TÜRK, BU COĞRAFYAYI VATAN YAPAN ASIL UNSURDUR.

TÜRK, BU COĞRAFYAYI VATAN YAPAN ASIL UNSURDUR.

Necdet ÖZKAYA

30 Ağustos 2009-Dörtyol

Bugün 30 Ağustos! Zafer Bayramı. Devletin kuruluşunu sağlayan büyük zafer.

“Güçlü ordu! Güçlü Türkiye” sloganı ile büyük kutlama yapıldı.

M.Kemal Atatürk’ün

“Büyük Türk ordusu;

Dünyanın hiçbir yerinde ve ordusunda

Yüreği seninkinden daha temiz ve daha sağlam bir askere rast gelmemiştir” diyor.

Hava az bulutlu. Deniz az dalgalı, sesin kıyıya vuruşları yumuşak, sesi bizim eve kadar geliyor. Denizle aramızda elli metreden az bir mesafe var. Gece yarısından hemen sonra kısa süren gürültülü bir yağmur yağdı. Gürüldeyen gök, çakan şimşekler korku saldıysa da korkulan olmadı.

Hafif bir rüzgâr esiyor. Çiçekler ve ağaçlar onun etkisiyle sağa sola yaylanıyor. Bahçede her türlü çiçek var. Güller, pembeli, beyazlı, kırmızılı açmaya devam ediyor. Gelin duvakları önünde beyazlı, kırmızılı renkleriyle salkım saçak. Sağ omzumun tarafımda, ortancalar, şeftali ağacı ve onun yanında bir büyük kök gelin duvağı var. Kıpkırmızı.

Günün en sıcak saati. Sitede sadece tabiatın canlılığı var. Kuş sesleri, rüzgârın hışırtısına karışmış vaziyette.

Ramazanın onuncu günü. Yazlıklardan el ayak henüz tam tamına çekilmemiş. Ama iyice tenhalaşmış, ıssızlaşmış.

Bizim mutfakta sessiz bir hareket var. Torunumuz Levent için öğle yemeği, bize de iftar için hazırlık yapılıyor. Yardımcı kadın temizlik yapıyor. O da sessiz ve sedasız.

Bu ortam içinde radyodan türküler dinliyorum. Zafer bayramı münasebetiyle Atatürk’ün sevdiği türlüler ve şarkılar çalınıyor.

Malazgirt ovasından, Dumlupınar’a uzanan bir tarih ve coğrafya.  Zafer yolu demek gerekiyor bu yola.

26 Ağustos 1071 (Malazgirt) 26 Ağustos 1922 Kocatepe. Dumlupınar. İzmir’e 9 Eylüle kadar şanlı şerefli bir yürüyüş. Hedef Akdeniz’dir. Ölümüne bir uğraş. Kaçan düşman, kovalayan Türk ordusu. Tek tek esaretten kurtarılan köyler, kasabalar ve şehirler. Denize varılacak, İzmir kurtarılacak.

Mithat Cemal Kuntay’ın Gazi şiirinden:

Geç kalmış olanlar da bugün bilmelidir ki:

Gazinin ufuklardan uzanmış elidir ki,

Toprakları tarih ile coğrafyaya soktu:

Bir gün ki vatandır denecek bir köşe yoktu.

*

Gitmişti vatan; gördüğümüz dağdı, denizdi;

Bir natıkamız, koskoca gök nasiyesizdi,

Toptan verilen şeyleri bir bir geri aldı

Türk’ün koca tarihi bugün yoksa masaldı.

Bayrak bez parçası vatan bir topraktan ibaret kalacaktı. Zafer kazanılmasaydı. Zaferin Başkomutanı Gazi olmasaydı.

Malazgirt ve 26 Ağustos Dumlupınar zaferleri kazanılmamış olsaydı, Türkiye ve Türklük diye bir yer ve millet olmayacaktı.

Ya Rabbi, eğer bu zaferi nasip etmeyeceksen beni kahret, o günü bana gösterme! Sultan Alparslan’ın bu duasının bir benzerini Gazi Mustafa Kemal Kocatepe’ye çıkarken yapmıştır.

“Yüce Allah’ım, ordularımıza zafer nasip et. Eğer bu zaferi kazanamayacaksam beni yaşatma, beni helak et. Gök kubbeyi başıma yık, o günü gösterme!

Ve Yahya Kemal’in şiir dolu duası:

Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.

Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi.

Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,

Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın.

 “Bir tarihten gelen” ordu, bir tarihe giden ordu. Ordu milletlerin en sarpı:Türk Milleti!

F.Hüsnü Dağlarca; Milletimizi şöyle tarif etmiş. “Bu ulus kocaman bir şiirdir.”

Bütün ihanetlere, bütün cehaletlere, yabancılara satılan mallara, mülke rağmen, bu millet bölünmeyecek, bu ülke ve bu devlet dağılmayacaktır. Yeni bir ihanet girişimi:

Dün arkadaşlarla Antakya’ya gittik. Eski bir çarşının içinde güzel bir lokanta yapmışlar. Tarihi Antakya caddelerinin birinin üstünde. Otomobil gürültüleri ve ışıkları olmazsa. Tam tamına eski Antakya derhanı olacak. Dr. Kenan Yüce’nin davetlisiydik. Bayram Türkoğlu ve eşi, çocukları, Payas Belediye Başkanı Bekir Altan, hanımı, çocukları, oğlu İlköğretim üçüncü sınıfına geçmiş, adı Hasan idi. Levent’le iyi arkadaş oldular. Hüseyin Polat’la Cevriye Hanım da davetliler arasındaydı. Levent’le beraber biz üç kişiydik.

İftardan önce Habib-i Neccar Camisini ve sandukaların bulunduğu bölümü gezdik. Geçen haftalardan birinde de Antakya müzesini ziyaret etmiştik. Tarihi ve dünyaca ünlü mozaikler karşısında hayran olmamanın mümkün olmadığını görmüştük.

İftar aşçı başının bize söylediğini göre Halep yemekleriyle yapılacaktı. Çok değişik ve leziz yemekler yedik.

Bulunduğumuz caddenin karşısında Camii, Katolik kilisesi, havra yan yana bitişik sanki iç içeymiş gibi görünüyorlar.

Antakya’ya mahsus bir hususiyet. Dünyada kaç şehirde bu manzara görülebilir?

“Bu bir zenginliktir”. Şimdi “Kürt açılımı” dolayısıyla bu zenginlik ve mozaik lafları çok söylenir oldu.

Güneri Cıvaoğlu da Milliyetteki bugünkü (1 Eylül 2009) yazısında bu söylemlere değinerek, “Türkler, Kürtler, Boşnaklar, Lazlar, Çerkezler” bu toprağın mozaiğidir, zenginlidir. Kardeşçe bir arada yaşamalıyız ifadeleri “şık” ama varacağı yer tehlikelidir.

Doğrusu, uygun olanı:

“Türk” bu coğrafyanın üst ve asil kimliğidir. Coğrafyayı vatan yapan unsurdur. Tarihi ve cihanşümul (evrensel) bir markadır.

“Tek devlet, tek bayrak” ilkelerinde mutabakat da yeterli değildir. Bu ifade ve ilkelerin arkasına coğrafyaya dayalı federalizm olmasa bile “korporatif federalizm” de sakıncalıdır.

Yani;

Halklara, cemaatlere veya toplumlara dayalı örtülü federalizm dikkatlerden kaçmamalıdır.

Vazgeçilmemiz: Ulus devlet! Milli devlet! Tekil yapı!

Antakya’da iftar sofrasında yaptığımız sohbetin konusu da bu ve benzeri konulardı.

İftardan sonra akşam ve teravih namazlarını caddenin karşısındaki camide kıldık. