Dr.Mahmut Rişvanoğlu

MİLLİYETÇİLİĞİN SOSYOLOJİK TEMELLERİ

Dr. Mahmut RİŞVANOĞLU             

Çağımızda bilgi yanlışından ziyade ‘metod’ (usul) yanlışı önemlidir. Çünkü doğru bilgiyi bulmaya elverişli bir metod oldukça bilgi yanlışı her zaman düzeltilebilir. Ama ‘yanlış metod’, belirli bir konudaki doğru bilgiyi bile yanlış sonuçların “gerekçesi” haline getirebilir. Nitekim müsbet ilimlerin tarihinde bu gerçeği görüyoruz. Newton fiziği ile bugünkü fizik anlayışı çok farklıdır. Ama her ikisi de müsbet ilim sahasındaki tek geçerli metod olan “gözlem” ve “deney”e dayanmışlar, bu doğru metod, insan bilgisini Newton’dan Einstein’e yükselmişlerdir.

              Halbuki sosyal meseleler çok defa fizik olaylardan daha karmaşıktır. Ayrıca sosyal meseleler insanın toplumla ilişkilerini ihtiva ettiği için, işin içine “insan” unsuru da girmektedir. Teleskop ile mikroskop ile insan farklıdır. Sosyal bir olayı gözlemleyen insanı dünya görüşü, arzuları, nefretleri, korkuları, inançları, hayat felsefeleri ve arayışları vardır. Böylece insan sosyal meseleler bir teleskop veya mikroskop gibi veya fotoğraf makinasının objektifi gibi bakamaz. Nitekim tarihe bakan birçok ilim adamı veya teorisyen, birbirleriyle çelişen tarih felsefeleri ileri sürmüşlerdir. Ancak bu durum sosyal olayların araştırılması ve yorumlanmasında “keyfilik” olduğu anlamına gelmez. Sosyal olaylarda da önemli olan yine ilmi usulleri kullanmaktır. Sosyal olayların “gözlemlenmesi”nde objektiflik ilmi bir zarurettir. Ancak bunun yorumunda insan faktörüyle birlikte “farklılaşma” ortaya çıkmaktadır.

              Nitekim Avrupa’da sanayileşme ile birlikte ortaya çıkan sosyal gerginlikleri hemen bütün sosyologlar görmüşlerdir. Ama bunun yorumu Marks’ın ve Rostow’un yorumları çok farklıdır.

           Bazı düşünceler “gözlem”e dayanmadan ileri sürülebilir. Bunların ancak ahlaki ve felsefi değeri olabilir. Nitekim “Farabi’nin Medenit ün Fazıla” (Faziletli şehir) görüşü böyledir. Farabi “medinet ün fazıla” yani “faziletli site” kavramı ile sosyolojik bir gözlem yapmamış ve buna bağlı olarak da sosyolojik bir teori kurmamıştır. Tamamen ‘zihni bir spekülasyon’ yapmıştır. İdeal derecesinde kusursuz bir site’nin nasıl olacağı hakkında soyut fikirlere zihni kurgulamalara ileri sürmüştür.

              İbni Haldun (Ölm: 1405) ise tam ve sağlam bir sosyolojik metod kullanır. Olaylardan hareket eder, olaylar arasındaki bağlantıları araştırır, bunları sistemleştirir. Böylece İbn Haldun’un sosyal teorisi zihni bir spekülasyondan ibaret kalmaz. “Olayların; sebep – sonuç ilişkileri” çerçevesinde izahi ile sosyal meseleyi izahlı hale getirir.

             Farabi, felsefe metodu, İbn Haldun ise sosyolojik (ilmi) metodu kullanır. Kültürün gelişmesinde, insan zihninin inkişafında her ikisi de faydalıdır. Ama toplumda “hangi sebeplerle nelerin olabileceğini” düşündüğümüzde, geçerli olacak tek metod İbn Haldun metodudur; daha genel bir ifadeyle ‘sosyal olaylar ancak sosyoloji ile sosyal gözlem’ metodu ile kavranabilir.

              Evet her meseleyi kendi metodlarıyla düşünülmelidir. Felsefe düşünce metodlarıyla ilmi düşünce metodları karıştırıldığı zaman ortaya ‘karmaşa’ çıkar, sadece zihni bir kaos veya anarşi belirir. Bunun diğer bir görüntüsü fanatizmdir.

              - Bütün bir milletin şu veya bu yolda, şu veya bu düşüncede birleşmesi halinde milli birliğin sağlanacağını söylemek “felsefi” bir izah olur. Bunun mümkün olup olmayacağını, olmayacaksa milli birliğin “nasıl” sağlanacağını, sürekli değişen bir dünyada “aynı düşüncenin” nasıl korunacağını, yeni olaylar karşısında mecburen yeni tavırlar gerekince “aynı düşüncede birleşme”nin nasıl temin edileceğini, hatta bir adım daha atarak farklı düşünceler mevcut olduğu halde milli birliğin sağlanıp sağlanmayacağını araştırmak ise, ilmi bir yaklaşımdır.

              - Totaliter ideolojilerde ilimden ziyade “psikoloji ve felsefe”den kaynaklandığı için onlarda “birlik”, “standartlık” olarak anlaşılır. Totaliter “birlik” anlayışı, herkesin adeta “fabrikasyon” imalatı gibi aynı şekilde düşünüp davranmasını ister. Nitekim totaliter düşüncede, aynı ideolojiye bağlı olduğu halde farklı yorumlar getirme teşebbüsü bile daima “ihanet”, “karşı-devrim” ve “sapma” olarak görülmüştür.

              Buna bir misal olarak; komonist ideolojinin önemli temsilcisi “Troçki”, Bolşevik ihtilalın ikinci adamıdır. Ama bazı detay konularında - devrimin stratejisinde - Stalin’den farklı düşünüyordu. Totaliter dünya görüşü, Troçki’yi (Leon Brustein) “hainlikle”, “emperyalist ajanı” olmakla suçlamıştı. Kavgayı Troçki kazansaydı bu defa Stalin hainlikle suçlanacaktı.

            Totaliter düşüncede, hürriyetin sloganı olsa bile gerçekte ise kendisi yoktur. Totaliter ülke bağımsız olabilir ama kesinlikle insanları hür olamaz.

              Önemli olan bir husus; bir düşüncenin, ülke için “meşruiyet” sınırlarını nasıl düşündüğüdür. Ülkenin “birliğine” zarar vermeyen düşünce ve davranışları meşru, zarar veren düşünce ve davranışları gayri meşru saymak, sağlıklı bir davranıştır.

              “Meşru” tarafta birbirinden çok farklı görüşler düşünceler bulunabilir. Ama farklı düşünceler farklı davranışlara yol açacağından, bu duruma göre “milli birlik” nasıl sağlanır.

              Meselenin ilmi tahlilini yapabilmek için “gözlemden” yola çıkmak gerekir. Evet farklı fikirler ve politikalar olduğu halde milli birlik nasıl sağlanır?

              Bu sorunun sosyolojik metod açısından cevabı, o milletin sosyolojik bakımından bütünleşmiş “bir millet” olması ile; her sınıf ve zümreyi, her politik cereyanı içine alan bir “milli kültürün” teşekkül etmiş olmasıdır. Nitekim sosyal gelişme itibariyle bu seviyeye ulaşmamış veya bu seviyeden geriye itilmiş toplumlarda “milli birliğini” zoraki olarak sağlanmak istendiğini ama bu seviyeye gelmiş toplamlarda milli birliğin “kendiliğinden” mevcut bulunduğunu görüyoruz.

              - Bir milletin içinde insanların temel “sosyal ve siyasi” kimliği; şu veya bu mezhebe, yahut etnik gruba veya kabileye, yahut siyasi partiye mensubiyetle belirleniyorsa, o toplumda milli birliğin sağlanması oldukça zordur. Herkesin bu tür kimliklerden önce ve bu tür kimliklerin üstünde “aynı milletten olma” şeklinde bir temel - kimlik şuuruna ulaştığı, kültürel ve sosyal yapının böyle bir gelişme safhasında vasıl olduğu toplumlarda ise “alt kültür”ler veya kimlikler, çatışma veya bölünmeye sebep olmuyor.

              Kozmopolit bir imparatorluk, milli bir devlet haline getirilmeye çalışılmış olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk milletinde, hem sosyal yapı hem kültürel bakımından yeterince entegre olamamıştır. Aşiretçilik, kabilecilik, mezhepçilik ve etnikçilik maalesef gündemimizde yer işgal eder hale gelmiştir.

              - Kendimiz ve hepimizi, öncelikle ve her şeyin üstünde aynı milletin fertleri olarak görmezden evvel, şu veya buna mezhebin şu veya bu aşiretin veya bu ideolojinin şu veya bu etnik grubun mensubu olarak görmek de, aynı durumun başka bir tezahürüdür. Böyle bir durumda milli birlik sembollerini “alt kültür” sembolleriyle algılamak da çatışma sürecini hızlandırır.

              Bugün, Irak’da, Suriye’de, Yemen de, Afganistan’da bu şekil parçalı toplum halindeki durumlarının yüzünden aşiretler, kabileler ve mezhepler taraftarları birbirlerine hakimiyet kurmak için birbirlerini öldürüp durmaktadırlar, çünkü sosyal ve kültür gelişimin tamamlayamamışlar yani “bir millet” olamamışlardır.

              Bu gözlemler bize milli birliğin sosyolojik temellerinin “sosyal bütünleşme” ve “milli kültür” olduğunu göstermektedir. Zaten milletçiliğin toplumdaki fonskiyonu da bu iki görevi yerine getirmektir.

              - Milliyetçilik sadece bir his ve hamaset değil, bir sosyal ve kültürel bütünleşme, yani toplumun bütün kesimlerini bütünleştirme çabasıdır. Böylece milliyetçilik bir “reform” ideolojisi haline gelir. Kültürel bakımından da “alt kültürler” ne üstünde aynı millete mensubiyet şuurunu ifade eder.

              Aklımıza şöyle bir soru gelebilir; acaba milliyetçiliğin bu fonksiyonu, totaliter bir “birlik” anlamına gelmez mi? Zira burada da milliyetçilik yoluyla birleşmekten bahsedilmektedir. Eğer milliyetçiler, milleti kendilerinden ibaret saysalardı, bu itiraz doğru olabilirdi. Halbuki tarihin, sosyal entegresyon (başka bir deyişle “millet” ve “milli devlet”) çağında milletçiliğin bu görevi belirli kadrolarca üstlenmiş olsa bile, toplumda ifa edilen görev, alt kültürler arası çatışmada “taraf” olmak değil alt kültürler üstünde milli kimliğin geliştirilmesidir.

              Milli Mücadele yani İstiklal harbi, ne mezhep hareketi ne de etnik grup hareketidir. Kelimenin tam ve hakiki anlamıyla bir milli direniş veya milletin topyekün bağımsızlık hareketi idi. Doğulusu ve batılısıyla, hangi mezhep ve gruptan olursa olsun tek vücut haline gelen bütün insanlarımızın ortak duygu, şuur ve davranışıydı.

              Milliyetçilik toplumda “aynı” milletten olma şuurunu güçlendirdikçe; birlik şuuru arttıkça, hem bağımsızlık şuuru gelişir, hem emperyalizme karşı direnme gücünü kuvvetlendirdiği gibi, farklı siyasi ve sosyal eğilimler bu birlik şuuru içinde gelişebilir ve kendilerine farklı siyasi yönler tayin edebilirler. Farklı sosyo-ekonomik politikalar benimseyebilirler. Yeter ki milletçiliğin gücü, her şeyden önce Türk milletinin ayrılmaz bir bütün olduğu, her siyasi akımın, her düşüncenin, her sosyal menfatin, “meşruiyet” çizgisinin bu olduğu yolunda köklü bir inanç (milli kültür) meydana getirebilsin.

              Diğer taraftan, milli birliğin öteki temeli olan “sosyal entegrasyonu güçlendirecek istikamette takip edilecek ekonomik ve sosyal politika, çeşitli “alt – kültür” gruplarını birbirleriyle kaynaştıracak yeni sosyo-kültürel ve ekonomik organizasyonlar, yeni fonksiyonlar oluşturabilmelidir (milli birliğin organik-dayanışma veya işbölümü temelleri).

              Bu da alt-kültür gruplarını birbirleriyle entegre edecek yeni organizasyonlar, yeni fonksiyonlar oluşturabilmelidir. Bu şekil bir sosyal fonksiyon; alt – kültür gruplarını “urlaşmaya” ve çatışmaya sürükleyen mevcut sosyal yapı yerine, “uzlaşmaya” ve “bütünleşmeye” yönlendiren bir ekonomik ve sosyal politikalar ile mümkün olur.

              Türkiye’de mezhep çatışmaları ve diğer ideoloji kılığı içinde gizlenen grupların çatışmaları, kırsal kesimden ziyade büyük firmaların ve sendikaların içinde değil, gecekondularda, süratli değişime sahne olan sosyal mekanlarda görülmektedir. Bu da bir “gözlemdir”. O halde “milli birliğin”, sosyal organizasyonla ilgili temelleri de vardır.

              Osmanlı Devleti’nin akıllı yöneticileri, İbn Haldun görüşüyle, aşiretleri, kabileleri ve boyları birbirlerinin içine; iç - içe yerleştirerek, boy ve aşiret asabiyetini (dayanışmazsı, eritme, bu tip sosyal yapıları birleştirip eritme siyaseti takip etmiş olmaları dikkat çekici bir gelişmedir. Eğer böyle bir sosyal entegresyon olmasaydı, geleneksel Türk aşiret kabile, yapılarını devam ettirmiş olsalardı, Mondros Mütarekesinin karanlık yıllarında Anadolu’da Moğol ve Timur fetretleri sırasında olduğu gibi tekrar “beyliklerin” türediğini görürdük. Eğer Osmanlı Türk Devlet’inin özellikle ilk on padişahı, Anadolu’daki Türk beyliklerini; şimdiki kozmopolit liberal ve sosyalistlerin savunduğu; “çokçul dilli, çokçul halklı ve siyasi özerklikleri” gibi demokratik olsun diye Beyliklerin varlığı devam etseydi bugün Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti var olmazdı. Osmanlı bu kabile aşiret ve boy yapılarını ortadan kaldırıp bir nevi millet oluşuna yardım etmiştir. Ama; Güneydoğu Anadolu’da aşiret yapıları maalesef böyle bir sosyo-kültürel ve ekonomik olarak bütünleşme ve milli birliğin oluşumunda geri kalmıştır ki, bu hususun sosyolojik analizi ayrı bir konudur.

              Sosyoloji ve sosyal tarihin babası “İbn Haldun”, “Mukaddime” adlı meşhur eserinde devletlerin kuruluşu hakkında görüşlerini anlatırken şöyle de bir görüşü vardır:

              “Bir toplumda ne kadar çok kabile varsa, orada kuvvetli devletlerin kurulması o kadar müskildir.”

              Bugünkü sosyolojik olarak bunu şöyle ifade etmek mümkün; Bir ülkede yaşayan toplumların insanlarını ve gruplarını, temel sosyal ve siyasi kimliğini, mezhep, kabile, aşiret ve etnik mensubiyetine göre belirlenirse, o toplumun ne millet olma ne de devlet olma gücü olamaz. O toplum ve yaşadığı yurt, kabileler, aşiretler, mezhepler ve etnik “arazilere” dönüşür, “aşiret ve mezhep ve de etnik cumhuriyetlere” bölünür. Böyle parçalanmış toplumun emperyalizme karşı ne siyasi, ne ekonomik, ne askeri olarak direnme gücü asla olamaz.

              Bugün dünyanın sermayesinin “yüzde sekseninin” elinde tutan “Küresel Şirketler İmparatorluğu”nun lordları ve baronları, bağımsız – uniter – milli devletleri rahat sömürmek ve hakimiyetleri altına almak için, büyük maaşlarla besledikleri ısmarlama ideologlarının konferansları ve yazdıkları kitaplar ile “yeni dünya düzeni” kurulacak palavralarıyla, milli – devletleri bu şekilde parçalamak istemektedirler.

              İçimizdeki işbirlikçileri cephesi de - çeşitli isim, ideoloji ve siyasi görüşler altında gizlenmiş kozmopolitler - artık uniter - milli, bağımsız devlet yapısının çağının geçtiği, onun yerine “çokçul dilli, çokçul kültürlü ve çokçul etnik yapılı” yani halklara özgürlük diye bir tarihlerde komünistlerin savunduğu fikirlerin geçerli olduğu görüşlerini her fırsatta ve her türlü vasıta ile kamuoyunun beyinlerini işgal etmekte ve zihinlerini bulandırıp durmaktadırlar.

              Küresel emperyalizmin milletleri ve milli devletleri parçalamak için ileri sürdükleri patolojik fikirlere karşı en güçlü direnç milliyetçilik fikri ve bunun toplumdaki yaptığı, milli şuur, milli birlik ve milli dirençtir. Bu milli birliğin teşekkülünde en önemli sosyo-kültürel unsur, herkesin alt – kültür kimliklerin üstünde “aynı milletten olma” şeklinde bir temel – kimlik şuuruna ulaştığı, kültürel ve sosyal yapılar böyle bir gelişme safhasına vasıl olduğu toplumlarda ise bu “alt – külkür”ler veya kimlikler çatışma veya bölünmeye sebep olmuyor. İşte 200 çeşit etnik topluluktan ve çeşitli Hristiyan mezheplerine teşekkül etmiş ABD, böyle bir birliği sağladığı için etnik konular asla gündeme gelmez, getirilemez, etnik konuyu ABD’de gündeme getirmek, Amerikalı tarihçi Prof. Arthur Schlesinger’e göre “tarihi bir cinayetten” başka bir şey değildir.

              Sanayileşme, buna bağlı olarak da şehirleşme ile birlikte kırsal kesimden şehirlere göçle oluşan yapılar, toprak reformu, büyük ekonomik ve sosyal organizasyonlar (ordu, sosyal güvenlik teşkilatları, dev işletmeler ve sendikalar) hep bu bütünleşmenin sosyal mekanizmalarıdır. Çünkü bunlarda insanlara alt kültürlerine göre değil, hangi milletten olduklarına göre (T.C. Vatandaşlığı) ve toplumdaki fonksiyonlarına (sosyal işbölümü) göre davranılır.

              Toplumda milli kültür güçlendikçe ve çağdaş gelişmeleri çözümleyecek bir canlılığa ve sürekliliğe kavuştukça, diğer taraftan “alt – kültürleri” birbirleriyle entegre edecek ekonomi ve sosyal gelişme ve reformlar başarıldıkça milli bir birlik güçlenecektir. Milliyetçiliğini sosyolojik açıdan fonksiyonları bunlardır. O yüzden milliyetçilik, bağımsızlığın, birliğin, milli ruhun, milli vicdanın ve milli direnişin ifadesidir. Böylesine kültürel ve sosyal olarak bütünleşmiş, “alt kültürlerin” artık bir ayrıştırıcı kimlik olmaktan çıktığı, millet oluştuğunda, bu alt kültürler bu milletin, milli kültürünün ve kimliğinin renkleri haline geldiği güçlü bir toplum ve milli birliğini garantilemiş bir toplumdur.

              Böyle bir toplum demokrasiden başka bir rejim düşünemez. Ve demokrasi de böyle bir sahaya ulaşıncaya kadar ertelenemez. Zira demokrasi bir zihniyet ve davranış biçimidir ve ancak uygulama ile kazanılabilir. Önemli olan, demokrasinin alt kültürlere değil sosyal fonksiyonlara dayanmasıdır.

              Sosyoloji bilimi açısından Milliyetçiliğin sosyal fonksiyonlarından birisi bu milli birlik ve milli kültürün oluşumunu ve millet olgusunu geliştirmesidir. Yine sosyolojik açıdan milliyetçilik ve milliyetçiliğin davası budur.

You have no rights to post comments

Köşe Yazarları


Annemin Ardından...
Cuma, 25 Ağustos 2023
...
TÜRK BAYRAMI: NEVRUZ
Salı, 29 Mart 2022
...

An itibariyle ziyaretci sayısı:

230 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi