BAK POSTACI GELİYOR-VII

Mehmet Akif’in Mısır-Hilvan’dan kızı Suad Hanım’a 19 Nisan 1934, Perşembe günü yazdığı mektup bir kuş gibi uçarak tahmini 25-30 günde, Beytüşşebap’a ulaştığında postacıyı kapısında gören Suad Hanım’ın sevinci mutlaka büyük olmuştur. Ancak mektubun daha ilk paragrafında, kaşlarını çatan,  suratını asan bir babanın çehresi kâğıdın üzerine belli belirsiz düşünce kızın sevinci ister istemez buruk bir havaya dönüşmüştür.

Niye mi? Çünkü kızı, eşinin Askeri Veteriner olarak görev yaptığı Beytüşşebap’tan pek memnun olmadığını büyük bir saflıkla babasına aktarıp ah vah edince, artık alacağı cevaba katlanmak zorunda kalmıştı:

“Bu seferki mektubun o kadar hoşuma gitmedi. Fazlaca sıkılmakta olduğundan, medeni hayatın başkalığından bahsediyorsun.” diyerek mektubuna başlayan Akif, küçük fakat önemli bir ders verir kızına. Sadece kızına mı? Neyse devam edelim:

"Muntazam, ma'mur şehirlerde, refah ile ömür sürmeyi herkes arzu eder. Fakat bu arzunun tatmini için ara sıra fedakârlık zaruridir. Bugün yüzlerce milyon efrâd-ı beşere hâkim bulunan İngilizleri gözümüzün önüne getirelim. Acaba heriflerin bu kudretleri, bu Muvaffakiyetleri tesadüfen mi oluvermiş yoksa milletçe birçok mesaiye, birçok şedâide (şiddetli sıkıntılara) katlanmak sayesinde mi elde edilmiş? Londra'da doğmuş, nâz u na'im (bolluk ve bahtiyarlık) içinde büyümüş, ebeveyninin milyonları sayesinde her türlü ihtiyaçtan fersahlarca uzak bir lordun oğlu kalkıyor, Sudanlara, Afrika'nın en yaşanmaz, en cehennemî bucaklarına giderek gençliğinin en kıymetli çağlarını, İngiltere hesabına, o kumlara gömüyor. Vatanı uğruna çektiği tahammülsüz meşakkatleri hiçe sayıyor. Daha doğrusu kendisi için şeref biliyor. Biz biçârelerse İstanbul'dan çıkıp Bursa'ya gitmeyi felaket telakki ediyoruz!”

Memleketin her köşesinde görev yapmaya hazır olmadığımızdan, bu işin üstesinden gelebilecek nesiller de yetiştiremedik.  Hal böyle olunca bizdeki vatan sevgisi ve büyük devlet olma düşüncesi de bir türlü istediğimiz noktaya ulaşamamıştır. Oysa bu konuda bir hayli de tecrübeliydik. Osmanlının muhteşem günlerinde Balkan coğrafyasından tutun da Kafkaslara, Kırım’a kadar uzanmış, güneyde Afrika’nın kuzeyini kendimize mesken edinmiştik. Bugünkü Ortadoğu topraklarını ise avucumuzun içi gibi bilirdik. Gittiğimiz her yere büyük devlet olmanın alâmet-i farikası olan hanlar, hamamlar, saraylar inşa etmiş, şifahaneler, yollar, köprüler yapmıştık. Ancak nedendir bilinmez Anadolu coğrafyasında Suad Hanım’ın özlemini çektiği mamur şehirleri bir türlü meydana getirememiş, “önce can, sonra canan” demeyi becerememiştik.

 

Mehmet Akif'in Hanımı ve Kızları

Suad Hanım da bu durumla ilgili olarak sevgili babasına 1930’ların Beytüşşebap’ından birazcık şikâyetçi olmuş. Olmuş olmasına ama bu durum Akif tarafından kabul edilebilecek bir şey değildir. Çünkü o, Akif’in kızıdır, böyle bir şeye hakkı yoktur.  Meşhur hikâyedir bilirsiniz:

Maddi bakımdan sıkıntıda olduğu halde, İstiklal Marşı için tahsis edilen beş yüz liralık mükâfatı almayan Akif’e bir gün, dostu Baytar Şefik Bey ki, Ankara’nın o soğuk günlerinde Mehmet Akif her zaman onun muşambasını ödünç giyerdi.

-Akif Bey, şu mükâfatı red etmeyip de bir muşamba yahut bir palto alsaydın daha iyi olmaz mıydı? diyecek olunca hiddetinden halden halle giren Akif, sevgili dostuyla tam iki ay konuşmamıştı. [1]

İşte böyle… Neyse, biz yeniden Akif’in kızına yazdığı mektuba dönelim. Dikkat ederseniz mektupta Mehmet Akif sıradan bir İngiliz’in değil, özellikle bir lordun çocuğunu örnek olarak vermekte. Çünkü o da biliyor ki bir millet, ancak kendini yönetenlerin ideali nispetinde bir hedefe ulaşabilir.

Bunun en güzel misalleri Mustafa Kemal’in yeni Türk devletini kurarken ortaya koyduğu ilkelerde görülür. Eğitimden, kültür-sanata, ekonomiden sağlığa kadar her konuda başlattığı atılımlar genç cumhuriyetin gurur abideleridir... Fakat ne yazık ki Mustafa Kemal’in ölümünden sonra birtakım gariplikler yüzünden hep bir şeyler yarım kaldığı için yaptığımız fedakârlıkların, ortaya koyduğumuz destansı kahramanlıkların da kıymeti anlaşılamamıştır.

Bu durum bizim gibi hafızası güçlü olmayan toplumlarda kısa zamanda büyük unutkanlıklara ve büyük unutulmuşluklara sebep olmuştur. Günümüz, dünümüzü unutanlarla o kadar çok dolu ki neleri ve kimleri nasıl unuttuğumuzu sıralamaya çalışsak herhalde Eyfel kulesi büyüklüğünde birkaç tane vefasızlık kulesi inşa edebiliriz. Zannediyoruz ki dünü unutursak veya dünü unutturursak yarın sadece bizim olacaktır. Oysa zaman çizgisinde hiç değişmeyen kilometre taşları vardır:  Dün, Bugün ve Yarın…

Mesela şimdi ben dünden ve Mehmet Akif’ten bahsederken çok önemli bir mekânı ve bir olayı hatırlayıverdim: Taceddin Dergâh’ı ve İstiklâl Marşı…

Evet, Milli marş yazma yarışmasına katılması için Akif’in nasıl ikna edildiğini biliyorsunuz. Bunun üzerinde durmayacağım. Hatta “Kahraman Ordumuza” ithaf edilen milli marşımızın, ilk kez 17 Şubat 1921’de Sebilürreşad’da yayımlandığının da üzerinde durmayacağım.

Peki derdin nedir be adam? diyenlere, başka bir şey anlatacağım:

İstiklal Marşı, İstiklal savaşının heyecanlarını dile getiren bir iman ve ümit şiiridir. Akif bu şiiri ilk kez, kendisine her gün evlerinden yemek taşıyan Taceddin Sultan Camii’nin imamı Hacı Tevfik Bey’in kızı Raife’ye okumuştur. Hikâye oldukça hoş ve güzeldir, hikâyeden çıkarılan hisseyle de elde edilen sonuç daha bir güzeldir:

Bir öğlen yemeği vakti.15 yaşlarındaki kız çocuğu Ankara’nın meşhur kelek turşusu, kapama ve babasının pazardan aldığı torba yoğurdundan oluşan yemeği M. Akif’e götürdüğünde büyük şair sedirde oturmuş, dizinin üzerinde bir şeyler yazmaktadır. Onu rahatsız etmemek için tepsiyi sedire bırakıp odadan usulca çıkmak isteyen Raife’nin ardından Akif seslenir:

-Dur kızım gitme!

-Buyrun efendim.

-Otur bakalım şuraya… Sana, yeni yazdığım bir şiiri okuyacağım. Bakalım beğenecek misin? Sabaha kadar bununla uğraştım.

Türk milletinin ölüm kalım mücadelesi yaptığı bir dönemde, milletinin milli marşını yazan şair, milletinin en küçük ferdi olan bir çocuğa, İstiklâl Marşımızı büyük bir heyecanla hemen, orada okur. Yıllar sonra bu hatırasını gazeteci oğlu Orhan Karaveli’ye anlatan Raife Hanım:

“İstiklal Marşımızın sözlerini dünyada ilk dinleyenin ben olacağımı nereden bilebilirdim.” der.[2]

Bu olayı Hacı Tevfik Bey’den dinleyen istiklal mücadelemizin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver ise bir gün Atatürk’ün Meclis’teki odasında aralarında başkalarının da bulunduğu bir toplulukta Atatürk’e anlatırken, sanırım milli şairimizden ilham almış olacak ki, şu arzusunu dile getirir:

“Paşam, Milli Hâkimiyetimizi ilan gününün hatırasına bir de çocuk bayramımız olsa sanırım çok güzel olur.”

Atatürk, huzurunda anlatılan bu olaydan çok etkilenmiştir. Hamdullah Suphi’ye döner ve:

“Kazandın Hamdullah. Bu meseleyi hakikat sahasına koymayı düşünebiliriz.”

23 Nisan tarihinin bir çocuk bayramı olarak kutlanması fikri Atatürk’te ilk defa böyle oluşmuştur. 

Demek ki Mehmet Akif Ersoy yazdığı şiirle Türk milletine bir istiklal marşı, devrin Milli Eğitim Bakanına vermiş olduğu ilhamla da Türk çocuklarına bir Çocuk Bayramı kazandırmıştır.

Bugün, Türk çocuklarına armağan edilen 23 Nisan Milli Hâkimiyet ve Çocuk Bayramını kutlarken ne yazık ki çok da neşeli değiliz. Çünkü yıllardır çocuklarımıza kaliteli bir eğitim veremedik. Bu yüzden onlar, girdikleri uluslararası sınavlarda dünyanın diğer çocuklarıyla maalesef yarışamazken ve hemen hemen her konuda onların gerisinde kalırken ne yazık ki memleketi idare edenler, eğitimde çağı yakalamak yerine,  bir garip anlayışla yerinde saymayı tercih ediyorlar.

Oysa biz yıllar önce bu problemleri çözebilmek için bir hedefe kilitlenmiş, emin adımlarla yürüyorduk. Ne yazık ki yine “unuttuk” veya yine “bize unutturuldu.” Bakın küçük bir hatırlatma.

 Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı’nda anlatıyor:

İzmirliler 9 Eylül 1922 akşamı büyük kurtarıcılarını ağırlamaktadır. İzmir korkunç bir kâbustan çıkmıştır. Herkes mutludur, neşelidir. Halide Onbaşı, savaşın başından o güne kadar en çetin günlerde beraber çalıştığı Başkomutanına bir ara yaklaşır, kendisini kutlamak ister ve sorar: “Paşam, hayatınızın en büyük mücadelesini, nihayet tarihin kaydettiği en büyük bir zaferle, büyük başarılarla bitirdiniz, ne kadar bahtiyarsınız kim bilir?”

En içten övgüleri taşıyan bu sözlere, Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği cevap: “Halide Hanım, mücadelemizin bence en küçük kısmını bitirdik. Geri kalmış halkımızın yetiştirilmesi ve milletimizin Batı medeniyeti seviyesine ulaştırılması için asıl ve büyük mücadelemize şimdi başlıyoruz.” 

Aslında Mustafa Kemal büyük mücadeleye şimdi başlıyoruz derken, İzmir’e girmeden önce Türk ordularına verdiği emrin artık gerilerde kaldığını, şimdi yeni hedeflere ulaşmamız gerektiğini dile getiriyordu. Çünkü o, halkı miskinlikten, boş vermişlikten, uydurulmuş bir tevekkül anlayışından kurtaracak yeni bir hayat istiyordu. Tıpkı Mehmet Akif’in “Hakkın Sesleri”nde söylediği gibi:

 

Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık

Silkin de muhitindeki zulmetleri yak, yık!

Bir baksana, gökler uyanık, yer uyanıktır;

Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır!

Evet, çağı yakalamak hatta çağlar üstü bir hayatı tercih etmek için her türlü imkân ve şartları sonuna kadar değerlendirmeyi planlayan Mustafa Kemal, bir konuşmasında özellikle şunu vurgulamıştır: “Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız…”

 Akif de 1912’de “Süleymaniye Kürsüsü”nden gençliğe aynen böyle seslenmiyor muydu?

“Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını;

Veriniz hem de mesâînize son sür’atini.”

 Ve fakat Mustafa Kemal başka önemli bir şey daha söylüyordu.[3]

   “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel Türkiye’nin istikbâline, kendi benliğine, millî an’anelerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.

 Peki, öğrettik mi, öğretebildik mi? Bugün buna gönül rahatlığıyla nasıl cevap verebiliriz? “Olmak ya da olmamak” işte asıl mesele bu! Oysa içinde yaşadığımız zaman diliminde bizi kendi kimliğimizden uzaklaştıracak, bir çeşit mankurtlaştıracak sözde yerli ve milli(!) garip bir projeyle karşı karşıyayız.

Bunun sebebi Mustafa Kemal’in işaret ettiği, eğitimde ulaşılması gereken hedeften uzaklaşmamızdır. O halde çare kendi kimliğimizi ve benliğimiz bulacak yeni yol ve yöntemi yeniden elde etmeli, yeniden fazilet ve marifet kapısını açmalıyız. Bu da ancak nitelikli bir eğitimle mümkündür. Kurtuluş bundadır. Yarının ve yarınlarımızın daha güzel, daha aydınlık olması için vazgeçemeyeceğimiz düstur budur.

Mehmet Akif de zaten yukarıda belirttiğim mektubunun devamında kızına ümitsizliğe düşmemesini hatırlatır. Bir başka mektubunda ise Suad Hanım’ın kızına, yani torunu Ferda’ya[4] şöyle seslenir:    

Ferda Kadın! Ferda Kadın

Ben görmeden sevdim seni.

Yok yok, adın cidden güzel

Dünyada her şeyden güzel

 

Aydan güzel, günden güzel!

Ay, gün nedir? Senden güzel;

Hatta derim: benden güzel!

Zira “yarın”, “ dünden” güzel

  Bir başka “Bak Postacı Geliyor” da buluşmak üzere derken 27 Aralık 1936’da ebedi âleme göçen milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’a Allah’tan rahmet diliyorum.

 

 

 

[1] Eşref Edip, Mehmet Akif Hayatı ve Eserleri, Beyan Yayınları, İst. s. 136, 2010

[2] Muhittin Nalbantoğlu, Yeniçağ Gazetesi, 23.04.2015

[3] 1Mart1922’de TBMM’de yaptığı konuşmada.

[4] Ferda: Yarın

You have no rights to post comments

Köşe Yazarları


Annemin Ardından...
Cuma, 25 Ağustos 2023
...
TÜRK BAYRAMI: NEVRUZ
Salı, 29 Mart 2022
...

An itibariyle ziyaretci sayısı:

126 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi