“ÖYLE BİR ÖMÜR SÜR Kİ, OLSUN, MEVTİN SANA HANDE, HALKA MATEM.”

12 Mayıs 2010-Ankara

Bugün Cengiz’den bir telefon aldık. Saat 18.00’e gelmek üzereydi. Sadberk Hanım’ın vefat ettiğini söyledi. Kadıncağız üç dört aydan beri çok hastaydı. Eskişehir’de rahatsızlanmıştı. Tıp fakültesi hastanesinde tedavi gördü ama çare bulunamadı. Ümitsiz bir duruma düşünce oturdukları Altınoluk’a alıp götürmüşlerdi. Yarın ikindi namazından sonra Eskişehir’de toprağa verilecek. Kısmet olursa biz de cenazede bulunmak için Eskişehir’e gideceğiz. Tülay’ın rahmetli babası Ali Bey’i de on beş yıl önce Eskişehir de defnetmiştik.  Allah cümlesine rahmet eylesin.

13 Mayıs günün ikindi namazı sonrası Sadberk hanım’ı cenaze namazının kılındığı Ramazanoğlu Mahmut Sami Efendi namına inşa edilen camiden aldık. Seyitgazi yolundaki mezarlığa defnettik. Kocası Ali Beyin mezarına gömüldü. Perşembeyi cumaya bağlayan gündü.

O geceyi Eskişehir Öğretmen evinde geçirdikten sonra sabah kahvaltısını Tülaylarla birlikte Figen ’nin evinde yaptık. Eskişehir’e açtıkları resim sergisi için gelen ağabeyim, yengem ve kızları Lütfiye ve Jale ile görüşme imkanımız oldu. Lütfiye’nin eşi Oğuz’la da bu vesileyle tanışmış olduk.

Cuma günü Ankara’ya dönüş için saat 11’de hareket ettik. Cuma namazını Polatlı’nın girişindeki organize sanayi camiinde kılmak nasip oldu.

“Yadında mı doğduğun zamanlar?

Sen ağlarken gülerdi âlem;

Öyle bir ömür sür ki, olsun

Mevtin sana hande, halka matem.”

Trabzonlu Cûdi Efendi

 

17 Mayıs 2010-Ankara

Sabah erken saatlerde fark ettim saçım tutam tutam dökülmeye başlamış. İlaçlı tedavisinin yan etkilerinin başında, saçların dökülmesi geliyordu ve nihayet geldi.

Bugün misafir olduğum bir yazıhanede ki arkadaşlar hasta olmadıkları halde saçları dökülmüş, kafaları çırılçıplak kalmıştı. Onların bu halini görünce kendi kendime dertlenmemek gerektiğine inandım. Arkadaşlarıma da durumumu şikayet etmedim.

Akşam eve dönünce, eşime sabahleyin berbere gidip saçımı usturaya vurduracağımı söyledim. Makul gördü. Ama gecenin ileri saatlerinde saçıma elimle dokunmadığım halde döküldüğünü görünce eşim, bildiğimiz jiletle saçımı tıraş etmeye başladı. Başarılı da oldu. Ama ufak tefek bir düzeltmeye ihtiyaç olduğunu gördüm. Sabahleyin mahalledeki bir berbere gidip saçımı düzettireceğim.

 

21 Mayıs 2010-Ankara

Dün ikinci defa 21 gün arayla kemoterapi yani ilaçlı tedavi yapıldı. Saat 8 30’da hastaneye kan vermek için gittik. Her zaman olduğu gibi eşimle beraberdik. Saat 10.30’da 8. Katta onkoloji ünitesine gittik. Dosyayı çıkartmak, kan değerlerinin sonucunu almak, doktor Uğur Bey’e görünebilmek ancak saat 11.00 de mümkün oldu.  Başımın usturaya vurulduğunu görünce çok yakışıklı olduğumu söyledi. Karşılıklı gülüştük.

Doktora dedim ki hayatımda iki sefer kendimi yadırgamıştım. İlki askerde oldu. Bir er elinde makineyle geldi. Yedek subay adaylarının saçını üç numaraya vurdu. Sonra depoya gittik. Boyumuza, kilomuza bakan bir astsubay üstümüze göre er kıyafeti, ayağımıza göre bir postal verdi. “Giyinip bakın, üstünüze uymazsa sonra değiştiririz.” dedi. Bulduğum bir aynada kendime bakınca başladım gülmeye sonra rahmetli Mustafa Yılmazer ile  birbirimizi görünce önce tanımakta zorlandık, tanıyınca da kahkahalarla güldük. İkincisi ise hastalığım dolayısıyla saçlarımı usturaya vermek zorunda kaldım.

Ahlamak vahlamak yerine kendimle, yakınlarım arasında bulunan kellerle mukayeseler yaparak “gülme” konuları çıkartmaya çalışıyorum.

Dün akşam Müberra ’ya telefon ettim.

“Halimi ahvalimi soracak olursan, iki günden beri başım Rıfat Bey’inki gibi oldu” deyince espri kabiliyeti yüksek baldızım Müberra ne demek istediğimi derhal anladı ve katıla katıla gülmeye başladı.

Hastaneden 16.30’da çıktık. İlacı 12.30’da almaya başlamıştım. Demek ki 4 saat sürdü. Kemoterapiden 24 saat sonra o malum kan iğnesini yaptırdım.  Hemen ağrı kesici olan volteren de vurdurdum, ikinci günde aynı şekilde iğneler yaptırdım. Özellikle diz, dizlerden aşağı bileklerime kadar inen zaman zaman ayak parmaklarım da, tarak kemiklerim de hissettiğim müthiş ağrıları durdurmak, hiç olmazsa en aza indirilmek için 3. Volteren yaptırmama rağmen çok yararlı olmadı. Birkaç saat ağrıları dindiriyor ama kesin sonuç vermiyor.

Bugün kemoterapinin üzerinden tamı tamına bir hafta geçti, ağırlar geçmedi. Hala ayak bileklerimde duyduğum acılar ve ağrılar var. İki günden beri yeni bir ağrı kesici tablet alıyorum. Sabır, tahammül ve dayanma!

 

27 Mayıs 2010-Ankara 

Saçlarımdan sonra bıyıklarım da dökülmeye başladı. Dün gece fark edince tıraş makinemle bıyıklarımı kökünden kestim attım. Delikanlılık döneminden bugüne kadar ilk defa bıyıklarımı kendi rızamla kazıyarak bıyıksız kaldım. Yedek subaylık döneminde iki yıl bıyıksız olmaya mecburduk.

İnşallah kaşlarım dökülmez, eğer dökülürse tam tamına yolunmuş bir tavuğa benzeyeceğim.

 

10 Temmuz 2010-Dörtyol

Defteri elime en son 17 Mayısta almışım. Bu kadar uzun süre elime kalem almayışımın bin bir türlü sebebi var. Birinci sırada tembellik ve gönülsüzlük. Hastalık ve tedavi ciddi ve çok önemli bir problem olarak kıymeti harbiyesini devam ettirmektedir. 

17 Mayısla 10 Temmuz arasına 10 günlük bir gezi süresi girdi. 29 Mayıs akşamı Cezmi Bayram’ın oğlunun düğünü vardı. Adalet’le o düğüne gittik. Bizim dışımızda Ankara’dan gelenler vardı. Bizim masamızda Süleyman ve Hatice Kürkçü vardı.

İstanbul ‘da iki gün kaldık. Zekiye Teyzemi, kızı Seval ve damadı Samet’le birlikte ziyaret ettik. Sonra onu da alarak kız kardeşim Muazzez’e gittik. Onlar İstanbul’a birkaç ay önce taşınmışlardı.

O gün saat 15.00’de Osman beyle eşi Zeynep hanım bizi Çırağan’da yemeğe davet etmişlerdi. Ömer Balıbey eşi Handan Hanım’da yemeğe davetliydi. Onları da alarak Kültür Okullarının şoförü İbrahim’in kullandığı geniş ve lüks bir arabayla Çırağan’a gittik. Dostlarımızla hoş ve güzel bir vakit geçirdik. 

Yemekten ayrıldıktan sonra biz rahmetli Abdurrahman Gürdal’ın evine başsağlığına gittik. Eşiyle çocukları ile görüştük.

Ertesi gün Kültür Üniversitesine öğle yemeği için davetliydik. Okulların ve üniversitenin kurucusu Fehamettin Akıngüç, eşi Gül Hanım, kızı Bahar. Bahar Akıngüç, babasının bıraktığı mütevelli heyet başkanlığı koltuğunda oturuyor. Baba ilerlemiş yaşına rağmen allah nazardan saklasın dinç ve sağlıklıydı. Hem kendisi hem eşi bize karşı çok içten davranmışlardı. Eski yeni birçok konuyu konuştuk. Tabii gene en önemli konu benim hastalığım ve tedavimdi.

Zamanı durdurmak, yedeğe almak mümkün olmadığına göre önemli olan onu en iyi bir şekilde değerlendirmek. Fehamettin beylerle zamanı değerlendirmenin en güzel örneklerinden birini gerçekleştirdik. Sonra biz Bahçelievler öğretmen evine döndük.

Akşam yemeği için Handan Hanımla Fener’e balık yemeye gittik. Sahibi Yavuz, hem hemşerimiz hem de arkadaşımızdır. Ömer Bey Ankara’ya görevi icabı döndüğü için o yemekte yoktu. Fakat alicenaplık yapmış, Yavuz’a telefon ederek hesabı bizim ödememize engel olmuştu.

Ertesi sabah Şarköy’e gitmek üzere İstanbul’dan Bahçelievler’den ayrıldık. Şarköy’de Elçin’in kayınvalidesi, Engin’in annesi Gülcan Hanım’ın evine misafir olacaktık.

Gülcan hanım bizi çok güzel misafir etti. Evinin tertibi düzeni yerli yerindeydi. Temizliğine hayran kaldık. O geceyi evde geçirdik. Sabah kahvaltısından sonra Mürefte istikametinde yola çıktık. Bölge üzüm bağları, şaraplarıyla meşhur. Dağ tarafı ormanlarla, yamaçlar ise üzüm bağlarıyla göz alıcı bir manzara teşkil ediyordu. Evler genellikle bahçe içinde sahilde yani Marmara denizi kıyılarında yapılmış. Sahillerde yer kalmayınca denizden uzak yamaçlarda, tepelerde konutlar yapılmış. Bu yapıların büyük çoğunluğu yazlık amaçlı. Yazlıkçıların büyük  çoğunluğu İstanbul’dan geliyorlar. Mürefte’de sahil kahvelerinin birinde çay içtikten sonra Gülcan Hanım’ın köyüne, dayılarının yaşadıkları köye gittik. Asırlık çınar ağaçları saltanatlarını ilan ederek, bizi görmeden, fotoğrafımızı çekmeden geçip gitmek olmaz der gibiydiler.  Halkın büyük çoğunluğu birkaç asır süren Rumeli Balkan göçmenleri. 

Köyün camisi önünde bizi bekleyen Gülcan Hanımın dayısı ve diğer akrabalarıyla tanıştık. Ben öğle namazını camide kıldım. Biraz hoş beşten sonra “Uçmak Dere” denilen köye gitmek üzere ayrıldık. Yolda, derede, denizde sanki iç içe geçmiş gibiydi.  Dereye “uçmak” ismi takılmış, çünkü o yörede yamaç paraşütçülüğü yapılıyormuş.

Yolda içi oyulmuş iki kişinin rahatlıkla oturabileceği bir çınara rastladık. Boyu da eni de insanı düşündürecek bir ebatta. Vaktimiz olsa tarihi maceramızı bu ihtiyar ve muhteşem çınarlardan dinlesek.

O derede bir şarap fabrikasını Amerikalılar satın almış, yıkıp yenisini yaptırıyorlardı. Onun karşısında bir restoranda yemek yedikten sonra Şarköy’e dönmek üzere oradan ayrıldık. Mürefte’yi de Şarköy’ü de çok beğendik. Sosyal hayatı, kültürel zenginliği Türkiye ortalamasının çok üstünde.

Akşam yemeğine Engin‘İn amcası İsmet Bey ve halası Perihan Hanım’a misafir olduk. evleri çok güzeldi. Yeriyle, yöresiyle, mimarisiyle dört dörtlüktü. Yalnız merdivenleri çok dik, basamaklar arası çok genişti.

Şarköy’den sonra Bolayır, Gelibolu istikametine doğru yola çıktık. Bolayır ’da  Namık kemal’in, Süleyman bey’in mezarlarını ziyaret ettik. Ruhlarına Fatiha okuduk. Tekirdağ’da Muhammediye’nin yazarı yazıcızade Mehmet’in kardeşi Ahmet’in çilehanesini ziyaret ettik. Adına yapılan camide öğle namazını kıldım. Türbelerini ziyaret ettim. Ruhları için üç ihlas bir Fatiha okuduk. Namazgâhı ve Bayraklı Türbesini de görmek nasip oldu.

Gelibolu her Türk’ün tüylerinin diken diken olarak ziyaret etmesi icap eden şanlı bir mahaldir. Şehitliğin, gaziliğin, cesaretin, kahramanlığın ne demek olduğunu anlayacağımız bir yerdir.

Mehmetçik ruhunun yüceliğini ve arşa yükseldiğini görmek için Gelibolu’yu adım adım dolaşmak, her şehitliği görmek, manasını ve macerasını bilmek gerekmektedir. Gelibolu’yu tam tamına tanımak şahadet ve kahramanlık ruhunu özümsemek için yarım gün bir gün yetmez.

Otobüsler dolusu ziyaretçi geliyor. Bir kısım ziyaretçilerin ve rehberlerinin Mustafa Kemal Paşa’yı görmezlikten gelmeleri, insanın vicdanını sızlatıyor. Sızlatmak ne demek, kanatıyor.

“Ben size taarruz etmeyi değil, ölmeyi emrediyorum” diyen Gazi Paşa Mehmetçik ruhunun nasıl bir ruh olduğunu bu cümle ile anlatıyordu.

Akşam feribotla, Kilitbahir’den Çanakkale’ye geçtik. Geceyi öğretmen evinde geçirdik. Sabahleyin Çimenli kalesindeki deniz müzesini gezdik. Deniz Kuvvetlerinin yönetimindeki müze ve Nusret mayın gemisinin maketini de birebir dolaştık.

Öğleye doğru kardeşim Cengiz ve eşi Tülay Çanakkale’ye geldiler. Onlar Altınoluk’ta oturuyorlar. Onları da alarak Bozcaada’yı görmek için yola çıktık. Bozcaada’dan dönüp geceyi Cengizlerin evinde geçirdik. Ertesi gün Edremit körfezi kıyısındaki görülmeye değer yerleri görmek için sabahtan gece yarısına kadar yolculuk yaptık. Altınoluk’tan Ayvalık’a kadar uzanan yerleşim yerlerinin hepsini gördük. Midilli adası karşımızda duruyor. Ama bizim sınırlarımız içinde değil.

Ege’nin çok güzel kıyılarını adalarını Behram Kalesi  gibi tarihi yerleri görerek akşamın ilerlemiş saatlerinde Altınoluk’a döndük.

Sabahleyin Bursa üzerinden Ankara’ya dönmek için yola çıktık. Cengiz ile Tülay bizimle beraber Bursa’ya kadar geldiler. Bursa’ya yakın bir yerleşim yerine gideceklerdi. Onları otogara götürmek için bir saatten fazla oraya buraya gidip dönmek zorunda kaldık. “Sora sora Bağdat bulunur.” sözü misali ona buna sorarak otogarı bulduk, bulmaya da anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan geldi. Onların da bizim de sinirlerimiz bozuldu.

Altınoluk’tan Bursa’da oturan eski bir arkadaşım olan Mehmet Özyurt’u arayarak bize bir gecelik kalacağımız bir otel bulmasını istemiştim. Ulu Cami’nin karşısında, Kent Otelinde yer ayırmıştı. Bizi de saat 16’dan itibaren otelde beklemeye başladı. Biz o saatte Bursa’ya gelmiştik. Fakat Cengizleri otogara götürmek için uğraştığımızdan dolayı otele gelmek de gecikmiştik.

Otele ulaşıp eşyamızı odamıza koyduktan sonra, Mehmet’le Ulu Camii’ne ikindi namazını kılmak için gittik. Adalet, otelin lobisinde Bursa’nın eski il izci kurulu başkanı olan İlknur hanımla oturdu.

 Namazdan sonra otele döndük. Adalet’i de alarak Mehmet’in rehberliğinde dolaşmaya başladık. Hava hafif yağmurluydu. Yürümemize engel değildi. Yeşil Camiyi ziyaret ettik. Emir Sultan’da akşam namazını kıldık. Gezimize devam ederek Mehmet’in tanıdığı bir lokantada akşam yemeğini yedik. Otele de yürüyerek geldik. Dönüşümüz gelişimizin aksine kolaydı. Çünkü dönüşümüzde yokuş iniyorduk. Otele ulaştığımızda yorulduğumuzun farkına varmıştık. Bursa’da bir gün daha kalarak şehrin özelliği olan yerlerini görmek istiyorduk. Ama sabah uyandığımızda Bursa’ya tahminlerin ötesinde yağmur yağıyordu. Kaldığımız takdirde otelden dışarı çıkmanın mümkün olmayacağını anladığımız için yola çıkmaya karar verdik. Adalet arabayı otoparktan almak için dışarı çıktı. Geri döndüğünde şemsiyesine rağmen diz boyu sırtına kadar ıslatmıştı.

Tesadüfe bakınız ki bizim Bursa’ya geldiğimiz saatlerde başbakan da Bursa’ya gelmişti. Otelimiz Bursa’nın önemli caddelerinin birinin üzerinde olduğu için, arabayı durdurup eşya indirmek ve yüklemek bir hayli sıkıntılı oldu.

Yola çıktık. Eskişehir’e gelinceye kadar yağmur şiddetini azaltmadan yağmaya devam etti. Eskişehir’de arabayı münasip bir yere park ederek, Porsuk nehrinin kıyısındaki restoranların birinde çiğ börek yemek istedik. Birilerine çiğ böreği yiyebileceğimiz bir yer sorduk. Tavsiye ve tarif ettikleri yeri on beş yirmi dakika yürüyerek ancak bulduk. Yemekten sonra nehrin kıyısındaki bir kahvede oturarak çay içtik. Nehir ıslah edilerek, iki kıyısı da çok güzel bir şekilde düzenlenmiş. İki dönemdir seçilen belediye başkanı Eskişehir de başarılı işler yapmış. 

Ankara’ya yakın Gordion Tümülüs’ünü ve müzesini de ziyaret ettikten sonra saat 18.00 sıralarında Ankara’ya ulaştık. Seyahatimiz yol dahil on gün sürmüştü. İyi bir hava değişikliği, sağlığımız açısından da yararlı bir gezi oldu.

 

15 Temmuz 2010-Dörtyol 

3 Temmuzdan beri Dörtyol’da yazlık evimizin bulunduğu Yeşilköy beldesindeyiz. Evimizle deniz arasında yüz metre ya var, ya yok. oturduğum yerden denizi görüyor, sesini duyuyorum.

Her evin bahçesi güllerle, çeşit çeşit çiçeklerle donanmış. Sardunyalar, karanfiller, ortancalar uzak yakın bahçelerde uçan ve ötüşen kuşlar, komşu evlerden yükselen çocuk sesleri.

Kafamız dinç olsaydı, tam huzur ve mutlulukla geçen günlerimiz olacaktı. Ama çeşitli vesilelerle hastalığımız hatıra ve gündeme gelmektedir. Ayın on dokuzunda Ankara ’ya döneceğiz. Yirmisinde genel bir kontrolden geçeceğim. İnşallah hayal kırıklığına uğramaz, iyi sonuçlar alırız. Hem kendim hem aile bireyleri, kardeşlerimiz, arkadaşlarımız, dostlarımız ve komşularımız rahatlar.

Koray ve İrem yanımızdalar. Çocukluk çağlarından itibaren her yaz onlarla birlikte oluruz. Bunlar bize Cenab-ı Hakkın verdiği güzel bir emanettir. Eskilerin lügati ile vediatullahtır.

Onlara iyi bakmak, gözetmek bizim için büyük bir vecibedir. İnşallah bu vecibeyi tam ve eksiksiz yerine getiririz.

Temmuz öğle sıcağı. Dışarı çıkacak gibi değil. Çardağın altındayım. Denizden serinlik geliyor. Arada bir dağdan esen rüzgarlarla sıcaklık derecesi kırılıyor. Saat 15-17 arası yapılacak en iyi şey bence uyumaktır. Öyle de yapıyorum. Çok dalgalı  değilse 07.30 ile 08.00 arasında denize giriyorum. Güneşin zararlı ışınlarından korunmak için bu saatlere uymak zorundayım.

 

17 Temmuz 2010-Dörtyol 

Gülçin, Gökçen ve oğlu Orhan bu gün sabah 6.30’da geldiler. Korayla İrem anneleri Gülçin’e kavuşmanın heyecanını yaşadılar. Ben ve anneleri kızlarımızla ve torunumuzla konuşmanın sevincini duyduk. Bu mutluluğu ve güzelliği yaşattığı için Cenab-ı Hakka ne kadar şükretsek azdır.

Dünkü nemli ve boğucu hava sabahleyin denize girerken dağılmıştı. Dün nefes almakta zorlandığım için nefes açıcı ilaçlarımı almak zorunda kaldım. Klimalar insanların her yerde her iklimde rahatça oturup kalmalarını, uyumalarını ve çalışmalarını sağlıyor. Teknolojinin ve teknolojiyi gerçekleştiren beyinleri selamlamamak haksızlık olur. Tabii bir de bunları satın almak, giderlerini karşılamak işin önemli boyutlarından biridir.

Akşamları televizyonu dışarı, kapının önünde platforma koyuyoruz. Yıldızların altında televizyon seyretmenin kendine özgü bir tadı var. Yazlık sinema keyfi veriyor.

Genellikle 15 ile 17 arası saatlerde hepimiz uyuyoruz. Komşuların çoğu da öyle yapıyor.

Evin önündeki armut ağacı iyi tutmuş. Üstünde irili ufaklı meyveler var. Henüz yenilecek olgunluğa ulaşmamış. Cins bir ağaç, yediveren. Gelin duvağı onun arkasında allı, beyazlı çiçekleri ile nefis bir uyum içinde.

Evin arkasındaki şeftali ağacının üzerinde sayılacak kadar az bir meyve var. Bu yıl ona çok yararlı olmamış. Ortancaların yanındaki sardunyalar bir başka güzellik. Bu güzelliklere eşlik eden hatta zaman zaman onları unutturan ve birkaç evin ilgisini üzerinde toplayan Emirhan var.

Emirhan karşı komşumuz Aysel Hanımın torunu. iki yaşında, patır patır yürüyor. Koşuyor aradan bir “hey” diye naralar atıyor. Konuşmaya tam başlamadığı için işaret dilini kullanıyor.

İnternet problemini güç bela hallettik. Problemin giderilmesini, internetin sağlıklı çalışmasını, ilgililer ile  telefonda konuşup onların tavsiyelerine uyarak Koray çözdü.

Çocuklara yaşlarına ve öğretim seviyelerine uygun olan sorumlulukları ve görevleri verirsek, sonucun olumlu olacağının en güzel örneğini Koray internet konusunda gösterdi. Burada günlük gazetelerin dışında okumak için getirdiğim iki yeni kitap vardı: Devrimin Üç Kadını ile Nevzat Köseoğlu’nun Milliyetçilikte Yeni Arayışlar Yahya Kemal ve Düşünce Dünyası. 

Devrimin Üç Kadını, Latife-Müveddet-Mevhibe, yazarı Ayten Aygen.

“Ayten Aygen, 80 yaşında, çevremde onun gibi çalışkan az yazar/insan gördüm. Düşünebiliyor musunuz, 80 yaşında Uğur Mumcu Vakfında felsefe kurslarına gidip sertifikasını alıyor. Hiç durmuyor.” Soner Yalçın kitapla ilgili bu yazı 31.01.2010 hürriyet gazetesinde yazmış. Bu yazının tamamı kitaba önsöz niteliğinde konulmuş.

“Ayten Aygen'in ailesini yazdığı “Rumeli Benimdi” (2003) adlı kitabıyla tanıdım. 2006 yılında yine ailesinin bir bölümünü anlattığı “Nart'ın Prensleri”ni yazdı. İlk romanında Balkanlar'dan gelen muhacir, ikinci kitabında ise Kafkaslar'dan gelen Çerkez akrabalarının acı hikâyelerini yazdı. Rahmetli Metin Toker'in bir Çerkez Prensi olduğunu ondan öğrendim.

“Devrimin Üç Kadını”, Atatürk'ün eşi Latife Hanım, İsmet İnönü'nün eşi Mevhibe Hanım ve Kazım Özalp'ın eşi Müveddet Hanım'ı anlatıyor... Bugün “seçkinci” gösterilen kadroların yaşadıkları zorluklar gözler önüne seriliyor.”

Soner Yalçın’dan son bir cümle daha;

“Cumhuriyet kadınlarının yaşadıkları zorluklar bilinmeden Cumhuriyet olgusu kavranamaz.”

Kitaptan bazı bölümler,

Sivas kongresinde en çok tartışılan konulardan birisi de manda meselesidir. Tanınmış bir çok şahsiyet mandayı savunurken, Erzurum delegesi Hoca Raif Efendi ise mandaya karşı çıkmıştır.

Saray müftüsü Ahmet Efendi, “Üzerimize düşen bu vazife memleketimizi muhafaza ve müdafaa etmektir. Bu hareketimizle Padişahımıza isyan etmiş olmayız. Haşa ben din kardeşlerimize hakikati söylemek isterim. Bir Türk düşünmem ki cihattan kaçsın. Düşman istila tehlikesi olan bir yerde, cihat farz-ı ayindir. Cihadın güzel oluşu İslam’ın şerefini yüceltmesindendir.”

Mustafa Kemal’e el verenler kongrede din adamlarıdır.

Lozan anlaşmasının 87. Yılı. Türkiye cumhuriyetinin temel belgelerinin en önemlisi.

Son yıllarda içeride ve dışarıda birçok şer kuvvetler, Lozan’ı delip yeniden Türk Milletini “Sevr” denilen hıyanet belgeleriyle bizi karşı karşıya bırakmak istiyorlar.

İsmet Paşa Lozan’a ikinci kere gitmeden önce İzmir’e eşi Mevhibe Hanımı görmeye gitmişti. İsmet Paşa’nın daha evvel haber vermesine gerek yoktu. Zira gazeteler çoktan Paşa’nın Lozan’a gideceğini yazıyordu.

Mevhibe’nin artık sabrı tükenmişti. Uzun seneler kocasından ayrı kalmıştı. Sessiz bir isyan içersindeydi. Paşa geldiğinde onunla konuşacaktı.

Paşa geldiğinde gülen gözleriyle bu nadide kadına baktı ve “Hadi, bu sefer beraber gidiyoruz” dedi. 

Bunu duyan Mevhibe kulaklarına inanamadı. “Doğru mu?” der gibi kocasına baktı. Paşa başını sallayarak tekrarladı. “Evet evet beraber gidiyoruz.”

Bu haberi memnuniyetle karşılayan biri daha vardı. O da Mustafa Kemal Paşaydı. “Eşinizi alıp gidiniz, o da dış dünyayı tanısın. Bunun çok faydası vardır.”

Ayten Aygen “Devrimin Üç Kadını”, S.125,126

 

 

 
 

You have no rights to post comments

An itibariyle ziyaretci sayısı:

146 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi