Kaptan’a Selamlar…

Şair bu, an gelir dertlenir, kederlenir, sevinir, çılgına döner; neler neler düşünür bilinmez. Bazen kendini anlatır yorgun-argın, kırık dökük kelimelerle; bazen aşka gelir dizi dizi sıralar mısraları: kâh birilerini anlatır kâh bizi. Ve bir gün gelir ki bir yarışmada ödüle layık görülür şiiri.  

İşte o günlerden biridir.  Sene 1946, Cumhuriyet Halk Partisinin düzenlediği şiir yarışması sonuçları açıklanır:

“Yaş otuz beş yolun yarısı eder” diyerek birinciliği kazanan Cahit Sıtkı Tarancı’nın ardından, Gâvur Dağlarından Rivayet, Cebbaroğlu Mehemmed şiiriyle ikinciliğe layık görülür Attilâ İlhan. Yarışmanın üçüncüsü ise Çakır’ın Destanı’ndan şiiriyle Fazıl Hüsnü Dağlarca’dır.

Evet, çoktan unutulduğunu zannettiğimiz bu ödül sıralamasını hatırlatmaktaki maksadımız, “yıllar yılı dost bildiğimiz aynalar”ın edebî dünyamızı nasıl ve ne şekilde yansıttığını yarışmanın ikincisi olan Attila İlhan’ın dilinden ya da bakış açısından anlatmaya hazırlık içindir. Rivayet odur ki Attilâ İlhan lise son sınıftayken amcası kendisinden habersiz bu yarışmaya onu dâhil etmiştir.

Hâl böyle olunca vira bismillah deyip edebiyatın deryasına yavaş yavaş açılalım ama önce “Kaptan” lakabıyla tanınan Attilâ İlhan’a kısaca bir gidelim:  

15 Haziran 1925'te Menemen'de doğar. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken mektuplaştığı bir kıza bir mektubunda Nâzım Hikmet’in bir şiirini yazar. Mektup ele geçince de tabiî ki hapı yutar. 1941 Şubat'ında, 16 yaşındayken tutuklanır ve okuldan uzaklaştırılır. Gözetim altında tutulur. İki ay hapis yatar.

Türkiye'nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince eline, eğitim hayatına ara vermek zorunda kalır. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazanır ve İstanbul Işık Lisesi'ne yazılır. 1946'ta mezun olur. İstanbul Hukuk Fakültesi'ne kaydolur. 1948'de ilk şiir kitabı Duvar'ı yayınlar.

Fakültenin ikinci sınıfındayken yeni bir maceraya atılır. Nazım Hikmet’i hapisten çıkarma sevdasıyla Paris’e gider.

 O günleri Türk Edebiyat dergisinde[1] kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle anlatır:

 

          “Biz Nâzım Hikmet'i hapisten kurtarma komisyonu kurduk Paris'te ve Nâzım Hikmet'i kurtarmaya çalıştık. Fransız Komünist Partisine gittiğimiz zaman bize verdikleri cevap: "Biz böyle bir adam tanımıyoruz" oldu. Biz hapiste anası ağlıyor,  ölecek diye yırtınıyoruz… Neden sonra Moskova'dan cevap geldi. Nâzım için "Bu herif Trockist" dediler.

Ama daha sonra...Sartre ilgilendi. Jean Paul Sartre'a Nâzım'ın şiir tercümeleri götürüldü.Ona denmiş ki böyle bir şair var hapiste. Belkiuluslararası bir destek olursa adam kurtulacak, ona yardımcıolun demişler. Şair mi demiş, sadece bunu sormuş.  "Bir şairhapiste olur mu?" demiş. Hemen benimsedi, şiirlerini bastı Nâzım'ın. 0 zamanlar beyannameler filândağıtıldı. Toplantılar yapıldı. Toplantılarda ben de görev aldım.Çıktım şiir okudum filân. Bunlar yapıldıktan sonra yavaşyavaş kamuoyunda Nâzım Hikmet sempatisi olunca, komünistlersahip çıktılar…”

 

Altı yıl boyunca Paris- İstanbul- İzmir arasında gider gelir. Çeşitli gazete ve dergilerde çalışır. Babasının ölümü üzerine İzmir’e döner. Demokrat İzmir gazetesinin genel yayın yönetmenliğini ve başyazarlığını yapmaya başlar. Aynı zamanda Bilgi Yayınevi’nin de danışmanlığını üstlenir.

Şiirler, romanlar, denemeler yazar çeviriler yapar; senaryolar kaleme alır…   

Denemelerini “Hangi” soru sözcüğünün emrine verir:  Hangi Sağ, Hangi Sol, Hangi Batı, Hangi Seks, Hangi Atatürk, Hani Edebiyat, Hangi Laiklik…   

Romanları “Aynanın İçindekiler” genel başlığını taşıyan bir dizi romandan meydana gelir. Eserlerinden bazıları:  Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak, Dersaadet’te Sabah Ezanları…   Malraux’tan, Aragon’dan yaptığıçeviriler raflarda yerini alır.

 

Senaryoları, televizyon dizileri… Kısacası on parmağında on marifet, denilen çapta bir adamdır Attilâ İlhan. 1960’larda Ali Kaptanoğlu takma adıyla birçok senaryoya imza atar. Yalnızlar Rıhtımı, Şoför Nebahat gibi dönemin beğenilen filmlerinde o vardır.  80’li yıllara geldiğimizde artık Attilâ İlhan’ın adını TV dizilerinin senaryolarında görürüz: Kartallar Yüksek Uçar (1984) Yarın Artık Bugündür (1986) Çok güzel dizilerdi onlar, seyredenler bilir seyretmeyenler ise dünyaya geç gelmenin bahtsızlığını yaşar.  

 

Şiirlerine gelince işte burada duruyor ve ilk ödüllü şiiri olan Gâvur Dağlarından Rivayet, Cebbaroğlu Mehemmed şirinden biraz bahsetmek istiyoruz. Babasının Adana-Bahçe Kaymakamlığı’na atanması dolayısıyla Bahçe’de kaldığı dönemde, Gavur Dağları’na ait izlenimlerden yararlanarak yazdığı bu şiir ona kısa zamanda büyük bir şöhret kazandırır. Gelin bu ödüllü şiirden küçük bir bölüm okuyalım:

 

başınızdan duman eksilmesin gâvurdağları

siz hikâyet eylediniz bana

bahçe kazasının kaman köyünden

cebbar oğlu mehemmed'in hikâyesini…

 

demek diz üstü düşmüş mehemmed

kirvesi durdu'nun yanıbaşına

kanlar akar yarasından

al al olmuş çevresinden

köpük köpük gözlerini doldurur

bir başına mehemmed yedi düşman öldürür

mavzerinin namlusu hâlâ sıcak

tutulmaz

ölümün derdi büyük yiğenim

çâre bulunmaz

 

aynı akşam doğurmuş karısı döne

mavi gözlü bir çocuk sarışın

bir avuç toprak sarmışlar altına

ve kemal koymuşlar adını

 

Millî mücadele dönemini anlatan bu şiir, yediden yetmişe Anadolu Türk’ünün vermiş olduğu istiklâl kavgasını dile getir,  o yalın, o sade, o güzelim Türkçeyle.  Ve final sahnesinde, yanmış yıkılmış memleketin içinde yeni doğmuş mavi gözlü, sarışın bir çocuğa Kemal adı verilir… Herhalde “Ya istiklâl ya ölüm!” desin, diye. Çünkü kurtuluş bu tılsımlı sözdedir.

Türk edebiyatının önde gelen şairlerinden Attilâ İlhan, modern Türk edebiyatının toplumcu gerçekçi şiir anlayışının önemli temsilcisidir. Nâzım Hikmet’ten sonra toplumcu gerçekçi sanat görüşüne uygun şiirler meydana getiren şairin, sosyal gerçekçi şiir görüşüne ulaşmasının arkasında birçok kuram mevcuttur.

Hegel’in idealist diyalektiğini, Marx’ın tarihsel diyalektiğiyle harmanlayarak diyalektik materyalizmi sanatının merkezine koyan Attilâ İlhan’ın sanat anlayışını etkileyen en önemli fikir adamı, Rus Marksistlerinden Georgi Plehanov’dur. Sanatkâr, Plehanov estetiğini neden tercih ettiğini şu sözlerle ifade eder:

          “Biri öznel, biri nesnel, iki nedenden Plehanov estetiğini seçiyorum; nesnel neden, 40’lar Türkiye’sinde benim de (tıpkı 20’ler Türkiye’sinde Nâzım’ın olduğu gibi) ‘ sosyalizm’e, ‘ en çok insana, en büyük hürriyet’ şiarıyla gelişim; öznel nedense, aklımın yatmadığı bir şeye buyrukla muyrukla öyle kolay kolay baş eğmeyen yaradılışım!”[2]

Şiir anlayışını Batı felsefeyle sentezlenmiş ulusal bir temel üzerinden kurgular. Türk şiirinin, geleneksel şiir anlayışını terk etmeden modernize olmasını, bir başka ifadeyle halk edebiyatımızı ve divan edebiyatımızı terk etmeden, o zeminden beslenerek batılılaşmasını savunan Attilâ İlhan, ulusal şiir anlayışını benimser…

“Halk şiiri, halk kaynağından fışkıran şiirdir, öyle olunca elbet ekmek gibi öper başımıza koyarız. Bu şiirde Türk halkının yüzyıllardır söyleye söyleye bilediği nice türkü sergileniyor. Türk dilinde en arı, en duru işleniş ondadır.    ” diyen şair, Cebbaroğlu Mehemmed şiirinde de bu düşüncesini pekiştirir. Benzer bakış açısı ile Divan şiirine sırtını dönenlere de karşı çıkar ve  “Türk şiiri, her ikisini de kapsayan geçmişiyle, çağdaş ozanın gönlünce yararlanacağı engin bir hazinedir.” der.

