HEY GİDİ ADANA

Geçen haftadan devam

HEY GİDİ ADANA

Necdet Özkaya

Katıksız bir Türkçü olan Nihat Hoca, 27 Mayıstan sonra İslâm’ı adeta keşfeder. İslâm’ı dışlayarak Türk’ü onun milliyetini tarif etmenin mümkün ve doğru olmayacağını kabul eder. Bir yandan amele, öte yanda İslâmi ilimlere yönelir. Bu hususta müzede görevli olması Hoca için bulunmaz bir fırsat, adeta bir nimet olur. Tahkik ve tetkik dönemi başlar. Nasıl katıksız bir Türkçü ise ivazsız ve tavizsiz bir İslamcı olur. Hatta zaman, zaman İslamcılığı Türkçülüğünün önüne geçer. Zaten ‘ılımlılık’ Hoca’nın tabiatına da mizacına da aykırıdır. Şiddetli infial ve her durum ve şartta muhalefet Hoca’nın en önemli vasıflarındandır.

27 Mayıstan sonra Erzin, Dörtyol ve İskenderun’dan Nihat Hoca, milliyetçiliğin, muhafazakârlığın, sembol ismi olur. Zamanla Hoca’nın ünü Belen Dağı’nı da aşar Amik Ovası’na yayılır, ta Yayladağı’na ulaşır.

Çevresi Hoca’yı siyasete girmeye zorlar. Gönlüde siyasete meyillidir. Ama Hoca’nın ne mizacı ve ne parası siyasete uygun değildir.

27 Mayıstan sonra yapılan ilk seçimlerde Hatay’dan Adalet Partisinden aday olur. Partisi o seçimlerde Hatay’dan 4 milletvekili çıkarır, Hoca 5 nci sıradadır. 4 ncü sırada ki aday milletvekili seçilir. Mazbatasını alır ama Ankara’ya gitmek kısmet olmaz adam ölür. Mazbatasını almadan önce ölmüş olsa sıradaki 5 nci aday yani Nihat Hoca milletvekili olacaktı. Nasip bu.

Hoca’nın seçim kampanyası çok renkli geçer. Kimi zaman Amanoslar ’da ki köyleri yaya olarak dolaşır, kimi zamanda katır sırtında propaganda gezilerine çıkar, hısım akraba yardım ederse bir jip tutularak kampanya götürülmeye çalışılır.

Aile içinde Hoca’ya en çok yardımı dayısı Esat Bey yapar. Esat Dayı Erzin’de ve civar köylerde tanınan, bilinen, sevilen bir kimsedir. Seçim toplantılarının yapıldığı her yerde arabadan önce Esat Dayı iner, ilk ve en uzun konuşmayı o yapar. Milletvekili adayı olan Nihat Hoca ikinci plana düşmektedir. Canı sıkılmasına sıkılır ama Jipi kiralayan Esat Dayı’dır. Muhiti ve insanları da çok yakından tanıyan da odur.  Nihat Hoca, mizancına aykırı olarak Dayısının davranışlarına katlanmak zorunda kalır.

Ama bir gün sabır taşı çatlar. Arabada bir iki kişi varken, yolda Nihat Hoca Dayısına,

“Bak dayıcığım, hatırın kalmasın ama, bundan sonra toplantılarda sen değil, ben konuşacağım. Sakın önüme geçme” der. Kendisi kadar asabi olmayan Dayı’da çok sakin değildir. Hoca’nın bu uyarısı Dayı’yı çileden çıkartır. Arabada münakaşa etmeye başlarlar. Hoca en son söyleyeceği lafı, en başta söylemeyi, bir ilke haline getirdiği için;

“Arabayı sen kiralayıp, parasını ödediğin için, para sahiplerinin yaptığı gibi bizi eziyor, küçük ve değersiz görüyorsun. Ben şimdi arabadan iniyorum. Sana minnet edeceğime, yaya  olarak dolaşmayı tercih ederim” der ve arabadan inerek yürümeye başlar.

Hoca’nın  bu davranışı yakın çevresinde, aile içinde yadırganır. Hocayı anlayacak idrak sahibi hak verecek bir vicdan yoktur. Yüzüne söyleyemezler ama arkasından ‘deli’ demeye başlarlar.

***

Müzeye uğradım. Ramazanoğlu ve Çulhaoğluyla geçirdiğim saatleri anlatarak hocanın kanaatlerini düşüncelerini sordum. Hoca güldü. Bu seanslara anlaşılıyor ki sen ilk defa katılıyorsun. Ben böyle seanslara birkaç defa davet edildim. Her seferinde tahminler, hesaplar tutmadı. Umutlar boşa çıktı. Bunun üzerine Çulhaoğluna dedim ki,

“Bana verdiğiniz değer için size çok teşekkür ederim. Beni bir daha böyle toplantılara davet etmeyin. Zira davetinize icap etmem.” Bunun üzerine beni bir daha çağırmadılar. Böylece yakamı kurtardım.

            Anlaşılıyor ki Nihat Hoca yakasını kurtarınca, yeni bir eleman olarak beni seçmişler.

“Süleyman Bey Fransız Lisesi Mezunu, Çulhaoğlu’da İktisat Fakültesini bitirmiş. Bu fantezi işlerin arkasında nasıl yürüyorlar anlamıyorum” dedi. İnsanlar kendi hayallerinin, rüyalarının esiri oluyorlar. Gördükleri tahsil okudukları okullar bunları bu esaretten kurtaramıyor.

Nihat Hoca anlatmaya devam etti; “Ramazanoğlu Bektaşi meşreptir. Hatta tarihi Ramazanoğlu sülalesinden geldiği hakkında şüpheler vardır. Çulhaoğlu’na gelince bir çok hurafeyi kutsallaştırarak, bunları din zan etmektedir. Muntazam olmasa da namazlarını kılar, cumaları ise hiç kaçırmaz.” Dedi.

Ben de Çulhaoğlu ile birkaç Cumayı birlikte kıldık. Adana Yeni Camii’nde bir Cuma Namazı kılıyorduk. Rahmetli Türkeş’te camideydi. Büyük ihtimalle seçim dönemiydi.

Hoca, hutbede önce ayet okudu, sonra ayetle ilgili olarak birkaç hadis nakletti. Sonra ayet ve hadislere dayanarak hazırladığı yazılı konuşmayı okumaya başladı Her cümlesinin sonunda, Çulhaoğlu bana dönerek “Hoca çok doğru söylüyor” demeye başladı. Dayanamadım.

“Hasan Abi, Hoca okuduğu ayet ve hadislerin açıklamasını yapıyor. Elbette ki Allah’ın ve O’nun Resulünün söyledikleri doğru olacaktır.” dedim.

“Kara Yeğenim farkındayım, seni sınamak için öyle söyledim” deyince güldüm, zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışması hoşuma gitti.     

Süleyman Ramazanoğlu, konuşurken kendisinden geçer. Vücudu dönmeden kafasını çok rahatlıkla arkasına çevirir, arkada oturanlara da hitap edebilirdi. Kafası nerdeyse 360 derece dönerdi. Kendisine mahsus tabirleri ve benzetmeleri vardı.

Bugün olduğu gibi o günlerde de milli duyarsızlık, milliyetçilerin toplumda gördükleri en büyük noksanlıktı. Milletin tepkisizliği  bir çok insan gibi Süleyman Bey’i de kızdırırdı. Harbi Umumi (1.Dünya Savaşı) ve İstiklâl Savaşı’nda milletimizin gösterdiği kahramanlık örnekleri anlatılarak, içine düşülen hayal kırıklığından, ümitsizlikten kendi anlattıklarımızla kurtulmaya çalışılırdı. Ümitsizliğin inkâr anlamına geleceğini belirten Tanrı ikazını birbirimize hatırlatırdık. Bugün yarın olmaz ise ileri bir vakitte milletimizin uyanacağını, meskenetten kurtulacağına inanırdık.

Merhum Atilla İlhan’ın başlattığı ‘Bir Millet Uyanıyor’ hareketin bir benzerini 60’lı yıllarda ‘Bozkurtlar Diriliyor’ adı altında Türk Milliyetçileri başlatmıştır. Romanlar, hikayeler, şiirler, destanlar, makaleler yazılıyor, Tarihi Türk kahramanlığı, şerefi, haysiyeti, dürüstlüğü ön plana çıkartmak için her vasıta kullanılıyordu. Adana’da MHP ve Ülkücü kuruluşlar kurulmadan önce onların fonksiyonlarını Türk Ocağı yapıyordu. Özellikle yaz akşamları Türk Ocağı’nın serin damında yapılan sohbetleri unutmak mümkün değil. Türk Ocağı’nın Adana da şube açmasında öncü adımı atan rahmetli Faruk Akküllah’tır. Rahmetli Hoca, bir milli hassasiyet ve heyecan tufanı idi.

Ocağın başkanı rahmetli emekli öğretmen ve okul müdürü olan İsmail Hakkı Bey’di. Aynı zaman da Tepebağ’daki Bekir Sapmaz Talebe Yurdu’nun da müdürüydü. Özel bir yurttu.

Türk Ocağı sohbet toplantılarına Ramazanoğlu katıldığı zaman Ocağın havası değişir. Hazır olanlar Onun masasının etrafına kümeleşirlerdi. Gür sesiyle;

“…Bizim Millet Pozantı’nın tor öküzüne benzer, altında ateş yaksan ayağa zor kalkar. Ama bir kalkarsa artık onu zapt etmek mümkün değildir.”

O günden bu güne tor öküzün ayağa kalkmasını bekliyoruz. Kıbrıs seferine çıkan Ordu ilk ateşi tetiklemiştir. Yine de Kıbrıs’ın kuzeyi milli uyanışa vesile olacak bir istidadadır.

 Süleyman Bey, gördüğü alçaklığa, ihanete, namertliğe isyan eder. İki elini kolları ile birlikte yukarıya doğru kaldırarak, Allaha seslenir.

“ Ya Rab!. Bu, bu dünyayı alt üst et! Bu günkü insanoğlunu yok et! İzi, sesi, nefesinden eser kalmasın! Yeni bir Adem ile Havva yarat! Çürüklüğü olmayan yeni bir ademoğlunu dünyaya gönder.”

Bu yakarışı dinleyen, gören ve seyreden herkesin gözleri dolar, kanı adeta dururdu. Ramazanoğlu düşündüğü rolü, bir drama ustası gibi oynardı.Oyuncu olma yeteneğine sahip nice insan gibi. ‘Beyefendi’ de bu kabiliyetinin farkında mıydı? Hiç sanmıyorum.

Gaflette olanlara çok kızardı. Çünkü kendisi hep uyanıktı. Özellikle camilerin tıklım, tıklım dolduğu Cuma günlerinde, bayramlarda,  teravih namazlarında komünistlerin camileri bombalayarak birçok Müslüman’ın öldürülecekleri korkusunu hep yaşadı. Hayatta iken korktuğuna uğradığını hatırlamıyorum. Ama cemaat camide iken Ülkemizde camilere defalarca bombalar atıldı. Hele bugün Irak’ta olup bitenleri bir görseydi, kim bilir neler anlatırdı. Her komünist ona göre Sovyetlerin bir ajanıydı.  PKK’ nin ihanetini, yaptığı kötülükleri ve çirkinlikleri görmeden öldüğü için ümit ederim ki çok bedbin göçmemiştir.

Türk Ocağı’na gelenler arasında cemaat mensupları da vardı. Süleyman Bey, bu arkadaşlara ‘netameli’ gözüyle bakardı. Bizim de onları tarassut altında tutmamızı isterdi. Onlardan birisi için, “Adam kunduz gibi,  içi dışından görünmüyor” derdi.

Rahmetli Ramazanoğlu, yaşanan kötülüklerin yegane kaynağının İsmet İnönü olduğuna tam iman etmişti. Arkadaşlarını, tanıştığı karşılaştığı herkesi İnönü konusun da kendi gibi düşündürtmeye uğraşırdı. Her gün kendisine göre yeni kanıtlar, yeni tanıklar bularak iddiasını ispat etmeye çalışırdı.

Adalet Partisi’nin başına emekli bir paşa geçmişti. Ama Ragıp Gümüşpala Paşa’nın İsmet İnönü ile mücadele edemeyeceğine inandığı için İsmet Paşayla baş edebilecek bir lider arıyordu. Adaylarından birisi Alparslan Türkeş’ti. Onun için Süleyman Bey, bir yandan Kayseri Cezaevinde bulunan Celâl Bayar olmak üzere DP.nin ileri derecedeki kadroları ile ilgilenirken, bir yandan da Merhum Başbakan’ın eşi Berrin Hanım ve çocukları ile ilgileniyordu.

Hindistan’da sürgünde olan Türkeş henüz yurt da dönmediğinden siyasi hayatta görünmüyordu. Ama İhtilalin kudretli Albay’ı Ramazanoğlu gibi düşünenlerle, bizim gibi genç Türkçülerin gündeminde her geçen gün biraz daha güçlenerek yer alıyordu. Herkes kendine göre bir Türkeş hayali kuruyordu.

Türk Ocağı’nda farklı, farklı siyasi düşünceye, hayat tarzına sahip olanların ortak hasımları İsmet Paşa idi. Türkçülerin İsmet Paşa’ya düşmanlıkları 1944 olaylarından başlayarak geliyordu. 27 mayıs ihtilali İsmet Paşa  husumetini DP.li olan herkese sirayet etmesine vesile oldu.

Adana’ya öğretmen olarak tayin edildiğim Eylül 1962’den itibaren Bekir Sapmaz Öğrenci Yurdu’nda etüt öğretmeni olarak çalışıyordum. Dolayısıyla orada yatıp kalkıyor, yiyor içiyordum. Üstüm başım orada yıkanıyordu. Mesleğe yeni atılmış, bir bekar öğretmenin Adana gibi bir büyük şehirde böyle bir imkan bulması, Allah’ın verdiği bir büyük nimetti. Akşamları mütalaa (etüt) öğretmenliği yapıyordum. Aydan aya da belli bir ücret alıyordum.

Değişik okullarda, değişik sınıflarda, değişik yaşlarda yüzden fazla öğrenci bu yurtta kalıyordu. Lise üçüncü sınıf öğrencileriyle beraber ortaokul birinci sınıf öğrencileri de yurtta barınıyorlardı. O dönem Adana’nın ilçelerinin bir çoğunda lise yoktu. Ortaokullarda ihtiyaca cevap verecek sayıda değildi. Onun için  değişik ilçe, bucak ve köylerinden öğrenciler okumak için Adana’ya gelirlerdi. Pansiyonlu okul sayıları az ve kapasiteleri de çok sınırlı olduğu için Bekir Sapmaz Erkek Talebe Yurdu çok büyük bir ihtiyaca cevap veriyordu. Öğretmenlik yaptığım Milli Mensucat Ortaokulu’nda okuyan öğrencilerden bir kaçı da bu yurtta kalıyorlardı. Bu öğrencilerden aklımda kalan Şevket Koç’la Mustafa Doğan’dır.

Okulu bitirmiş, Ankara’ya Bakanlığa kura çekmek için gelmiştik. Arkadaşlarımın içinde en çok Hüsnü ………..ile anlaşmış, birbirimizi sevmiştik. Hüsnü Ankara’da öğretmen okulundan mezun olmuştu. Ankara’yı da iyi biliyordu. Ailesi Konya’dan Ankara’ya gelip yerleşmişti. Hüsnü öğretmen okulunda okurken edebiyat öğretmeni Nazik Hanım dolayısıyla Semiha Ayverdi ve arkadaşlarınca kurulan Cemiyeti o zamandan biliyor. Haftanın belli günlerinde o cemiyete gidip geliyordu. Hüsnü aynı zamanda Türk Ocakları Genel Merkezi’ne gidiyor, orada yapılan faaliyetlere katıldığı için Ankara’da Türkçü, Milliyetçi kişilerin bir çoklarını şahsen tanıma fırsatını bulmuştu.

Kuralar çekildi, ben Adana Milli Mensucat Ortaokulu’na, Hüsnü Sinop Kız Meslek Lisesi’ne tayin edilmişti. Elektronik ortamda nokta tayinleri yapma becerisini gösteren Bakanlık bunu kamuoyuna başarı diye gösterebiliyor ve inandırıcıda olabiliyor. Kuraların elle çekildiği 60’lı yıllarda nokta tayinleri yapabilen Bakanlık hafızasını kaybetmiş gibi davranınca insanın canı sıkılıyor.  Kurallar çekilince Hüsnü beni Türk Ocakları Genel Merkezine götürdü. Genel Merkez’de Müdürlük yapan Lütfi ikizle tanıştırdı. Benim Adana’ya tayin edildiğimi öğrenince;

“Adana’da Türk Ocağını yeniden açtık. Faruk Akküllaha yetki verdik. Asıl mesleği öğretmenlik olmakla beraber Adana’da halıcı dükkânı var.” dedi. Faruk Hoca’ya bir kart yazdı ve verdi.  

Adana’ya gidip göreve başladıktan birkaç gün sonra “Şark Halı” yı bularak Faruk Hocayla tanıştım. Lütfü İkiz’in yazdığı kartı Faruk Hoca’ya verdim. Kart benim kağıdım gibi oldu. “Garip kuşun yuvasını Allah yapar” derler ya Vallahi de Billahi de doğru demişler.

Hoca beni, Bekir Sapmaz Talebe Yurdu Müdürlüğü yapan İsmail Hakkı Bey’e gönderdi. Meğerse Müdür Bey benim gibi yurtta yatıp kalkabilecek bekar bir öğretmen arıyormuş, O aradığını buldu. Bende kalabileceğim, üstelik ücret alacağım temiz ve emin bir kurum buldum. Öğrenci kayıtları artınca  İsmail Hakkı Bey benden ikinci bir öğretmen daha bulmamı istedi. Duyguları, düşünceleri, davranışları itibariyle bana benzeyen bir öğretmen arıyordu. Bu isteğinin karşılanması mümkün olmayacak bir işti. O dönemde milliyetçi ve muhafazakar öğretmen bulmak ne kadar zordu. Bunu Müdür Bey’in kendiside biliyordu. Zira öğretmenlikten ve İmam Hatip Okulu Müdürlüğünden emekli olmuştu. Camianın yabancısı değildi. İstanbul Eğitim Enstitüsü’nden benimle birlikte mezun olan Vehbi Necip Ortaokulu Türkçe Öğretmenliğine atanan bir arkadaşım vardı. Necati Kubat, Malatyalı idi. Kardeşi Nevzat’ta okumak için yanına gelmişti. Solcu idi, ama terbiyeli ve efendi bir arkadaştı. Yurdun ve Müdür Bey’in havasına uyum sağlayacak yetenekteydi. Bu yönlerini anlatarak Necati’nin de yurda mütalaa öğretmeni olarak alınmasını sağladım.

Bekir Sapmaz Erkek Talebe Yurdu Güney Sanayi Fabrikalarının sahibi olan sapmaz ailesinin kurduğu bir kurumdu. Fakir fukara çocuklarından ücret almadan barındırırlardı. Yurdun gelirleri, giderlerini karşılar mıydı? Bilmiyorum, büyük ihtimalle bütçe açıkları sapmazlar tarafından kapatılırdı.

Sapmazlar Adana’nın Karaisalı halkındandı. Yurdu emanet ettikleri Müdür ve Muhasebe elemanları da Karaisalı’dandı. Bir nevi hemşeri yurdu idi. O yurtta güzel, yararlı çalışmalar yaptık. Öğrencilerimizin hepsi gittikleri okullarda başarılı oldular.

İsmail Hakkı Bey güngörmüş bir idareciydi. Şiddetli bir antikomünist idi, devrim ve devrimci kavramlarından müthiş alerji duyardı. Kendisine mahsus içtihatları vardı: Memleketin geçirdiği bunca inkılâba ve ihtilâle rağmen millet sağlam kalabilmişse, bunu cehaletine borçluyuz, yani cehalet milleti kurtarmış. Bozukluk okumuş olanlardan kaynaklanıyor. Kabul görmüş deyimle ‘aydın ihaneti’ bugünde karşılaştığımız en büyük dert.

İsmail Hakkı Bey, konuşurken ağzını tam olarak açmadığı için söylediklerini anlamak çok zor olurdu. Onun için aramızda zaman zaman  ‘anlama’ da anlaşmazlık olurdu. Evet veya olur demek icap ettiği anlarda hayır dediğim için Müdür Bey’i kızdırırdım. Kulakları da ağır duyduğu için onunla konuşurken bağırmak zorunda kalırdık.

Müdür Bey’in siyasi görüşü Sapmazlara bağlıydı. Onlar hangi siyasi partiyi işaret ederse Müdür Bey ve personeli o partiyi tutardı. O dönemde İsmail Hakkı Bey’le herhangi bir siyasi anlaşmazlığımız olmadı. Ta ki Türkeş yurt dışından dönüp, ÇKMP’ye katılıncaya kadar. O Adalet Partisini desteklemeye devam etti, Bende Türkeş’i.

İkinci yıl yurt onarılmaya alınarak, yapısında da bir takım değişiklikler yapılacaktı. Yersiz yurtsuz kalmamak için Müdür Bey çare bulmuştu. Türk Ocağında yatıp kalkacaktım. Akşamları yurda gidip, öğrencilerle ilgilenecek, ücretimi alacaktım.

Annemleri Van’dan getirinceye kadar Türk Ocağı benim için aynı zaman da evim gibi oldu. Çok odalı bir binaydı. Odaların birinde de Erzinli Ali Dayı (Gökakın) kalırdı. Ocağın kadrolu elemanıydı. Bekçisiydi, çaycısıydı. Çok temiz ve güzel bir adamdı. Bekçiliği ve çaycılığı aydan aya aldığı üç beş kuruş kazanmak için değil, bir millet ve vatan hizmeti olarak kabul ettiği için yapardı.

O’nu Faruk Hoca bulmuş, Erzin’den alıp Ocağa getirerek, Ocağı ona emanet etmişti. Oğlu Cengiz Adana İmam Hatip’ten Faruk Hoca’nın talebesiydi. Sonra damadı oldu. Hoca, kıymet bilen ve onu değerlendiren bir adamdı.

Ocakta yatıp, kalkma benim için çok olumdu oldu. Adana’nın o dönemki milliyetçilerini çok yakından tanıma imkanına sahip oldum. Onlar da beni tanıdılar. Her meslekte milliyetçi bir sosyal çevrenin varlığı, aklımı, fikrimi ve gönlümü zenginleştirdi.

Son bahar akşamlarından birini yaşıyoruz. Ocağın damında gündüzün sıcaklığını üzerimizden atarak serinlemeye çalışıyoruz. Çaylar içilirken masalardaki sohbetlerde koyulaşmaya başlıyordu.

Okey Osman’la, Kalaycı Emin Usta oturduğum masaya geldiler. Arkadaşlardan izin alarak beni henüz kimsenin oturmadığı damın en uzak köşesindeki masaya götürdüler. Fevkalade bir durumla karşı karşıya olduğum arkadaşların hallerinden belli oluyordu.

Daha nasılsın, ne var ne yok? Demeden Okey Osman fısıltıya yakın bir tonla konuşmaya başladı.

“Bugün kiminle karşılaştım. Hiç tahmin edemezsin.” Lafın tadını çıkartmak için biraz bekledi. Emin Ustanın yüzüne kopya verir mi diye baktım. Birey hissedemedim. Zaten Enin Usta meramını anlatmak için ağzına fazla kullanmazdı.Daha çok eliyle, kaşıyla, gözüyle konuşurdu. Arada sırada başını kullanırdı. Bütün bunlardan Emin Usta’nın konuşma özürlü olduğunu sanmayın. Usta ayaklarını ve belini de, şimdiki deyimi ile vücut dilini çok iyi kullanırdı. Çünkü kalaycıydı. Ama ben vücut dilinin şifrelerini çözemediğim için ne demek istediğini anlayamazdım. Önce elini kaldırarak uzakları işaret etti. Sonra iki elini omuzlarına götürerek birtakım işaretler yaptı. Sağ elini başına götürerek şapka giymiş gibi garip garip şekiller çizdi. Ama nafile!..

Ben Emin Ustaya bakarak manalar çıkartmaya çalışırken Okey Osman’ın sabrı tükendi. Zaten telaşlı ve acelecilik adamdı. Beklemeye tahammülü yoktu. Çünkü Emin Usta topu elle tutuyordu. Hakem de düdüğü çaldı, penaltıyı verdi.

Türkeş’le Ağba Palasta görüşüp buraya geldim. Çok önemli bir konuşma yaptık,

“Güvendiğin arkadaşlara haber ver, hazırlıklı olsunlar, yakında dönüyorum. Döner dönmez idareye el koyacağız!..” dedi.

Okey Osman’a sordum

“Sizin Türkeş ile tanışıklığınız var mı? Adana’ya geldiğini nasıl öğrendiniz?.”     Bu sorular Okey Osman’ın canını sıktı ya da cevap vermek zorunda kaldı.

“Ama bu arada gizli ve açık önemli konularda çok soru sormak doğru değildir. Gördük dediysek gördük, konuştuk dediysek konuştuk. Soru sormak nerden çıktı.” Dedi. Ama açıklamak zorunda kaldı.

“Türkeş’le herhangi bir tanışıklığımız yoktur. Kendisini sadece bir tesadüf eseri olarak gördüm. Otelin lobisinde bir arkadaşı bekliyordum. Birden gözüm merdivenlerden çıkan bir adama takıldı. Dikkatlice bakınca Türkeş’e çok benzettim. Serde gazetecilikte var ya! İşe yaradı sivil giyinmiş olmasına rağmen basında çıkan resimlerden tanıdım. Hemen merdivenlere tırmandım. Onu birkaç basamak arkadan giderek takibe başladım. Tam odasına girip kapıyı kapatmak üzereyken;

“Affedersiniz sizi tanıdım. Ben gazeteci ve milli hakem Osman Yereşenim  Sayın Türkeş” dedim. Eliyle ‘sus’ işareti yaparak, beni içeri aldı. Alır almazda tabancasını çekip, beni sorguya çekti. Öldürecek diye ödüm koptu. Verdiğim cevaplarla samimi olduğumu anlayınca silahı üstümden çekti. Başkasına anlatmamam şartıyla çok mahrem hususları konuştuk.”

İstemeyerek başına “Allah! Allah!.” diyerek başımı sağa sola salladım. Hayatında ilk defa gördüğü biriyle çok mahrem meseleleri konuşan biri Türkeş olabilir mi?

“Bana inanmıyor musun?” diyerek çıkıştı.

”Estağfurullah” demek zorunda kaldım.

 “Ağabey, Türkeş gibi bir adam saf saf davranarak, tanımadığı biriyle bu kadar ciddi meseleleri konuşur mu? Aklım almıyor.” dedim. “Sakın Türkeş’e benzettiğin bir başkasıyla konuşmuş olmayasın.” dediğim zaman bu Okey Osman’ın öfkesi taştı. Başından beri fısıldaşarak konuşan ‘Okey’ yumruğunu masaya bir vuruş vurdu ki, diğer masalarda oturanlar biz de dönüp bakmak zorunda kaldılar.

Okey Osman uzun boyu ile birdenbire ayağa fırlayarak kalktı. Emin Usta’da onu izleyerek ayağa kalktı. Emin Usta’nın yüzüne baktım elini dudaklarının üstünde bıçak gibi yaparak bana ‘uzatma kes artık’ demek istedi. Konuşmanın bittiğini gösteren bir el kol işareti yaparak O da Osman Bey’in arkasından yürüyüp, gitti.

Ben eski masama, arkadaşlarımın yanına döndüm. Onlar da bizim neler konuştuğumuzu tabii olarak merak ediyorlardı.

Konuşmaların tümünü anlatmadım. Ama o günlerin Hâlet-i Ruhiyesini anlatan bir tahlil yapmaya çalıştım.

Milletin büyük çoğunluğu 27 Mayıs’ı benimsememişti. Ortaya fiili olarak bir tepki koymamıştı, ama Menderesin, Zorlu ’nun ve Polatkan ’ın idam edilmiş olmasına da çok üzülmüştü. İntikamını kendisi de alamıyordu. İhtilallerle idarenin değişmesini  ilke olarak kabul etmemekle beraber, silahı kullanarak bu günkü iktidarı elinde tutan ihtilalcilere karşı bir darbe yaparak yıkılmalarını da istiyordu. Bunu yapacak olsa olsa Türkeş olabilirdi. Türkeş’le  ile ilgili olarak icat edilen hikayelerin psikolojik sebebi budur. Millet kendi adına ihtilal yapmak için ihale açmıştı. Müteahhit arıyordu. İsmi geçenler arasında en münasip olarak Türkeş’i görüyordu.

Türkçüler arasında böyle düşünenler de vardı. Ama bizim Türkeş’e karşı duyduğumuz sevgi bundan kaynaklanmıyordu. O’nu Atsız Hoca’nın arkadaşı, Ülküdaşı olduğu için sevmiş, benimsemiştik. Bu sevgi ve benimseyiş Türkeş’i kendiliğinden milliyetçilerin lideri yaptı.

 

 

 

 

You have no rights to post comments

An itibariyle ziyaretci sayısı:

71 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi