TARİHİ İYİ BİLMEK İYİ OKUMAK VE DERS ALMAK-20
- Yayınlanma: Salı, 27 Nisan 2021 15:35
- Kategori: MİKRA ASİATİK KATASTROPHE
- Gösterim: 1147
Tarihi İyi Bilmek İyi Okumak ve Ders Almak-20
XX. Yüzyılda uluslararası sistem ve rejim açısından, en dikkati çeken husus: BERLİN – LONDRA arasında artık saklanamayan, gizlenemeyen, bir tür “BİLEK GÜREŞİ” yaşanmaya başlanmıştı. Her iki büyük gücün, belki ilk başlarda direkt, doğrudan bir çatışma alanı değil de, ünlü İngiliz stratejistin ( L. HART ) işaret ettiği gibi “DOLAYLI TUTUM “ ve tam olmasa da günümüzün moda / egemen kavramı ile “ VEKÂLET SAVAŞLARI” taktiğini benimsemişler, bunun için de en uygun coğrafya olarak da, ana vatan toprakları dışındaki, coğrafyaları seçeceklerdi.
Bu taktik ve stratejide önde giden her zaman ALMANYA olmuştu ve olacaktı, dikkat ederseniz hafızalarınızı yoklayın II: PAYLAŞIM SAVAŞIN’ da da, BERLİN, O YILLARDA DA DEVAMLI DURUMUNDAN MEMNUN OLMAYAN, STATÜKOYA BOZMAYA ÇALIŞAN, SINIRLARI ZORLAYAN ÜLKE / DEVLET KONUMUNDA OLACAKTI.
BERLİN belki de XX. yüzyıl başlarında da bu temel ve adına REVİZYONİST denen / denecek olan politikanın temelleri atılacak, yıllar sonra bu seferde VERSAY SONRASI dünyanın halini / durumunu ortaya koyacaktı. Bu dönemi de D.FROMKİN, o ünlü ölümsüz eseri olan BARIŞA SON VEREN BARIŞ eserinde neredeyse PAS DEUX PAS anlatmaz mı? Veya o yılların ünlü Amerikalı gazeteci W.L SHİRER ’in dilimize de çevrilen 3 ciltlik NAZİ İMPARATORLUĞU adlı eserini okumak yeterli değil midir?
Gerçekçi olunmak gerekirse, birbirleri ile uğraşma konusunda, LONDRA ‘nın sorumluluğu BERLİN’ e oranla daha az ve etkisizdir. Çünkü LONDRA XVIII. Yüzyıl yılının ortalarından bu yana, ekonomik / sınaî / ticari / askeri gücünün zirvelerine ulaşmış DONANMA ve DENİZ TİCARET FİLOSU ile dünya denizlerinin ve bütün limanlarının “EFENDİSİ “ olacaktı. Ana vatanda üretilen bütün sınaî mallar ve emtialar dünya pazarlarına sürülürken, bu farklı coğrafyaların bütün zengin, çeşitli ve de renkli mamulleri, İNGİLİZ ADALARINA, pazarlarına, nihai tüketicinin sofralarına akıyor, İngiliz halkının DİYET LİSTESİ zenginleşecek ve çeşitlenecekti.
BERLİN ise bildiğiniz gibi, birbirlerine düşman, düşmanlık olmasa da, rekabet ve gerginlik içinde bir ilişkiler ağı içindeydiler. Ayrıca VİYANA’ da bu prensliklerin üzerinde “ DEMOKLESİN KILICI “ gibiydi. Hatta zaman zaman güneyden KATOLİK (Fransa ) kuzeyden de PROTESTAN ( İskandinav) baskısı altındaydı. Bu süreci önceden, zaman zaman anlattığım için,üzerinde daha fazla durmayacağım. Ancak, BİSMARC , ŞANSÖLYE olduktan sonra PRUSYA ÇEKİRDEĞİ etrafında ALMAN İMPARATORLUĞUNU kurulmuş. Üç seri savaştıktan sonra BERLİN,KARA AVRUPASINDA gerçek, bir güç bloku olarak doğacak, PARİS adete ligden düşecekti.
Adına TARİH denen bilime ister sosyolojik isterse siyaset açısından bakın veya bir başka deyim ve ifadeyle ; siyaset ve tarihsel sosyolojiyi önceleyerek konuya baktığımızda; çok büyük ve önemli bir noktadayız demektir. TARİH dediğimiz belki de dar anlamda, geçmişin öğrenilmesi demek anlamına gelir ama aynı zamanda geçmişin öğrenilmesi değil, geçmişten dersler çıkarılarak geleceğe yürümek demek değil midir ? İnsanlık tarihi açısından büyük toplumsal dönüşümlere yol açan , büyük bir halkın siyasi- askeri önderi olarak tarihte yerini alan MAO da, tarihi değerlendirirken ne demişti ? GEÇMİŞTEN GÜÇ ALARAK GELECEĞE HAZIRLANMAK.
TARİH : Ne bireysel ne de toplumsal anlamda, bugünden geçmişe bakarak; güncel değerlerden, gelişmelerden etkilenerek, esinlenerek, geçmişe bakmak ona anlam kazandırmak olmamalı. O zaman, babalara-atalara ve dede atalara karşı yalnız haksızlık değil, büyük değerlendirme hataları yapmış oluruz. TARİH; dediğimiz olgu, yaşayan adeta nefes alan canlı bir organizmadır. Böylesine bir yapıyı dar, katı kalıplara sıkıştırmak yalnız davranışsal değil aynı zamanda, geçmişe de saygısızlık hatta ruhsal bir bozgunculuk ve travmatik davranış değil midir ?
TARİH dediğimiz süreç ancak SUI GENERİS ( kendine özgü ),hem şeklî hem de yaklaşım özellikleri olan ve bu ayakları mutlak ama mutlaka göz önünde bulundurulması gereken, OLMAZSA OLMAZ ( sine non quon ) demek değil midir ?
O halde ; TARİH asla geçmişte yaşanan ne bireysel ne de kamusal hiçbir olayı, gelişmeyi, ele alındığı, incelendiği zaman dilimindeki egemen baskın kültürün, etki ve baskısında tutulamaz. Siz şimdi OSMANLI Devletinin en büyük sorunlarından biri olan FATİH ‘ İN KARDEŞ KATLİNİ haklı gösteren Kanunnamesini veya İngiliz tarihindeki GÜLLER SAVAŞINI , Hanedanların birbirini son fertlerine kadar yok etmelerini. I.PETRO nın öz oğlunu İŞKENCE ettirerek bizzat öldürmesini nasıl açıklanabilinir?
Tarih biliminin belki de en güzel yanı veya diğer toplumsal bilimlerden olumlu farkı, gerek kendi içinde gerekse ülkeler, halklar arası karşılaştırma yapma imkân ve fırsatı vermesiydi. Bizim esas tercihimiz veya en azından objektif değerlendirmemiz; olayları yaşananları, bulunulan zamandan bakarak değerlendirme değil, bunun tersi ele alınan zamana uygun geçerli olan hümaniter yaklaşım, hukuki norm ve değerlendirmeler esas olarak kabul edilir ve bakılırsa ancak o zaman istenilen sonuç alınabilir diye düşünmek zorunda değil miyiz?
Bu bağlam veya yaklaşım içinde yazmaya çalıştığımız dönemi ve olayları ele alırsak, şu ana kadar doğru olarak “kafalarımıza kazınılan “ birçok bilgi , olayların çok farklı olduğu ,NEDEN – SONUÇ ilişkilerinin farklı olduğunu görür ve farkına varırız.
Özgün olay ve zamanımız nedir ? 1900-1920 ler dünyası , BERLİN - LONDRA çevresinde öbeklenen devletler / ülkeler ve milletler. Bütün bu anlatmaya çalıştığımız, konular, sürtüşmeler zaman zaman yaşanılan gerginlikler ve nihayet “DEVENİN BELİNİ KIRAN TÜY”; SARAY BOSNA SUIKASTI.
Halklar bu noktaya bir günde gelmeden azından son 20 yıl ki aslında 1815 WATERLO, Fransa’ nın teslimi arkasından imza altına alınan, güçlü devlet adamlarının, gölgesinde yaşanan anlaşmalar ve düzenlemeler. (METTERNİCH – VİYANA )
Genel hatları ile jeopolitik ve jeostratejik açıdan bakıldığında, insanlık için, politik / tarihi açıdan üç büyük, UYGARLIK HAVZA’ sının var olduğunu, dünya tarihinin neredeyse tümünün, bu merkezlerin çeperlerinin içinde ya da mücavir sahalarında oluştuğunu ve geliştiğini görmekteyiz. Coğrafi DETERMİNİZM ‘ in “ BÜYÜSÜNE” kapılmadan, bu jeopolitik / jeostratejik hatta bir ileri adım daha atarak JEOKÜLTÜREL çevreye, sınır çizmek, sabitlemek zorunda kalırsak ;
• AKDENİZ
• ATLANTİK
• PASİFİK
İsterseniz bu üçlü yapıya çok kısa özet, ana hatları ile, her zaman ki yöntemimiz olan KUŞ BAKIŞI KROKİSEL ŞEMATİK bakış açısıyla baktığımız zaman :
AKDENİZ HAVZASI :Dünyanın bu bölgesi etki – güç ve kapasite olarak, ilk bakışta tarih olarak MEZOPOTOMYA ile karşılaştırılırsa bile ki ; düz mantık böyle söyler, ancak, Akdeniz Havzası, hatta bazı araştırmacılar AKDENİZ ÇANAĞI derler, anılan BEREKETLİ HİLAL de denilen, ÖN ASYA uygarlığının beşiği olan. Bu coğrafyadan en derin anlamlı farkı, seslendiği, ilişkide olduğu ve gerçek anlamda bir “KÖPRÜ “ olduğu birbirine bin benzemez olan HALKLARIN arasında, sosyolojide en önemli kavramlardan biri olan KÜLTÜRLEŞME dediğimiz sürecin en canlı yaşandığı ve de fiziken de kapalı bir havza değil miydi ?
Bu coğrafya adını aldığı DENİZ sayesinde MISIR – FİNİKE -KARTACA ,ayrıca bu katmanlara ,bir de ANTİKİTEYİ (Yunan / Roma ) eklendiği zaman, oluşan enerji ve gücü düşünebiliyor musunuz ?Bu ilişkiler ağına bir de zamanla, sürece eklemlenen HİND – PERS DÜŞÜNÜŞ, FELSEFİ KÜLTÜR ZENGİNLİKLERİNİ DE EKLEYİN. Bu kadar mı ? Elbet de değil.
Açık denizlere ( ATLANTİĞE ) tek çıkış noktası ise CEBELİ TARIK denilen su yolu değil miydi ? (GİBRALTAR) Demek ki adı geçen denizi KARADENİZ – MARMARA ve EGE DENİZLERİ ile bir bütündü. Bu bütünlük bu denize, neredeyse politik – askeri –ekonomik ve ticari bir bütün ve hemen hemen var olan limanları birbirlerine bağlayan, en önemli liman- pazar-antrepo gibi yapısal / stratejik bir güç sağlıyordu.
Bu coğrafyanın bir diğer ve de hem çok önemli hem de geçerliliği olan ( özgül ağırlığı ) bir başka yanı daha vardı ki, o özellik günümüze kadar da geçerliliğini ve önemini koruyacaktı. Bu özellik ise, SEMAVİ DİNLER denilen bütün KİTAPLI DİN dediğimiz. MUSEVİLİK - HRİSTİYANLIK – MÜSLÜMANLIK gibi; inançların doğduğu, kitlelerin kabulüne kadar da, gerek kendi halkları gerekse de birbirleri ile çok çetin hatta yer yer son derece kuralsız savaşlara neden olacaklardır.
Her şey bir kenara, halklar arasında özellikle etnik / dini farklılıklardan çıkacak çatışma ve savaşlarda, kural tanınmayacağı hatta zaman zaman “ SIFIR ZAFER “ sonuçlu savaşların yaşandığı bir gerçektir. Bütün bu olumsuz şartlar, iklim ve kültür bir arada olunca, bu coğrafyadan MUTLULUK ÖYKÜSÜ ,KALICI BİR BARIŞ beklenebilir miydi ? Akdeniz’ in doğu havzasını en iyi analizini KÜRKÇÜOĞLU, TÜRKİYE’NİN ARAP ORTADOĞUSUNA KARŞI ( 1945-1970 ) adlı eserine bakılabilir.
AKDENİZ HAVZASI’ na isterseniz kaldığımız yerden devam edelim. Bu havzanın coğrafi ve ekonomik yapısal ve özelliklerine ve beşeri yapısının biraz üzerinde durmakta sayısız fayda vardır. Bu deniz ve kıyılarında yer alan bütün limanlar, gerek antikitede gerekse sonraki XVI y.yılın ilk yarısından itibaren bütün zenginliğini, ihtişamını kaybetmeye başlamıştı. Akdeniz’in sahip olduğu DENİZ TİCARET YOLLARI, kuzeyden güneye, güneyden kuzeye, yani KARADENİZ’ in limanlarına indirilen, esirler ( köleler ) ,kereste, kürk , bal, balmumu, Anadolu üzerinden SİNOP ve AMASRA LİMANLARINA oradan da KARAYOLU ile GÜNEY e ( AKDENİZ ‘e ) Arap ve Afrika içlerine pazarlara arz edilmekteydi. Ayrıca HİNDİSTAN’ dan gelen o bölgeye ait çok değerli BAHARATLAR, Kızıldeniz üzerinden getirilmekte İSKENDERİYE limanından DENİZ YOLU ile de Avrupa pazarlarına sevk edilmekteydi.
Yüzlerce hatta belki de binlerce yıl süren bu denizi ve kara ulaşımı neredeyse özellikle SELÇUKLULAR döneminde, KARA YOLU İLE İran üzerinden getirilen ÇİN İPEĞİ Anadolu’nun bu ticari trafik gücünü ve önemini bir kere daha öne çıkarmış. KONYA ‘ da bu fırsatı kaçırmayarak KARADENİZ’ den AKDENİZ’e, güvenlikli devamlılık sağlayan KERVANSARAY denilen mola ve istirahat açısından vazgeçilmez konaklama yerleri sistemini kuracaktı.
Bu yıllar veya dönem bu sistematiğin belki de “ NEŞELİ YILLARIYDI “ Ancak Konya’nın politik ve askeri gücü, egemenliği MOĞOL İSTALASI da felce uğrayınca, oluşan otorite boşluğu uzun süre doldurulamamıştır. SÖĞÜT ‘te 1299-1230 kurulacak Osmanlı Beyliği, uzun süre Anadolu’da tek egemen devlet konumuna gelemedi.
1402’de adına ANKARA SAVAŞI denecek o tatsız olayın yaşanmasından sonra, bu bölgede, FATİH’e kadar Osmanlı Devleti’nin ağırlığı olmadı. Önünde KARAMANLILAR, AKKOYUNLULUR ve DULKADİROĞULLARI vardı. Bunların hemen arkasında MISIR ve SURİYE’ye egemen olan, BURCİ MEMLÜKLER yer almıştı.
Osmanlı Devleti önce Karamanlı, Dulkadirli ve Akkoyunlu sorunlarını çözümledi. (UZUNÇARŞILI-WOOD) Osmanlı Devleti, Anadolu’da gerçek anlamda söz ve otorite sahibi olmak için; TEBRİZ merkezli bir başka TÜRK Devleti olan SAFAVİ Devleti ile kozlarını Çaldıran’da paylaştı.
Padişah YAVUZ ertesi yıl 1516-17 yıllarında arkası arkasına yaptığı meydan savaşlarıyla (MERCİDABIK-RİDANİYE) devletin güney sınırlarını MISIR dahil tüm ORTADOĞU Arap Dünyasını; askeri ve politik liderliğini kabul ettirmiş; daha sonra da halifeliği, uhdesine alarak, bütün İslam Aleminin liderliğini üslenecekti.
İşte Akdeniz’in kötü kaderini etkileyen askeri siyasi olayların yaşanmasının başlangıç evresiydi. Avrupalılar özellikle İSKENDERİYE Limanı’nın, RODOS’UN, KIBRIS’IN, GİRİT gibi tüm önemli liman ve depoların TÜRK EGEMENKİĞİNE geçişi; bu denizin Doğu ve Batı yakası arasında bitmez tükenmez OSMANLI-İSPANYOL Savaşları bir anlamda Akdeniz’in “kötü talihini” belirleyen unsur olmuştu. Bu gelişmeler sonucunda, önce CENEVİZLİLER ve VENEDİKLİLER “havlu attılar”. MADRİT-İSTANBUL ise bir süre daha mücadeleye devam edeceklerdi.(BRAUDEL-TABAK).
Bazı coğrafyacı ve tarihçilerin değerlendirme ve kabullerine göre bazen “ÇUKUR” bazen de “ HAVZA “ olarak kabul edilen bu coğrafya XVI. y. yıla girildiğinde yüzlerce yıl, dünyanın siyasi askeri-ekonomik ve ticari merkezi durumunda hatta belki de en önemli UYGARLIK MERKEZİ konumunda olduğu kadar da “uzak erimli “ kültürel, beşeri ilişki ve gelişmelerin bir anlamda buluşma merkezi gibiydi.
Osmanlı Devletinin güneyine doğru uzatması, egemenliğini ARAP ORTA DOĞUSUNA yayması bu arada AKDENİZ üzerinde, içinde ve de kıyılarında, İSPANYA ile din kılıfı görünümlü hegemonya savaşımı, bu arada CENEVİZ-VENEDİK ve PAPALIĞIN askeri / donanma ve ticari / ekonomik ve mali güç kayıplarına uğramaları, Osmanlı Devletinin RODOS – KIBRIS – GİRİT zaferleri MALTA da sonuç vermeyen çabaları, artık bu denizde, asıl güç ve önemini veren, bu tür avantajlarının zayıflaması demekti.
Bu deniz ve havzasında yer alan devlet / ülkelerinde jeopolitik ve jeostratejik düşünce dünya görüşlerinde, devrimsel diyebileceğimiz radikal değişiklikler oldu. Öncelikle AKDENİZ; dünya geleneksel ticaretinde en önemli mal – emtia ve zenginlik kaynağı olan, BAHARAT İPEK – KIYMETLİ TAŞ ve KUMAŞ değiş tokuşunda, ticaretinde, önemli bir ulaşım ağı, depo, pazar ve antrepo gibi imkânlara sahipti.
Dönemin iki süper gücü olana KATOLİK İSPANYA ile MÜSLÜMAN OSMANLI arasında yaşanan çok kıyasıya bir mücadele, denizin doğu taraflarının tümüyle “ TÜRK DENİZİ “ olması ve Akdeniz’in doğusunda en önemli liman / ticaret merkezi İSKENDERİYE ,artık İSTANBUL’un kontrolü altındaydı, Osmanlının fizik gücü KIZILDENİZ oyunca ilerleyecekti.
Aslında Avrupalı denizci halklar veya geleceği denizlerde gören devlet adamları, HİNDİSTAN’ a denizlerden de ulaşmanın mümkün olduğu görüşü hem ağırlık hem de geçerlilik kazanmaya başlamıştı.
Zaman zaman KEŞİFLER ve BULUŞLAR ÇAĞI olarak nitelendirdiğimiz bir dönem vardır. İşte bu dönemin en karakteristik yanlarından biri de KEŞİFLER ÇAĞIDIR. İnsanoğlu doğuştan sahip olduğu “ merak içgüdüsü “ her zaman insanlar üzerinde “ İTİCİ “ güç olmuştur.
Fransız iktisatçı / siyaset bilimci ATTALİ ‘nin dilimize de çevrilen 1492 adlı çalışması, konumuzla ilgili çok özgün bilgiler ve analizlerle doludur.
Avrupalı denizci halklar ve geleceği denizlerde gören arayan devletler, AKDENİZ’ den umutlarını kesince, HİNDİSTAN’ a denizlerden ulaşabileceklerini düşünüp, bazı deneme seferlerine çıkmaya başlayacaklardı.
Bunlardan ilki K.KOLOMB liderliğinde yapıldı ve sonra da devamı gelecek olan ATLANTİĞİ aşıp Hindistan kıtasını bulma çabalarıydı. Kolomb denizi aşıp karaya ayak basmıştı ama bulduğu veya ayak bastığı toprakların HİNDİSTAN değil de yeni bir kıta olduğunu anlayamadı.
Kolomb sonrası için bu topraklar ,Avrupalı maceraperestler, denizciler, askerler için fethedilecek, yerleşilecek ve sonuçta da zengin olunacak fırsatlar diyarıydı.
İlk çağlardan beri , dünyanın en gözde, zengin, gelişmiş hatta bazı tarihçilere göre de; kendine özgü bir AKDENİZ UYGARLIĞI- KÜLTÜRÜ yaratan ( BRAUDEL ), insanlık âlemi için gerek bireysel-kamusal ve toplumsal değerler, davranışlar geliştiren koyan bu dünya ; XVIII.yılın ilk yarılarından itibaren,” SOLAN DENİZ “ ( TABAK ) olacak, üstünde tekrar “ güneşin “ doğması için neredeyse bir buçuk asrın geçmesini bekleyecekti.
İSTANBUL ve MADRİT arasında politik – askeri ve ideolojik savaşım ve mücadele kısa zamanda ,EKONOMİK ve TİCARİ çıkarlara yansımış. Bu ise havzanın bütün liman ve zenginlik merkezlerinin çökmesi demekti.
Özellikle kendini bir anlamda KATOLİK İNANÇ ve MEZHEBİN lideri olarak gören, MADRİT Avrupa’da ortalığı kasıp kavuran DİN / MEZHEP savaşlarının ortasında bulması. AŞAĞI ÜLKELERDE (LES PAY BAS ) dinsel / mezhebi hegemonik savaşları, Kuzey Avrupalı ülke ve başta da İngiltere’nin direkt olmasa bile DOLAYLI TUTUM dediğimiz strateji izlemesi belki de ,dünya tarihi ve halkları açısından başka bir dünya ve değerler manzumesi demek olacaktı.
Aslında AKDENİZ’ in TÜRK – İSPANYOL çıkar ve prestij savaşlarına hem denizlerde hem de KUZEY AFRKA’ da sahne olması, artık diğer Avrupalı devlet / ülke, denizlerden HİNDİSTAN ‘a, yani kısaca sonsuz zenginlikler, göz kamaştırıcı İHTİŞAMA ulaşmanın en kısa yolu demekti.
Sonunda da bu yol VASCA DE GAMA adlı bir KAPTAN tarafından bütün Afrika kıyıları yakın / paralel dolaşılarak ,adına sonradan ÜMİT BURNU denecek bir noktadan sonra HİNT OKYANUSU denecek alana girilmiş oldu. Bütün bu anlattıklarımız öyle kolay işler değildi. PORTEKİZLİLER ve hemen “ GÖLGELERİ GİBİ OLAN “ İSPANYOLLAR,” KORSANLIK-YAĞMA ve HIRSIZLIK” amaçlı bu coğrafya’ya akmaya başladılar.
Yerel güçlerin ( Arapların ) bu saldırı ve akınları ne önleyecek ne de durduracak güç ve kapasiteleri de yoktu. Sıkıntı ve sorun KAHİRE üzerinden, İSTANBUL’ a ve DİVAN’ a aktarılınca. Sorunun çözümü için İSTANBUL, görevi KAHİRE’ye HAVALE edip, yetkilendirecekti.
Burada konumuza kısa bir ara verelim mi ?.1300 lü yıllarda Anadolu’nun en batısında hemen BİZANS he men yanında KONYA SELÇUKLU DEVLETİNE bağlı bir UÇ BEYLİĞİ olarak kurulan OSMANLI BEYLİĞİ iki yüz yıl içinde BEYLİKTEN DEVLETE ,DEVLETTEN İMPARATORLUĞA doğru evrilecek, ( DİVİTÇİOĞLU ) I. SELİM’in KAHİRE dönüşünde HALİFE ‘lik makamına el koyması ile de artık İSLAM ALEMİN’de de lider ülke olacaktı.
• Osmanlı Devleti için 600 yıllık ömrü süresine önemli hata ve eksikleri de olmadı değil. Özellikle teknik ve fen gibi alanlara hele askeri konularda son derece esnek, kabul edici benimseyici, yanları olan OSMANLI Devleti zamanla bu özelliklerini kaybedecek, her türlü yenilik veya değişme fikir, eylemini “din dışı “ bularak mesafeli ve hatta red edici tavır içine girecekti.
Devlet emel tercih ve seçim durumlarında önceliklerini RUMELİ dediği alana vermiş. Buna karşılık ana / asıl gücü ANADOLU ,asker ve vergi deposu olarak değerlendirilerek ihmal edilmiş. Halkının asıl çoğunluğu TÜRKMENLERDEN olan ,devletin kuruluşunda ağırlıklı rol oynayan asıl pay sahibi olan halk; din / mezhep ayrılığına kurban edilmişti. (BOY-SOY-DİL-KAN KARDAŞLIĞI ) ,ilkesi FATİHİN ÇANDARLI ailesini tasfiye ile artık kamu / devlet hayatında askeri – mülki yönetim ve makamlardan tasfiye edileceklerdi.
Madem az da olsa sizden izin alıp konunun eksenini kaydırdık o zaman devam edelim mi ?
• Osmanlı Devleti ister istemez Avrupa merkezli bir strateji ve jeopolitiğin tutsağı oldu. Gerçi böylesi bir seçimin politik / jeopolitik ve ekonomik nedenleri vardır. Doğu kanadı yani mahreç coğrafyasına çıkış yapamamış, zira SAFEVİ ve sonrası, askerlikteki “TIKAMA MEVZİ “ gibiydi. İstanbul, stratejik hataları veya biraz sert bir ifade olabilir ama doğrusu da budur. STRATEJİK ÖNGÖRÜSÜZLÜĞÜ, Karadeniz ötesi MOSKOVA ve gelecekteki alacağı pozisyondu. İstanbul bu işi / görevi AKMESCİT ‘e bırakmış, ancak TOP ve ATEŞLİ SİLAHLAR konusunda YENİÇERİ takviyesi yapmışlardı.
• DON – HAZAR arasında açılması düşünülen KANAL ise ; SAFEVİ varlığını BY-PASS yapmak ORTA ASYA ile direkt temas kurmaktı. Ancak gerek bu projenin başına getirilen zat’ın asker değil de MALİYE kökenli bir bürokrat oluşu, Kırım Han’ının da taktik- politik olarak bu projeyi kendi varlıkları için bir tehdit olarak kabul etmesi,
• Özellikle dünyadaki teknik, ekonomik gelişmeleri takip edememesi, Akdeniz içine sıkışıp kalması. İlk olarak, gemi inşa ve teknolojisinde, kapalı deniz statüsünde olan AKDENİZ ’e uygun gemiler yapılması, daha sonra donanmanın, Kızıldeniz ötesinde Hint Denizine göreve yollanması, gemilerimizin dayanıklılık, inşa özellikleri ve ateş gücünün, PORTEKİZ savaş gemileri karşısında yetersizliği, ayrıca yollanan asker ve gemicilerin yerel güç / otoriterlerle ,iletişim kuramamaları gibi farklı faktörler devrede olunca; asla HİND alt kıtasında, BABURLÜLERLE gerekli ilişki kurulamamıştır.
• Daha önce yazılarımı takip edenler bilirler ve okumuşlardır ki ;Şahsen tarih ve sosyoloji görüş ve düşünceme göre ,ben TÜRK BLOKUNU ,üç’ e bölmüştüm. DOĞU ÇAĞATAY – KUZEY KIPÇAK – ORTA .OĞUZ ; coğrafi olarak yaşam-kültür alanları arasında bölgesel farklar ve ayrılıklar olsa bile, sınırlar kalın hatta fay hatları ile çizilmemiştir. Gruplar arasında çeşitli politik / askeri hatta KLİMATOLOJK nedenler yüzünden sürekli nüfus , göçler / aktarmalar / kaymalar göstermiştir.
• Elbette coğrafi determinizme kapılmadan ama coğrafyanın da etkisini gücünü inkâr etmeden görmezden gelmek mümkün değildir. Biran Osmanlı Coğrafyasını hayal edin TUNADAN – TEBRİZ’e, KAZANDAN – KAHİRE’ye, KAFKASYADAN – BASRA KÖRFEZİNE kadar yayılan bir coğrafya’yı günün teknik, ulaşın ve iletişim imkânları açısından düşünün.
• Ülkeler ve devletlerarasındaki her açıdan yaşanan ve de giderek hız-tempo ve kapsama alanı , hem yüzeysel hem de derinliğine artar bir dünya da; rekabet çoğu zaman neredeyse CASUS BELLİ sayılacak ve hatta öyle algılanacaktı.
Konuyu fazla dağıtmadan şimdilik burada nokta koyalım mı ? XVIII,y, y şu gerçeği, dünyadaki bütün devletlerin gündemine girdi ve kısa bir sürede en tepeye çıktı. DENİZCİLİK – DONANMA.
Yeni yüzyılın en büyük özelliklerini başında artık gerek ticaret gerekse askeri gemilerin taşıma kapasiteleri ambarları çok daha farklı ve dev ölçülerdeyken, KARE (Latin ) yelkenden ÜÇGEN eve de rüzgâra, akıntılara daha iyi cevap veren , uyum gösteren ÇOKLU YELKEN teknolojisine adet sıçrama yaşanacak. Gemi inşa ve malzeme bilgisindeki her ileri adım özellikle DONANMANIN ; ATEŞ GÜCÜNÜ daha da ileriye götürmesini sağlayacaktı. !571 de İNEBAHTIDA, Osmanlı deniz savaşında gemiler birbirlerini mahmuzlamadan, Osmanlı deniz piyade ve gemilerde görevli YENİÇERİLER, düşman gemilerini yoğun OK atışlarına tutarlar ,düşman gemicileri bu kesif ok yağmurundan kaçmak için saklanmak zorunda kalırlardı .Ama bu sefer düşman askerlerinin yoğun tüfek ateşi ve çıkardığı duman ,Osmanlı oklarının etkisini sıfıra indirecekti. Gemi tonajları artıkça, gemilere konan TOP ve ATEŞLİ SİLAHLARIN HEM SAYISI HEM DE KALİBRAYONUNDA DA iyileşmeler yaşanacaktı.
AVRUPA denilen coğrafya’ da, bütün halklar uluslar ve doğaldır ki DEVLETLER, hepsi bir paralel, aynı doğru da ne ekonomik ne politik doğal olarak da askeri gelişmişlik düzeyinde değillerdi. Avrupa’ da bazı araştırmacıların deyimi, “ TARİHSİZ HALKLAR “ denilen, Avrupa’ nın PERİFERİ ile elbette bir BRİTANYA- FRANSA-HOLLANDA veya İSPANYA , hiçbir açıdan birbirine benzemelerdi.
Ekonomik, toplumsal ve teknolojik alanlarda bu halklar arasında gerçekten neredeyse asırlık farklar vardı. Maddi refah söyleminden tutun kültürel açılardan da “uçurumlar- derin kapatılmaz fay hatları “ vardı. Hatta daha sonra Avrupa’da birinci lige çıkacak olan ALMANLAR bile, adı geçen halkların seviyelerinden hayli uzaktı. Bu farkların oluşumu ve giderek “makasın “ açılmasının en büyük nedenlerinden biri veya bir sıralama yapacak olursak listenin hemen başına koyacağımız husus: DENİZLERE AÇILMAK ,dünyanın o yıllara kadar bilinen denizlerinde gerek ticaret gerekse donanmasını gezdirebilmekti.
Denizlere açılma, yeni yeni coğrafyaların kültür adacıklarının keşfi; LONDRA’ nın kısa zamanda KRALİYET COĞRAFYA TOPLULUĞU dünya’ya damgasını vuracaktı.
İngiltere bu demeye anlatmaya çalıştığımız dönemin en tipik / başat örneğidir. BÜYÜK ARMADA ‘nın İngiltere kıyılarında kayalıklara ve birbirlerine çarparak batmasından sonra, sanki “ talih kuşu “ Kraliyet Tacı ‘ na konmuş gibi olacaktı. İspanya için artık Akdeniz’i tümüyle terk etmiş, dikkat ve ağırlığını ATLANTİK ve HİNT OKYANUSUNA vermişti. Atlantik de ve rakibi İngiliz korsanları olurken Hint okyanusunda, Osmanlıları denizlerden süren PORTEKİZLİLER le mücadeleye başlamışlardı. Ancak arkalarından aynı coğrafya’ya akın eden gelen HOLLANDA lı denizcilerde İspanyolları bu denizden sürerken son gelen İngilizler kesinlikle, bu adı geçen bütün güçleri kovalayacaklar. Kendilerine son kertede direnen FRANSIZLARI’ da PLESSEYDE ağır bir yenilgiye uğratıp, koca alt kıtanın BABÜRLÜLERLE ortağı olacaklar. Daha önce de sık sık vurguladığımız gibi SEPPOY İSYANI bahanesi ile de tüm alt kıtanın “ efendisi “ olacaklardı.
Artık dünya’nın siyasi-ekonomik - ticari ve askeri bütün olağan / olağanüstü ,ilişkileri / gelişmeler ATLANTİK ÜZERİNDE YAŞANACAKTI. Zira Atlantiğin karşısında adeta uçsuz – bucaksız, keşfedilmemiş hakkında hiçbir şey bilinmeyen gerçekten son derece bilinen uygarlığın hayli uzağında yaşayan, kendi aralarında da çok farklı, yerli halklar vardır. MORGAN ‘ın ANCİENT SOCETY adı altında, dilimize de de çevrilen eseri ile ünlü Fransız antropolog C.LEVY STRAUS ‘un HÜZÜNLÜ DÖNENCELER adlı eseri bize bu dünya hakkında az özet bilgi verebilir.
Mutlaka ülkemize benzer konularda çalışmalar vardır. Mesela coğrafi açıdan okuma inceleme imkânı bulduğum NADAS ‘ın ASTRAL COĞRAFYA adlı 2 ciltlik eseri, bu konuda yazılan en iyi açıklamalı bir çalışma olarak kabul edilebilinir.
Coğrafi araştırmalar, incelemeler gerçekten hem uzun vadeli, uzun soluklu ama finansmanı bakımından da hayli zorlu projelerdir. Onun için bu çalışma ve projelerin arkasında KAMU / DEVLETİN güçlü parasal destek sağlaması olmazsa olmazların en başında gelen faktörlerdir.
Bir süre bu işle kendileri ,CONQUISTADOR denilen ve en ünlüleri CORTEZ - BİLBAO – PİZARRO öncüler daha sonra da İngiliz ve Fransız KEŞŞAF lar, bu kıta ‘nın, hem keşiflerini hem de haritalarını çıkarmaktaydılar.