Bak Postacı Geliyor- xxıx

“Ben Gönen’de doğdum.” diyen yazarın Zincirlikuyu Asri Mezarlıktaki mezar taşında kısacık bir cümle vardır:

“Merhum Ömer Seyfettin Burada Yatıyor.”

 (11 Mart 1884- 6 Mart 1920) 

İşte otuz altı yıllık bir ömrün mezar taşı, ancak böyle yazılır. Tam Ömer Seyfettin’e uygun bir ifade: kısa, yalın ve sade.

Evet, İtalya Muharebesi, Balkan Muharebesi… Yanya Kalesi’nde esaret, Yunanistan’da esirlik günleri. İstanbul’a geliş, annesinin ölümü. Sonra dört sene süren Birinci Cihan Harbi… Calibe Hanım’la evleniş, kızı Güner’in doğuşu ve bir süre sonra eşinden ve çocuğundan ayrılış… Harbin getirdiği büyük buhran. Bu dönemde kim edebiyatla uğraşabilir ki? Ama o uğraştı…

Hem de ne uğraştı! Zamana mahkûm ve mağlup olmadan kısacık bir ömre 163 hikâye, 201 makale ve fıkra, 87 şiir, 21 tercüme, 3 piyes günlükler ve hatıralar sığdıracak şekilde uğraştı.

Çok değişik konularda çok farklı gazetelerde ve dergilerde yayımlanan hikâyelerinde, makalelerinde Türk milletini “yeni bir hayata, millî lisana, millî kültüre, millî mefkûreye” davet eden Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp’a göre “görgüsü ile idealist, kabiliyeti ile realist” tir.

Hakkı Süha Gezgin de Ömer Seyfettin’in realistliği ile ilgili şunları söyler:

“Realist hikâyenin tohumunu Samipaşazade'de aramak, bir edebiyat tarihi modası oldu. “Küçük Şeyler”, istediği kadar mütevazı bir isim taşısın; zaman ona layık olduğu şeref damgasını vurdu.

Yalnız şu var ki Sezai'de realizm, dalgalı bir şeydir. Onu, bir kül, bir bütün olarak ele alınca, sık sık aksadığını görürüz. Gerçek realizm, asıl Ömer' dedir. Küçük hikâye, bütün inceliği, olanca kıvraklığıyla onda yasar.”[1]

Türk edebiyatında hikâyeyi ve hikâyeciliği zirveye çıkartan adamdır Ömer Seyfettin.  Hatıralarında,

“…Ben her şeyden, en ehemmiyetsiz fıkralardan, bir cümleden bir hikâye, koskoca bir roman çıkarabilirim. Sanat, o hikâyeyi, o romanı çıkardığım ehemmiyetsiz şey değil, benim o şey etrafında canlandırdığım hayattır.” der.

Gerçekten de okudukça yeniden okuyacağınız onlarca güzel hikâyeye imza atan Ömer Seyfettin, her şartta ve her mekânda yazmayı kendine yüce bir görev kabul etmiş idealist bir yazardır.

Yunanistan’dan, Nafliyon kasabasındaki mapushaneden,  sevgili arkadaşı, Ali Cânip Yöntem’e gönderdiği mektupta, esirlik günlerinde bile, biraz sıkıntılı da olsa, yazmak konusunda, “Ben gene boş durmuyorum, en lâzımlı bir şeyi yazıyorum” diyerek yazmaktan bir miktar dahi vazgeçmediğini açıklarken yazı hayatıyla ilgili “hürriyetli günlerinde” neler yapacağından da bahseder.  

Sözü mektuba bırakalım.

9 Temmuz 1913

 “Sevgili Cânip’im,

Geçen hafta bir hikâye gönderdim. Bilmem aldın mı? Çünkü şüphelendikleri ağır zarfları göndermiyorlar...

Gustave Flaubert’in “Biz bir çöldeyiz, kimse kimseyi anlamıyor” dediğini hatırlarsın. Asıl bu çöl Fransa değil, Türkiye... Türkiye’de kimse kimseyi anlamıyor. (…) Bütün kafalar hislerle, fikirlerin farkına varmıyor, bir mesele karşısında hissimizle mi, yoksa fikrimizle mi netice çıkarıyoruz, bundan kimsenin haberi yok.

İşte ben Gustave Le Bon’un mantığa dair yazdığı bahisleri esas edinerek bir kitap yazıyorum: Psikoloji ve Beş Türlü Mantık! Bu kitapta açık ve yeni lisanımızla mantığın fen karşısında aldığı şekilleri göstereceğim. Sırasıyla hissî mantığı, esrarî mantığı, müşterek mantığı, hayatî mantığı, aklî mantığı anlatacağım…

Gönderdiğim hikâyeyi Halka Doğru’ya vereceksin. Para... Fena şey değil. Fakat ben on sayfalık bir yazı için küçük ve satılmaz bir mecmuadan üç lira almayı, aynı yazı için Tanin’den bir lira almağa değişmem. Düşün, bir yazı Tanin’de neşrolunursa ne kadar kişi okuyacak? En aşağı on beş bin kişi... Hâlbuki Türkiye’de beş bin nüsha satacak mecmua yoktur.

Gönderdiğim hikâyeleri ve makaleleri birer liraya Mehmet Ali Tevfik Bey vasıtasıyla Tanin’e satarsan çok memnun olurum.

Hem Cânip’ciğim, biliyor musun, artık askerlikten çıktım; fakat asla memur olmak istemem. Yani hiçbir zaman bilmem ne kalemine başkâtip olmayacağım, hocalık da mizacıma göre biraz ağır meslek... Yalnız muharrirlik kalıyor. Tanin hikâyelerime, tercümelerime, makalelerime – ki hepsi en aşağı altı sütun uzunluğundadır – birer lira verirse, haftada iki makale, yani ayda sekiz lira beni rahat rahat yaşatır. Çünkü biliyorsun, ben yalnızım ve yapayalnız bir adam için, namuslu ve muntazam yaşarsa bu para az değildir.

Muharebeden evvel ben Ziya Bey’e yazmış, askerlikten istifa ettirilerek Diyarbekir gazetesine muharrir gönderilmekliğimi rica etmiştim. Bu ricamda hâlâ musırım(ısrarlıyım), sen tekrar et. Ben çalışmamda devam edecek tenha bir köşeye muhtacım. En uzak yerleri İstanbul’a tercih ederim ve mecbur kalmazsam İstanbul’da yaşayıp tembellik ve akamet için vakit geçiremem.”

Evet, okuduğumuz bu mektubun dışında, Ömer Seyfettin’in Ali Cânip’e gönderdiği başka mektuplar da vardır. Bunlardan biri  “Yeni Lisan” anlayışını topluma benimsetmek için yazdığı 28 Ocak 1911 tarihli mektubudur. Bu mektubun sonunda yaptığı teklif hem onun hem arkadaşlarının ne büyük bir ideal uğruna yola çıktıklarının apaçık işaretidir.

 “…Geliniz Cânip Bey, edebiyatta, lisanda bir ihtilâl vücuda getirelim. Ah büyük fikir. Sa’y ve sebat ister…”

Ömer Seyfettin’in kısacık ömrüne sığdırdığı bu büyük fikir, âdeta  “Yeni Lisan ” için açılan bir çığırdır. Çünkü ona göre, her millet kendi lisanında yaşar. Ali Cânip Bey ve Sanatı,[2] başlıklı yazısında,  “Lisan vatan kadar mukaddestir. Fiili vatanımız Türkiye’de ve millî vatanımız Turan’da nasıl yabancı düşmanlar bulunmasını istemezsek lisanımızda da Türkleşmemiş ecnebi kelimeleri, ecnebi kaideleri istemeyiz.” diyerek “Yeni Lisan” namı altındaki hakikî Türkçenin önemini vurgular.

Şayet bugün dilimizi birtakım yabancı dillerin kurallarından arındırarak kendi ses ve ahenk özelliklerimize uygun konuşuyorsak bu, Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının  “Genç Kalemler” de Türkçemizin istiklâli için verdikleri “say ve sebat” ile gerçekleşmiştir.

Evet, onlar çökmekte olan bir devletin küllerinden millî bir devlet çıkarmanın çabası içinde olan ülküdaşlardı.

Çağımızın hasret kaldığı “dost, vefa, fedakârlık” gibi kavramların sıcaklığını yeniden duymak isteyenler, Ömer Seyfettin’le Ali Cânip’in dostluğunu hissederek giderebilirler.

Mesela, Ali Cânip’e Nafliyon kasabasından gönderdiği 27 Ekim 1913 tarihli mektubuna “Sevgili Cânip’im, mektubun beni pek sevindirdi.” diye başladıktan sonra,

“Lâkin sen şimdi, İstanbul’da yoksun! Bence bu ne demektir biliyor musun? ‘Ben de İstanbul’da yokum’ demektir. Eğer askerlikten çıkarsam asla memur olmayacağım. Avni (Aka Gündüz) gibi fahrî muharrirlik de edemem. Sen şimdi yoksun. Arkadaşlarımın da hiçbirisi benim için yoktur. Hatta ihtimâl Ziya Bey’i, o kadar sevdiğim Ziya Bey’i(Gökalp) bile göremeyeceğim.”

 “Sevgili Cânip’çiğim, sen Çanakkale mektebinin edebiyat muallimisin. Maaşınla rahat rahat yaşayabilir, sükûn içinde büyük eserler yaratırsın.”

diyerek sanki biraz buruk bir sesle konuşur. Fakat bu durum birkaç cümle sonra hemen değişir. Yine Ömer Seyfettin’e has bir üslup ve heyecanla istikbalde ortaya koyacağı büyük eserinden bahseder. Sonra da

“Gülüyorsun ve rêverie poétique [şiirsel düş] diyorsun, değil mi? Hayır, hayır... Hissî mantığına kapılma. Muhitinin ahlâkına uyup kolay ve çabuk muvaffakiyetler isteme. Düşün ki, Gustave Flaubert büyük eserini yirmi beş senede yazdı. Biz niçin elli milyon Türk’e ruhî gıda vermek idealiyle on sene çalışmayalım?” der…

Ve mektubunu “Biz galiba bu ayı da burada geçireceğiz. Gözlerinden öperim”  diyerek bitirir.

Evet, işte böyle Selanik’te Genç Kalemler dergisinde başlayan dostluk İstanbul’da devam eder. Eşinden ve kızından ayrı kalan, Münferit Yalı’nın yalnız adamı Ömer Seyfettin için Ali Cânip hemen hemen her konuda sığınılacak bir limandır. Öyle ki bu liman Ömer Seyfettin’in ölümünden sonra,  bu sefer de onun eserlerinin bir korunağı olacaktır.

Sağlığında sadece Harem (1918) ve Efruz Bey (1919)’in kitaplaştığını görebilen Ömer Seyfettin’in bütün hikâyeleri, Ali Cânip tarafından önce 3 cilt (1926-27 arası), sonra 9 cilt (1939) hâlinde yayımlanarak günümüze ulaşır.

Prof. Dr.Hülya Argunşah, “Bitmeyen Dostluk Ömer Seyfettin - Ali Cânip” adlı yazısında bu dostluğun edebiyatımız için ne derece değerli olduğunu şöyle açıklar:

“Ali Cânip olmasaydı Ömer Seyfettin unutulur muydu? Hiç sanmıyorum. Ancak muhtemelen onu yeniden keşfetmemiz gerekirdi. Belki Yeni Lisan Hareketini düşünürken, belki Ziya Gökalp’ın etrafını tanımlarken ya da Millî Edebiyat’ın sınırlarını belirlerken ona mutlaka rastlardık ve tanımaya çalışırdık. Ama bu günkü tanınırlığına, zihnimizdeki ve okuma alanımızdaki tartışmasız yerine ulaşması biraz zaman alırdı düşüncesindeyim.” [3]

Ömer Seyfettin bu fani âlemden ne yazık ki pek rahat yüzü görmeden,  çekip giderken, geride birbirinden güzel değerli eserler ve dostlar bırakır. Onlardan biri ve en başta geleni şüphesiz Ali Cânip’tir.  

23 Şubat 1920’de mektepteyken rahatsızlanan Ömer Seyfettin’in son günlerini gelin, Ali Cânip’in günlüğünden takip edelim:

1 Mart 1920, Pazartesi,

Uykusuzluktan hâlim harap. Saat on, Ömer’deyim. Ateşi devam ediyor. Gece bizden sonra tekrar hezeyana başlamış: “Kuvvay-ı Milliye’den bir adam (temsilci) geldi!” diye söylenmiş. Dr. Neşet Ömer Bey gelmedi. Telefonla ilaçlara devamımızı söyledi.

2 Mart Salı,

Bugün mektepte “Muallimîn Meclisi” vardı. Ömer’e ancak akşamüzeri gelebildim. Hararet hep o: (38,5) Ne iniyor, ne çıkıyor. Uyku yok...

Benimle fazla konuşmadı.

3 Mart Çarşamba,

Erkenden Ömer’e gittim. Bugün iyi değil… Gece fena sayıklamış. Dr. Neşet Ömer Bey geldi. Karar verdik. Fakülteye götüreceğiz. Doktorlar konsültasyon yapacak.

Bu gece hepimiz, annem, Ömer’in hemşiresi, ben nöbetleşe bekledik. Hiç uyumadı. Gaz sobası diye masa üstündeki lambaya saldırdı…

4 Mart Perşembe,

Bugün Ömer’i komşumuz Rıdvan Bey’le beraber, fakülteye götürdük. Hususî bir oda hazırlattık. Evden gaz sobasını da getirttik. Araba ile giderken biraz açıldı…

“Araba parasını ona (komşuya) verdirme, sen ver ha!” dedi. Böyle mâkul sözlerine çok sevindim… Odasına gittik. Karyolasına yatırdık. Bir saat kadar oturduk. “Ömer benim de hâlim pek harap. Yarın istirahat etsem, cumartesi gelsem olmaz mı ?”diye sordum.

“Münasip, münasip!” dedi.

5 Mart Cuma,

Bugün öğleye kadar evde uyudum. Sonra sokağa çıktım. Arkadaşlardan diş tabibi Şevki Bey’le Cafer, Ömer’i ziyarete gelmişlerdi. Fakülteye götürdüğümüzü söyledim. Oraya gittiler.

6 Mart Cumartesi,

Öğle üzeri fakülteye gittim. Doğru Ömer’in odasına girdim. Bitâp yatıyordu. Yaklaştım. Elini elime aldım. Ter içindeydi. Nefes de intizamsızdı. Hizmetçi kadınlara sordum. Gece çok sayıklamış. “Burası hastahane değil, tımarhane… Ben Cânip’e gideceğim.” demiş.  Dalgındı. “Ömer, Ömer!” diye seslendim. Gayet fersiz gözlerle bana baktı. Tanıdın mı dedim… Kafasını sallayarak “Cânip!” dedi. Yine daldı.

… Sonra tekrar seslendim.

“Ömer konsültasyon günü yarınmış, erkenden gelirim, artık gideyim mi?”

“Git, git,” dedi.

Yeis içinde ayrıldım. Fakat hâlâ ümit ile doluydum. Çünkü Ömer ve ölüm birbirine tamamı ile yabancı iki şeydi. Eve gelirken deniz kenarında hizmetçiye rasgeldim. Bana doğru koşuyordu.

“Ne var ?” dedim.

“Sizi tıbbiyeden istiyorlarmış. Rıdvan Beyler de bekliyorlar.”

Soluk soluğa komşumuza gittim. Ortada bir fevkaladelik vardı. Nihayet anlaşıldı. Ömer ölmüş…[4]

 

[1] Haz. Beşir AYVAZOĞLU, Hakkı Süha GEZGİN, Edebî Portreler, Timaş Yay.1999, s.233

[2] Nazım Hikmet POLAT, Ö. Seyfettin Bütün Eserleri, TDK Yay. Ank. 2016,s. 398

[3] Türk Edebiyatı, S. 557, Mart 2020, s. 29-37.

[4] Tahir ALANGU, Ülkücü Bir Yazarın Romanı, May Yay. İst. 1968, s.560