Haklı olarak İleri sürdüğü bu görüşü 1970 yılların başında divan şiirinden aldığı ilhamla nasıl hayata geçirdiğini “bulut günleri” şirininde sergiler.  İlk ve son beyitlere dikkat!

bulut günleridir / akar uykular dumanlı sular gibi

kuytu göllerde salınır rüyalar kuğular gibi

ölümdür bekleriz hükmü dünya bir duruşmadır sürer

ellerimizde yüreklerimiz vurulmuş kumrular gibi

 

Sanatını toplumcu bir duruşla açıklarken hem Garip şiir anlayışına hem İkinci Yeni şiir anlayışa karşı çıkar. Engin “Mavi”liklere açılıp “ulusal bileşim” peşinde koşar. Bu koşuda yalnız değildir. Ahmet Oktay, Ferit Edgü, Özdemir Nutku, Yılmaz Gruda gibi sanatkârların da dâhil olduğu Mavi dergisinin(1952) çatısının altında buluşup yeni bir şiir halkası oluştururlar.

Garipçilerin şiiri vezinden-sesten soyutlamalarına, İkinci Yenicilerin ise şiiri anlamsız söz yığınlarına dönüştürmelerine karşı çıkarak Türk şiirinin yapıyı-ses-vezin-kafiye- temel alarak toplumcu bir perspektifte ilerlemesi gerektiği üstünde dururlar.

İlk şiir kitabı Duvar’ın ikinci baskısının (1959) sunuş yazısında Attilâ İlhan uzunca bir yazı yazar ve özet olarak der ki:

             “Şair mademki kalabalık yaşıyor, mademki herkestir; zulmün, haksızlığın ve kör diktanın krallık ettiği o karanlık günlerde elbette hürriyetin, hakkın ve demokrasinin şarkılarını söylemeğe savaşacaktır…”

Ve der ki:

              “Duvar’daki şiirlerin hemen hemen yarısı bir köşesinden Köroglu, Dadaloglu, Kul Mustafa; bir köşesinden Dertli, Gevheri, Zihni; bir köşesinden de Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Bayramî, Kaygusuz ve benzerlerine yaslanan bir üçgen üzerinde kurulmuşlardır. Bu bizim Garip’in tatlısu frengi alafrangalığına ve snobça tekerlemeciliğine karşı milli, yeni ve halka ait ve yerleşik olanı bulabilmek; dakikalık alaya, anlamsız tekerlemeye doğru hızla yozlaşan şiire beşeri ve sosyal derinliğini verebilmek çabamızdı.”

Ve yine der ki:

              “Yenilerin bir bölümü ayni özcü ve image’ci (imge- görüntü) yoldan giderek harbertesi kuşağının bunalımını vermek istiyedursunlar; bir başka bölümü de yöntemi saçmaya (absurde) indirgiyerek ‘ikinci yeni’ tuhaflığına bulaştı.”

Bu alıntılar da gösteriyor ki Maviciler toplumcu gerçekçiliğin rehberliğinde Türk şiirinde yeni bir ses, yeni bir nefes olma sevdasındaydılar, fakat ömürleri yetmedi. Bu durumu Attilâ İlhan  “Böyle Bir Sevmek şiir kitabının sonuna eklediği bir çeşit itirafnamelerle çekinmeden açıklar. Buyurun, noktasına, virgülüne dokunmadan Attilâ İlhan’a yakışan tıpkıbasım gibi birkaç alıntı size:

            “o tarihlerde, ben de diyalektik bir estetik geçerli bir sloganın kuyruğuna yapışmak; şiirde, romanda he bre onu işlemek sanırdım. Safmışım desem, saf değilimdir pek, tanıyanlar bilir daha çok bilgisizliktendi bizimkisi… ne kitap vardı okuyacak, ne dergi neden sonra dilim fransızcaya dönmeye başlayıp da kefere memleketinde kitapları okuyunca öğrenir gibi oluyorum”[3]

            “toplumsal bir sanat yapmaya mı hevesleniyorsun, aman dikkat, ağzından beylik sosyalistlik lafları düşmediği gibi feodal âsileri, kasaba kabadayılarını, gece kulübü azılılarını kahraman saymayacaksın.

              türk toplumculuğunda otuz yıldır devrimciyle âsi karıştırılmıştır. Ben 40 yıllarında “tevekkeltü teallallah” diye bir tekke ezgisinin devrimci türkü sayıldığını hatırlarım. Köroğlu, Dadaloğlu (Kozanoğlu) çok alışverişleri varmış gibi, oldum olası toplumcuların gözdeleri olmuşlardır. Niye, düpedüz âsidirler de ondan. (…) işçi sınıfı öğretisi, sosyalizm bilimi diye cart cart atıp tutmamıza bakmayın siz, bunlar hep cahillikten, bir de proleteryasızlıktan!

               Şimdi eleştiriyorum ya, öyle miydi zamanında bütün bu yanılgılara ben de düştüm. Hem de nasıl, paris metrolarının labirentlerinde gece yarıları Pir Sultan’dan türküler söyleyen ben değil miydim?”[4]

Neyse lafı fazla uzatmadan, biz de üstadın Hangi Batı’da dediği gibi “özet mözet” diyelim ve onun yazacaklarına temel olsun diye sakladığı özel notlarına bir göz atalım:

1.Batılılaşma sorunu, laçka: Atatürkçü ulusal sanat tezi yerine Tanzimatçılarınkine benzer bir komprador batıcılığını savunuyorlar… Öykünmenin doğal sonucu ulusal bilincin çözülmesi.

2. Şiirde ikinci yeni skandalı: İki bakımdan skandal. a)Biçimciliğin en aşırı uçlarına götürülüşü: “Şiirin amacı hiçbir zaman belirli bir şey anlatmak değildir. İlhan Berk” b) Fakat asıl ayıbı ve önemlisi bu aşırı biçimci şiirin toplumcu geçinen bazılarınca (Fethi Naci, Rauf Mutluay) toplumcu bir şiirmiş gibi inatla okurun önüne sürülmesi. Tehlikeli sonuç: şiirin okurdan kopması.

3. Toplumcu gerçekçiliğin su koyuvermesi: Toplumcu gerçek bir yöntemdir, bir reçete değil. Bu bakımdan schématique (şematik) köy gerçekçileri esthétique (estetik) ağırlığı olmayan romanlar yazıyorlar (Fakir Baykurt) Üstelik toplumculuğu köycülük, köylücülük gibi anlama ve değerlendirme yanlışı.

4.İşporta duyguculuğu: …duygusalla duygucu arasında farka dikkat! Duygucu duygusala oranla, toplumcunun toplumsala oranla yaptığını yapıyor: esnaflık. İkinci yeninin işi aşırı biçimciliğe dökmesi, başkalarının (Oğuzcan, Belli vs…) yanlış bir tepki olarak işi duyguculuğa dökmesine yol açtı… Duygusala evet, çünkü zorunlu; duygucuya hayır, çünkü zorlama!”[5]

İşte böyle Attilâ İlhan,  Cumhuriyet dönemin söyleyecek sözü olan bir yazarı, bir şairidir. Hatta lafı hiç eğip bükmeden söyleyebiliriz ki Attilâ İlhan, bizi birilerini düpedüz taklit etmeye değil, kendi öz kaynaklarımıza davet eden bir düşünce adamıdır. Ona göre münevverin memleket ve dünya meselelerine nereden, hangi yönden bakması önemli değil, nasıl baktığı ve neler söylediği önemlidir.

Evet, yazının sonunda şairin dillerden düşmeyen ve o çok sevilen şiirlerinden birer mısra alarak size takdim ederken sözü yine şaire bırakacak ve hep birlikte “An Gelir” diyeceğiz…

 “Aysel git başımdan seni seviyorum”

“Gözlerin gözlerime değince…”

“O mahur beste çalar Müjgân’la ben ağlaşırız…”

“Ne kadınlar sevdim zaten yoktular…”

 

An Gelir

görünmez bir mezarlıktır zaman

şairler dolaşır saf saf

tenhalarında şiir söyleyerek

kim duysa / korkudan ölür

-tahrip gücü yüksek-

saatli bir bombadır patlar

an gelir

attilâ ilhan ölür. 

    

10 Ekim 2005 Kaptan’a selamlar…

 

 

 



[1] Türk Edebiyatı dergisi, Mart 2002, s. 341

[2] Onur Tınkır, Pamukkale Ü. Yüksek Lisans Tezi,2017,  s. 24

[3] Attila İlhan, Böyle Bir Sevmek, Bilgi Yay. İst. 1976 s.136

[4] Attila İlhan, age. s.144

[5] Attila İlhan, Hangi Batı, Bilgi Yay. İst. 1976 s.138

 

You have no rights to post comments

Köşe Yazarları


Annemin Ardından...
Cuma, 25 Ağustos 2023
...
TÜRK BAYRAMI: NEVRUZ
Salı, 29 Mart 2022
...

An itibariyle ziyaretci sayısı:

120 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi