- Yayınlanma: Pazartesi, 07 Mart 2022 20:05
- Kategori: Mehmet Hayati Özkaya yazar
- Gösterim: 1245
M.Hayati ÖZKAYA - BAK POSTACI GELİYOR XXXVII
Siz Ebülfuruva’yı tanır mısınız?
Büyük ihtimalle tanımazsınız. Müsaadenizle ben size tanıtayım: Ebülfuruva bir hikâye kahramanıdır. İstanbulludur. Doğum tarihi pek belli değil; ancak hikâyedeki yaşı, tahmini 25’tir. Oldukça uzun ömürlüdür, bir asrı geçen bir zamandan beri hep aramızdadır ve epeyce de sağlamdır. Mübarek sanki ölümsüzlük iksirinden içmiştir. Bu yüzden onunla ölümü bir tutmak ya da acaba ölümü nasıl olacak veya ne zaman olacak demek şimdilik hiç mümkün görülmemektedir.
1919’un martında edebiyat dünyamıza merhaba diyen kahramanımız, sadece bir hikâye kahramanı olarak sararmış solmuş bir mazinin sayfalarında kalmamış, hikâyede sergilediği rolle günümüze kadar ulaşmayı da başarmıştır.
Osmanlı devletinin küçüldükçe küçüldüğü, gücünü ve azametini yitirdiği hatta payitahtında ecnebi askerlerin keyiflerince dolaştığı bir dönemde, okuyucuya Ebülfuruva diye tanıtılan bu adam, sanki bir Arap-Fransız ortaklığı gibi hikâyenin tam ortasına düşmüştür:
Arapça “ebu” baba kelimesiyle, Fransızca “froid” soğuk kelimesinin birleştirilmesinden uydurulan ve “soğukluk babası” anlamına gelen bu ilginç isimli adamın en belirgin özelliği, millet ve milliyet kavramlarına hiç sıcak bakmaması ve bu tavrını dünden bugüne gayet iyi taşımış olmasıdır. Hele Türklük ve Türk milleti söz konusu olduğunda, sahip olduğu soğukluk derecesinin birdenbire birkaç kat daha fazlalaştığına Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında şahit olduğumuz gibi günümüzde de şahit olmaktayız. Çünkü ona göre, “İslâm’da milliyet yoktur; Türklüğü reddedip milliyetsiz dindar olmak gerekir.”
Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmak, onun yıkılışını engellemek için bu bir masumane görüş, ileri sürülen bir tezdir diyerek gülümseyip geçebilir miyiz derken hikâyemizin bir diğer kahramanı oldukça saf bir şekilde Ebülfuruva’ya şöyle bir soru sorar:
“Her Müslüman millet, bizim gibi milliyetini, an’anâtını, tarihini, İslamiyet’ten evvelki mazisini inkâr edecek mi?”
Ebülfuruva: “Her koyun kendi bacağından asılır. Biz Arap’a, Acem’e karışmayız. Buradaki Türkler hiç milliyetlerinden bahsetmemeli! Selâmet ancak bundadır!” der.
Milleti ve milliyeti ortadan kaldırarak güya bizi “selâmet”e çıkartacağına inanılan bu yol, ne yazık ki bir felaket gibi nerdeyse 200 yıldır başımızın belâsı olmaya devam etmektedir. Tanzimat’ın ilanıyla birlikte azınlıklar daha fazla imkânlara sahip olurken dindaşlarımız olan Araplar da Acemler de hiçbir baskıyla karşılaşmadan Osmanlı devletinin sınırları içinde rahatça yaşıyorlardı. Ne kimsenin diline karışılıyor ne kıyafetine…
Kısacası İttihâd-ı Anasır ile el ele veren İttihâd-ı İslam, bu memlekette hem istediğini rahat rahat yapıyor hem de gizliden gizliye Osmanlı devletini temelinden sarsıyordu. “Millet-i hâkime”, yani Türk milleti ise ne yapacağını şaşırmış, ismini dahi söyleyemez hâle gelmişti.
Bu dönemle ilgili olarak Falih Rıfkı Atay, “Batış Yılları” adlı kitabında çocukluk hatıralarını anlatırken şöyle der: “Okullarda Arap’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, Ermeni’ye Ermeni, fakat sıra bize gelince kendimize Osmanlı derdik.”[1]İşte bu garip durum devam ederken kendilerini incitmekten, kırmaktan kaçındığımız Osmanlı devletinin değerli vatandaşları kısa bir süre sonra Osmanlı devletinden ayrılmak ve istiklâllerini ilan etmek için harekete geçmişlerdi.
Sonrası bildikleriniz: Arnavutların başkaldırışı, Balkan savaşları, Birinci Dünya Savaşı, Mondros ve Sevr dayatmaları ve nihayetinde birçok cephede savaşmaktan perişan olan Türkün Anadolu’da ortaya koyduğu İstiklâl mücadelesi ya da ikinci Ergenekon’dan çıkış…
Hay Allah, galiba yavaş yavaş hikâyeden uzaklaşmaya başladık. En iyisi tekrar dönelim hikâyemize.Büyük Mecmua ’da 13 Mart 1919’da yayımlanan Memlekete Mektup adlı hikâye, tam da bizim yazı dizimizin başlığına uygun olarak bir mektupla başlar:
Tarih 25 Şubat 1919 / İstanbul
“Sevgili Celil,
İşte bir haftadan beri her sabah sana mektup yazmak azmiyle kalkıyorum. Nihayet bugün kalemi elime aldım. Yattığım yer Meserret oteli. Karanlık, dar, kirli koridorlarıyla tıpkı bir kurun-u vusta (orta çağ) elem hanesine benziyor. Penceremin altında Babıâli yokuşu… Uzun günler, müşterisiz pinekleyen karşıki kitapçı dükkânlarını seyrediyorum. Civarda yegâne hareket Akşam’la Tercüman’ın çıktığı saat. Bir sürü çocuk, bir ağızdan bağrışarak koşuşuyor. Sonra yine sükûn yine matem…”
Balkan Savaşlarının ve Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği felaket Babıali yokuşu üzerinden anlatılır. Ortada ne kitabevleri ne kıraathaneler ne sohbet meclisleri kalmıştır… Sokaklar çehresini değiştirmiş, insanlar küçülmüş, birçok ev açlıkla, sefaletle boğuşur hâle gelmiştir. Mektubu yazan kalem, arkadaşı Celil’e “Hukuk’ta okuduğumuz yılların İstanbul’u, on beş sene evvelki İstanbul yok artık” derken toplumdaki gelir gider dengesizliğini de şöyle açıklar:
“Fakirlikle zenginlik iki barışmaz düşman gibi karşı karşıya geçmiş. Biri karargâhını Şişli’ye, Nişantaşı’na; öteki Fatih’e, Aksaray’a kurmuş, sanki vakti bilinmeyen bir meydan muharebesini bekliyorlar.
Köprü âdeta beynelmilel bir meşher (teşhir yeri) … Avrupa’nın, Asya’nın her türlü askerî üniforması göze çarpıyor… En neşeli halk Rumlar… Lâternalarıyla sokakları dolaşıyorlar, hiç durmadan ötüyorlar, gülüyorlar, şarkı söylüyorlar, içiyorlar, nara atıyorlar. Ben nereye gideceğimi bilemiyorum.
(…) Aklım, fikrim, muhakemem yerinde değil. Ruhumdan bir zehirli okla vurulmuş gibiyim. Bir hafta içinde kırk yılın husule getirdiği bir «daüssıla» nöbetiyle kıvranıyorum. Gözümde yalnız evimin beyaz badanalı alçak duvarları, mutfak bacasının sabahları bahçeye düşen kalın gölgesi tütüyor. Kulaklarım, parlak kırmızı horozlarımızın şen naralarını, şefkatli ineklerimizin,
öküzlerimizin böğürmelerini arıyor. Evet, burada ufuksuz bir çölde kalmış gibiyim. Ruhumu, elemimi anlayan yok.”
“Ufuksuz bir çöl” olarak nitelediği İstanbul’da bulunmaktan zevk almayan hikâye kahramanımız, memleketi Malatya’yı fena hâlde özlediğini söyler. Ona göre İstanbul artık “yurt” olmaktan, İstanbul’dakiler de vatandaş olmaktan uzaklaşmıştır âdeta. Hiçbir şey sanki onları etkilememektedir.
“…İstanbul beynelmilel olacakmış. Türkler Konya’ya tehcir edilerek iptidai bir aşiret şekline konulacakmış. Millî düşmanlarımızın tasavvur ettikleri, galiplerimize telkinden bir an geri durmadıkları bu korkunç niyetler, bilakis onu güldürüyor.”
Mektup devam ederken önemli bir meseleyi de gündeme taşır: Meşrutiyeti getiren İttihatçılar da iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısım iktidarın gücünü kullanarak zengin olmuş, diğeri ise namuslu olma endişesiyle bu işten uzak kalmış; ama soygunu yapana da karşı çıkmamış. Birinci grup ikincilere “enayiler” sıfatını uygun görmüşler.
“…Dün Şehzadebaşı’nda bu enayilerden birisine rast geldim. Tanırsın. Bizim sınıf arkadaşımız Mustafa Nâzım. Hani adını «labori» takmıştık. Şimdi bir görsen… Sakal bırakmış. Mektepteki kamburu daha ziyade büyümüş. Sanki elli yaşına girmiş.”
Mektubu yazan kalem Labori’den ayrıldıktan sonra İttihatçıların birinci grubunu temsil eden yukarıda bahsettiğimiz Ebulfuruva ile karşılaşır. Onunla da okuldan arkadaşlardır. Türk milliyetçiliğine olan düşmanlığıyla bilinen Ebulfuruva’ya göre vatanı güçsüzleştirenler, milliyetçilerdir. Derhal milleti ve milliyetçiliği terk ederek “ümmet” bayrağının altında toplanmalıyız gibisinden garip bir düşünceyle Türkiye’de teokrasi esasları üzerine hâlis bir bedevî hâkimiyeti teşkil ettirmek istemektedir. Gülsek mi ağlasak mı bilemiyorum; lâkin Ebulfuruva’nın bu hayali sanki her dönemde yeniden dirilir gibi olmakta, onun gibi düşünenlerin sayısı da bir hayli çoğalmakta…
Yıllar sonra okuldan arkadaşlarıyla karşılaşması hikâye kahramanımızı epeyce yormuş hatta mutsuz etmiştir. Malatya’daki dostuna, “Biz Malatya’da, İstanbul’u, payitahtımızı, nasıl tahayyül ederdik! Sakın gelip de görmeğe kalkma. Benim gibi buhran içinde kalırsın.” dedikten sonra içinde bulunduğu garip durumu şöyle anlatır:
“Bir idealistin ilk vasfı meyus(ümitsiz) olmamaktır. Hâlbuki ben bu saat meyusum. Bir haftadır kendimi öldürmeyi düşünüyorum. (…) Sonra yine düşünüyorum. Biz Türkler tarihte ne kadar felâketler geçirmişiz. Devletimiz hükümdarsız, hükümetsiz kalmış. Kardeşler birbirlerine düşman olmuşlar. Fakat nihayet, yine toplanmışız. Yine ölmemişiz. Saadetin de, felâketin de geçici şeyler olduğunu hatırlamak insana biraz teselli veriyor.”
Bu teselliyle mektubunu bitirirken kahramanımız yani yazar, hem arkadaşı Celil’e hem de Türk milletine büyük bir kurtuluş müjdesi vermeyi de ihmal etmez.
“Evet Celilciğim,
Nihayetsiz elemlerimiz, dayanılmaz sefaletlerimiz var. Fakat bizim bir ruhumuz var ki, ölüm ona kanat geremez. Bizim bir ruhumuz var ki, ‘öldü, öldü’ sanılır da, yine ölmez. En umulmadık bir zamanda birdenbire dirilir. Bugünün İstanbulluları bizim bu ölmez ruhumuzu bilmiyorlar.
Türkleri, komşu milletler gibi sanıyorlar. Anadolu’yu, Azerbaycan’ı, Kafkasya’yı, Türkistan’ı, Buhara’yı dolduran fertlerin ‘dini bir, dili bir’ kardeş olduklarını İstanbullular anlamıyorlar.”
Fakat o günlerde İstanbul’dakilerin bilmediklerini ya da anlayamadıklarını bilen, anlayan biri vardı ki o biri, bu hikâyenin yayımlanmasından 65 gün sonra 16 Mayıs 1919’da millî mücadelemizi başlatmak üzere Samsun’a doğru yola çıkar. Bandırma vapuru Karadeniz’in hırçın dalgalarını yara yara ilerlerken kim bilir, belki de Gazi Mustafa Kemal, “Memlekete Mektup” u okuyordu…
Evet, gördüğünüz gibi o zor ve ağır şartlar altında yazılan “Memlekete Mektup” adlı bu hikâye sadece bir hikâye değil bir hikâyenin ötesinde bambaşka bir şeydir. Yazarı ise 11 Mart 1884’de Gönen’de doğan ve 6 Mart 1920’de İstanbul’da ölen Ömer Seyfettin’indir.
Doğumuyla ölümüyle âdeta mart ayı ile özdeşleşen Ömer Seyfettin’i her mart ayında anmak bizim için değerli bir görevdir. Çünkü Ömer Seyfettin Türk diline, Türk kültürüne, Türk edebiyatına hizmet ederek gönlümüzde taht kuran, bitip tükenen bir imparatorluğun yıkıntıları arasından hem yeni bir Türk devletinin doğacağına hem de Türkçenin Arapça-Farsça karşısında istiklâline kavuşacağına iman eden ve onu müjdeleyen birkaç vatansever yazardan biridir.
Bunun hiç şüphesiz en açık delili de az önce okuduğumuz “Memlekete Mektup”adlı hikâyesi ile 21 Nisan 1911’de Genç Kalemler dergisinde “?” rumuzuyla yayımlanan “Yeni Lisan”başlıklı makalesidir. Ömer Seyfettin bu makalesine, “Eski lisan Nedir?” Asla konuşulmayan, Latince ve İbranice gibi yalnız kendisiyle meşgul olanların zevk ve idrakine taalluk eden bir şey! ” cümlesiyle başlar ve bu dilin yapay bir dil olduğunu söyler. Ardından Türk dilinin ve edebiyatının geçmişteki ve hâli hazırdaki durumuyla ilgili tespitlerle devam eder. Arapçadan ve Farsçadan birçok kelimenin lisanımıza girmesinin bir zararı olmadığını, ancak bu dillerden giren birtakım kuralların Türk dilinin yapısına aykırı olduğunu belirterek Türkçeyi bu çıkmazdan kurtaracaklarını ümit eder.
Bu ümit ile yola çıkan Ömer Seyfettin ve arkadaşları Genç Kalemler dergisinde birbiri ardınca Yeni Lisan başlıklı 23 makale yayımlayarak uzun zamandan beri ihmal edilmiş olan Türkçenin bu dertli, tasalı dâvâsını bir millî dâvâ olarak omuzlarında taşımışlardır. Çünkü onlara göre,
Türklüğün vicdanı bir,
Dini bir, vatanı bir,
Fakat hepsi ayrılır,
Olmazsa lisanı bir. [2]
Ömer Seyfettin, 24 Kasım 1914’te yazdığı “Mektep Çocuklarında Türklük Mefkûresi” adlı yazısında ise o güne kadar üzerinde pek durulmamış olan Türklük ülküsünün, Türk gençlerine ne şekilde ve neden verilmesi gerektiğini izah ederken “Bir çocuk nasıl Türk milliyetperveri olur?” diyerek şunları söyler:
* Konuştuğu Türkçeyi sever. Konuştuğu lisanı yazar ve bu güzel İstanbul Türkçesini herkese öğretmeye çalışır.
* Dini gibi milliyetini de sever ve mukaddes bilir. Türklüğün aleyhinde bulunanlara karşı Türklüğü müdafaa eder. Milliyetine lakırdı söyletmez.
* En büyük cihangirler Türklerden çıktığı gibi İbn-i Sînâ ve Uluğ Bey gibi en büyük âlimlerin de Türk milletinden geldiğine iman eder.
* Askerlik, tüccarlık, sanatkârlık, memurluk, hâsılı hangi meslek için hazırlanırsa hazırlansın en başlı emeli Türklüğe, Türk mefkûresine hizmet etmek olur.
* Şahsî hayatının fâni, fakat milliyetinin, Türklüğün ebedî olduğunu aklından çıkarmaz…”
İşte Ömer Seyfettin’in yüz yıl önce kaleme aldığı, benim de kısaltarak sizlere sunduğum bu ilkeler, şayet Millî olması gereken Eğitim Bakanlığımız tarafından okullarda, Türk gençliğine iyi anlatılmış olsaydı, bugün “Türkçe öldü” diyerek imam hatiplerde Türkçe konuşmayı yasaklamayı öneren bir zat, ne Din Öğretimi Genel Müdürü ne de Eğitim Bakan yardımcısı olabilirdi.
Peki ya biz, “Türkçem, benim ses bayrağım” dır diyenler…
Biz de böyle bir durum karşısında yediden yetmişe “üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi” davranmaz; en azından Lastik Sait Bey’in 1880’lerde okullarda Arapçanın asıl dil olarak okutulmasını isteyen Hacı İbrahim Efendilere, yani dünün Ebülfuruvalarına söylediği şu dörtlüğü, bugünün Ebülfuruvalarına yüksek sesle söyleyebilirdik:
Arapça isteyen Urban’a gitsin
Acemce isteyen İran’a gitsin,
Frengiler Frengistan’a gitsin
Ki biz Türk’üz bize Türkî gerektir.[3]
Baht utansın!