir kaç yere iş başvurusunda bulundum. Yaşım on yedi idi. Bazı yerler askerliğimi yapmadım diye almadılar, bazıları yaşımın küçük olduğunu söylediler.

Gölcük Tersanesi'ne de başvurmuş, yazılı imtihana girmiş, mülakata tabi tutulmuştum. İmtihanı kazandığımı, ancak 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekâtına katılan kişileri öncelikle işe başlatacaklarını, bize de bilahare yazı yazacaklarını söylediler.

Bir ay kadar sonra postacı aynı gün iki zarf getirdi.Zarfın birisi Gölcük tersanesinden geliyordu, "şu şu evrakları tamamlayıp iş başı yapın" yazıyordu. Diğeri de üniversite sınav sonucu idi, Adana Mühendislik Yüksek Okulu, İnşaat Bölümünü kazandığıma dair belge.

Birinden birini tercih etmek lâzımdı. Babam "bizim ailede hiç üniversite bitiren yok, sen üniversiteye git. Allah izin verirse ben seni okuturum. Sen de okulu bitirirsen, benim de ömrüm yetmezse kardeşlerini okutursun" deyince Adana yolu göründü.

 

Yeşil bir bavula bir şeyler koydular, Adana'ya giden bir otobüse bindim. Şimdiki gibi askere, okula çocuğunu götürüp herşeyiyle ilgilenmek yok daha o devirlerde.

Yollar da şimdiki gibi değil. Gülek Boğazı'ndan geçiliyor kıvrıla kıvrıla. Yol tek yönlü. Önünde bir kamyon varsa Toroslar bitene kadar takip edeceksin. Eskişehir- Adana arası on iki saat sürüyor. Şöyle yazmıştım;

 

Tam on iki saat sürecek yol,

On ikiden vurulmuş bir gün daha oynayacak yerinden,

Gurbet korkusu değil içimdeki,

Sen...

 

Adana'da otobüsten indim Kuruköprü Meydanı'nı sordum. O tarafa doğru giderken birisi bavulumu göstererek bir şeyler aktığını söyledi. Adliyenin yanında kaldırımın kenarına oturdum, bavulu açtım. Annem bu çocuk yolda acıkır diye domates, kaynamış yumurta falan koymuş. Akan ezilen domateslerin suyuymuş.

 

İşlerimi bitirdim.

Babam gitmeden önce "Adana'da bizim köylü bir akrabamız var, onlara da uğra." diye elime bir adres verdi. Meydan Mahallesi, falan numaralı sokak. Bir kaç metrelik sokaklardan geçerek aradığım adresi buldum.

Bahçe içindeki bir kaç evden birisiydi akrabalarımın evi. Altlı üstlü birer odadan ibaretti. Alt katta mutfak olarak da kullanılan bir oda ve onun üstünde dışarıdan merdivenle çıkılan bir başka oda.

Adana'daki akrabalarımı bu yaşıma kadar hiç görmemiştim. Uzaktan akrabamız oluyorlarmış.

O gece beni bırakmadı Zeynep Yenge ile Veli Abi.

Sabah kalktım yurda başvuracağım evraklarım vardı, onları aradım bulamadım. Telâşlı halimi gören yengem "Sen ta Eskişehir'den buraya okumaya geleceksin, sonra da gidip yurtta kalacaksın, biz burada iken hiç yakışık alır mı? Ben sakladım onları. Okul başlayınca doğru buraya gelip bizde kalacaksın" dedi.

 

Mahalle tam o dönemin kurtarılmış bölgelerinden biri. Neredeyse her sokak başında bir dernek. Sol sloganların yazılı olmadığı bir tek boş duvar yok. Beni tanısalar zaten sokmazlar. Ev, yengemler için bile küçük, üstelik bir de çocukları var.

 

Okul açıldı, orada kalmaya başladım. Veli Abi Milli Mensucat Fabrikası'nda çalışıyordu. Bir gün "bizim fabrikada bir arkadaş var, tam senin kafana uygun, seni onunla tanıştırayım" dedi. Tanıştık sonra Şeref Ağabey ile. Samimi, hilâl bıyıklı, uzun boylu, güzel bir insan. Şeref Ağabey de beni bir dermeğe götürdü, adı Adana Kültür Derneği.

 

Zeynep Yengem ile Veli Ağabey'in evlerine çekine çekine gidiyordum ama çok güzel günler geçirdim. Beni el üstünde tutuyorlardı. Yengemin bizim görmediğimiz biber salçasıyla yaptığı yemekleri hâlâ özlerim. ( Sonra yeniden Eskişehir'e döndüler. Her ikisi de, Şeref Ağabey de rahmetli oldu. Mekânları cennet olsun.)

 

Adana Kültür Derneği geniş bir salon, mutfak, banyo, tuvalet ve dört odadan ibaretti. İki balkonumuz, ayrıca bir de terasımız vardı.

Salonda her görüşten gazeteler bulunurdu. Zımbalanıp ay sonunda her gazete ayrı ayrı cilt yapılır,  arşive kaldırılırdı. Yine salonun iki yanında üzerinde kilimler ve sırtımızı dayadığımız hasır yastıklar bulunan sedirimiz vardı. Sehpa olarak da üçüncü kata nasıl çıkarıldığını bilemediğim, iki insanın ancak kucaklayabileceği kütükten sehpalarımız bulunurdu. Sehpanın üzerinde de bazen saklama kabı olarak kullandığımız kocaman radyo.

 

Bir oda başkanlığa aitti. Bir oda oturma odası olarak kullanılıyordu, televizyon vardı. Bir diğer oda da yatakhane olarak görev yapıyordu. Antrede de satışa sunulan kitaplar.

 

Ben de oraya taşındım bir müddet sonra. Son üç senem Adana Kültür Derneği'nde geçti.

 

12 Mart 1971 muhtırasından sonra diğer dernekler gibi Türkçüler Derneği de kapatılmış. Necdet Özkaya Ağabey Adana Kültür Derneği'ni kurmuş ve başkanlığını yapmış.

 

Ayvaz Gökdemir Ağabey, Öğretmen Okulları Genel Müdürü olunca beraber çalışmak için ilk davet ettiği kişi arkadaşı Necdet Özkaya olur.

Benim derneğe gittiğimde başkan Oğuz Özkaya Ağabey idi.

 

Dernekte ne güzel sohbetler olurdu. Okuduğumuz kitapları tartışırdık. Seminerler verilirdi. Bazı konuları aylarca okuyarak, araştırarak biz hazırlar, haziruna biz aktarırdık. Hem araştırmayı, hem topluluğa hitap etmeyi öğrenirdik. Hazırladığımız seminerleri bazıları şunlardı. Eğitim Enstitüsü öğrencisi Mustafa Yeşil "Ömer Seyfettin'in Hikâyelerinde Ülkücü Tiplerin Tespiti", Kadim Macit'in "Mevlâna'nın Mesnevisi", Yavuz Özkaya'nın "Güzel Türkçemiz", Mühendislik talebeleri olarak Osman Kurban'ın "Ahi Teşkilatı", benim "Kültür ve Medeniyet."

 

Yurdun muhtelif yerlerinden ağabeylerimiz gelir, belli bir konu hakkında konuşma yaparlardı. Ayvaz Gökdemir, Acar Okan, Cezmi Bayram, Galip Erdem, Sadi Somuncuoğlu, İbrahim Metin, Prof. Dr. Orhan Düzgüneş gelen büyüklerimiz arasındaydı.

 

Oğuz Ağabey hayatta tanıdığım en güzel insanlardan biriydi. Yanında ayak ayak üstüne atmaz, sigara içmezdik. Bu herhangi birinin söylemesiyle falan değil sadece bizim Oğuz Ağabey'e duyduğumuz saygıdan dolayı idi.

Bazen bize "ev yemeğini özlemişsinizdir" diye evde yaptırdığı yemekleri getirirdi.

Biz üç aydan üç aya kredi alırdık. Bazen de evden para gelirse çok miktarda paramız olurdu. Çay içmeye ya da yemek yemeye gittiğimizde, yanımızda Oğuz Ağabey varsa para veremezdik. Bir gün ısrar etmemiz üzerine şöyle söylemişti; "Şimdi sizin  üzerindeki  paranız benden çoktur, olabilir. Ama ben buradaysam öderim. Sizden de isteğim şu olur belki, yarın okulu bitirip iş güç sahibi olduğunuzda siz de sizden sonrakilere yapın."

"Yemek yemeyi, su içmeyi, unutmadığınız gibi kitap okumayı da unutmayın" diye sıkı sıkı tembih ederdi. Sınırı da günlük elli sayfaydı. Aradan seneler geçmesine rağmen elime kitap alışımda hep bu sözler aklıma gelir. Elli sayfayı geçmediğimde suçluluk duygusu yaşarım.

 

Kısaca Oğuz Ağabey bizim maddi manevi her şeyimizle ilgilenirdi.

 

Bunlar hep 1975- 1980 arası olan faaliyetlerimizdi.

O dönemde İnsan Yaşadıkça Ölür adlı bir tiyatro koymuştuk sahneye Adana Kültür Derneği olarak. Arzu Sineması'nda idi, oyun oynanan yer.

Aşıklar Gecesi yapmıştık. Adana'nın, Çukurova'nın tanınmış bütün aşıkları gelmişti. Açık hava sinemasında olmuştu bu gecede.

 

Gişede ben duruyordum. O dönem meşhur James Bond çantaları vardı. Tıka basa para ile dolmuştu çanta.

 

Oğuz Ağabey'in çalıştığı iş yeri kapanınca kitapevi açtı, adı Oğuz Kitapevi idi. Her fırsatta gittiğimiz, kitap aldığımız, sohbet ettiğimiz, huzur bulduğumuz bir yerdi.

 

Bir gün kitapevinde oturuyorum. Hemşire olduğunu öğrendiğim bir hanım bana "hangi ortaokulda okuduğumu" sordu. Oğuz Ağabey o meşhur kahkahalarından birini atmıştı. Üniversite sonda idim o zaman.

Gerçi o kadar küçük görmesi de normaldi. Dernekte çay işlerine bakan Harun orta okul talebesi idi ama okul tatillerinde bıyık bırakırdı. Bende sakal bıyık hak getire. Herhalde Çukurova her bakımdan mümbitti.

 

1980 öncesi Türkiye'nin her şehri karışıktı ama Adana bir başka karışıktı. Hemen her gün ölümlü, yaralamalı kavgalar olurdu, hele Ecevit hükümeti geldikten sonra iyice azmıştı anarşi. Tam kan gövdeyi götürüyor denilen yer idi Adana.

 

12 Ocak 1979 tarihinde Oğuz Ağabey ve iki kardeşi işlerine gitmek için evden çıktıktan bir müddet sonra komünist militanların silahlı saldırısına uğramışlardı. Kardeşi Yavuz Özkaya şehit olmuştu. Oğuz Ağabey de bir gözünü kaybetmişti. Bir Cuma sabahıydı;

 

Bir Cuma sabahında,Yürüyen üç hilâldi,

Davaları mukaddes, Dünyaları helâldi.

...

Yüreğimizde ok ok, Hasreti kanat olsun,

Sayfalarda Yavuz yok, Kalanlar âbâd olsun.

...

Yavuz girer rüyama,Şehitlerdir bize yâr,

Ağabeyim yok ama, Ağabeyim Oğuz var.  diye yazmıştım.

 

Yıl 1978 olabilir.

Yılbaşı yaklaşırken bir bildiri dağıtmıştık, bildiriyi Oğuz Ağabey kaleme almıştı, şöyle diyordu;

"Noel'iniz kutlu olsun.

Hediyelerinizle, tebriklerinizle, yeni yıl dileklerinizle, süslü ağaçlarınızla; radyoda, televizyonda ve eğlence yerlerinde düzenlediğiniz hususi programlarınızla Noel'iniz kutlu olsun!

Vahşi kabilelerin ateş ayinlerini andıran danslarınızla; şaraplarınız, şampanyalarınız, rakılarınızla... Noel'iniz kutlu olsun.

Ve sizler eyyy!

Leyle-i Regaip'i unutup Hristiyan Batı'ya boyun eğdiğiniz için, havasında anarşinin kaynaştığı, fikirsiz, davasız, vicdansız üniversitelerden vatanı kurtarıp Millet Üniversitesi yapamadığınız için; bir yandan devleti kemirirken halkımızı da sistemli bir şekilde istismar eden inançsız basına ahlak, ülkü ve mesuliyet ciddiyeti kazandıramadığınız için;

Noel'iniz kutlu olsun!

Büyük halk yığınlarını emrinde çalıştırarak kendi saadetlerine alet eden istismarcı ağalarla patronların hasis menfaatlerine "dur" diyemediğiniz için;

Halkımızı vaatlerle aldatıp, devlet nimetlerini paylaşmaktan bir türlü doymayan particilerin ve politika adamlarının sefil ihtiraslarına son vermediğiniz için;

Noel'iniz kutlu olsun."

Bildiri böyle devam ediyor ve şöyle bitiyordu;

"Ve biz ne için varız?

İkbal hırsıyla yanıp da yoksulları göremeyen kör gönüllerin gafletinden milletimizi uyandırmak için;

...

Kapitalizm ve Komünizm diye Batı dünyasının bize verdiği bu iki kara reçeteyi Batılılaşma ihaneti içinde bulunan yarı aydınların boynuna geçirmek için;

Yaradılanların en şereflisi olan insanın sömürülmesine karşı çıkmak, İslam ahlakına dayanan bir cemiyet düzeni kurmak için,

Nihayet her varlığı kendi nefsi için tasarlayan ruhları bencillikten kurtarıp merhameti canlandırarak Allah'a ulaşmak için..."

Bildirinin bir kısmı böyleydi. Ulu Camii önünde dağıtırken kimi "1cami önünde Noel'iniz kutlu olsun denir mi?" diye konuşurken kimi de "Onlar tersten yazmış" diye cevap veriyordu.

Yanlış anlaşılmasın yıl dediğim gibi 1978 olabilir.

Yıllar sonra Adana Kültür Derneği'ni ve arkadaşları şiirle dile getirmeye çalışmıştım, şöyle başlıyordu;

Sandığa koyduk dünleri,

Unutulmaz unutulmaz.

Sıcak Adana günleri,

Unutulmaz unutulmaz.

 

Oğuz Ağabey için şunu yazmışım;

Bırakmadı bizi yaya,

Düşürdü kutlu sevdaya,

Kökümüz Oğuz Özkaya,

Unutulmaz unutulmaz.

 

Bunların bir kısmı benim hatıralarım, bir kısmını da bizim o günlerimizi yazan Mehmet Hayati Özkaya'nın P.K.546 adlı kitabından aldım.

Osman Kurban vardı Kayseri'li. Aynı sınıftaydık, dernekte beraber kalıyorduk, neredeyse yirmi dört saatimiz beraber geçerdi.

Sırası geçmesin aman,

Her günümüz geçti yaman,

Kayseri'li Osman Kurban,

Unutulmaz unutulmaz.

 

Bankalar Lokantası vardı Ali Abi'nin, bizden yemek parasının üçte birini ancak alırdı. Biz de zaten bir kap yemek yiyebilirdik Osman'la, paramın ona yeterdi.

Hiç tam almadı hesabı,

İşlem yaptı almış gibi,

Lokantacı Ali Abi,

Unutulmaz unutulmaz.

 

İşte bir gün o lokantaya gittik Osman'la, yemek yiyoruz baktım Osman bir de sütlâç yiyor. Kızdım tabi. "Osman sütlacı ne zaman söyledin?" deyince şaşırdı. Bir bana baktı, bir sütlâca, bir karşıdaki adama. Meğer karşıdaki adamın sütlacıymış "Ye oğlum ye" demişti adam.

İşte o Osman şöyle yazmış dernek ve arkadaşlığımız için;

"Başka şehirlerde okuyan bir arkadaşım bir sohbet sırasında dedi ki' ben de üniversitede okudum. Ben de derneklerde, ocaklarda çalıştım ama okul bitince her şey oralarda kaldı ve bitti. Şimdi o arkadaşlarımla bazen tesadüfen karşılaşıyorum, fakat sen arkadaşlarından, Adana Kültür Derneği mensuplarından bahsederken sanki çok yakın bir akrabandan bahsediyorsun gibi geliyor bana."

Halbuki biz akrabadan öteydik.

 

Erol Cihangir de Eskişehir'li idi, o da bizimle beraber kalırdı. Gece gündüz kitap okurdu ve bütün harçlığını kitaplara verirdi. Şimdi Doğu Kütüphanesi Yayınevi'nin sahibi. O da şöyle demiş mektubunun bir yerinde Oğuz Ağabey için;

"Ve hiç şüphesiz şahsiyetimizin kemikleşmesinde, fikrimizin kemale ermesinde müstesna bir yer işgal eden ahir zaman dervişi Oğuz Abi. Nedendir bilmem, Oğuz Ağabey'in soyadını telaffuz etmek içimden hiç gelmediği gibi, soyadının da hep bir fazlalık olarak görürdüm. Çoğu kişi adı, soyadıyla bir anlam kazanırken 'Oğuz' ağabeyi sanki adıyla yaratılmış olmakla anlam kazandığına inanırdım."

 

Oğuz Ağabey'in kardeşi Hayati arkadaşımız, onu aradım, biraz sohbet ettik. Hayati'yi Almanya'ya bir toplantıya çağırmışlar. 450- 500 km ileriden biri de dinlemeye gelmiş ve konuşmanın sonunda "bunu Oğuz Ağabey'e ver" diye beş yüz euro uzatmış. "Ne parası?" diye sorunca arkadaş cevap vermiş;

"Benim yıllar önce halimi gören Oğuz Ağabey cebime beş yüz lira koymuştu. Senin buraya geldiğini öğrenince ağabeyine borcunu ödemek istedim." Oğuz Ağabey'e vermiş parayı Hayati, hatırlamamış Oğuz Ağabey.

 

Eskişehir'de Ali Ulvi Apaydın Ağabey vardı, rahmetli oldu. Onun ön ayak olmasıyla bizim burada kurduğumuz derneğimiz vasıtasıyla konferans vermek üzere Mehmet Dumlu Hoca'yı davet etmiştik. O akşam da Zara, rahmetli İbrahim Erkal ve devlet ses ve saz sanatçıları hiç ücret talep etmeden muhteşem bir konser vermişlerdi . Oğuz Ağabey'i de davet etmiştim, hiç üşenmeden otobüse binip eşi ile beraber Eskişehir'e gelmiş, konser sonrası Adana'ya dönmüşlerdi.

Oğuz Ağabey bir kaç saatliğine Eskişehir'e uğradı, ben de köye götürdüm. Baktı babam tarlada çalışıyor. Hoş beşten sonra "Amca maşallahın var" deyince babam da "var ama takmıyorum" demişti.

 

Bizim neslin en çok kalbi hasar gördü. Hep kalbimizden vurdular

Oğuz Ağabey iki defa kalp ameliyatı olmuştu. On İki Eylül öncesi gazisiydi.

 

Mustafa Kemal Atatürk 19 Eylül 1921 tarihinde "Gazi" ünvanını almıştı. Her 19 Eylül Gaziler Günü olarak anılıyordu.

Oğuz Ağabey de bu yılın Gaziler Günü'nde Rabbine kavuştu.

Oğuz Ağabey bizim sevdalarımızı yazan adamdı.

Adana sıcağında serinlediğimiz çınar gölgesiydi.

Sığındığımız limandı. Pusulamızdı yönümüzü bulduğumuz.

Hep verenlerden oldu bu vatana. Zamanını verdi, emeğini verdi. Kardeşi Yavuz'u verdi, Ahmet'i verdi, arkadaşlarını verdi, gözünü verdi.

Hiç yolundan sapmadı, dimdik yürüdü. Kimseye minneti olmadı.

Ömrü vatan demekle, Türk Milleti demekle, mücadele etmekle geçti.

En son Oğuz Soylular Derneği'nin başkanlığını yapıyordu.

Haftada bir kaç defa konuştuğum, akıl aldığım, sohbet ettiğim Oğuz Ağabey'in sesini duyamamak ne kadar zor olacak.

Yavuz Bülent Bakiler'den son kitabını imzalamasını istemiştim Oğuz Ağabey için, daha gelmemişti. Okuyup üzerinde konuşacaktık daha.

Vefatından bir hafta kadar önce aradığımda "Gaziantep'e kızımın yanına gidiyorum" demişti. "Yenge Hanım direksiyonda, siz de yanında rahat tabi" sözüme "tam da öyle" cevabını vermişti.

 

Pınarın gözesiydi Oğuz Ağabey.

Bataklık içinde nilüfer yetiştirenlerdendi.

O bize dağların arkasını öğreten insandı.

Mekânı cennet olsun.

 
 

You have no rights to post comments

An itibariyle ziyaretci sayısı:

35 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi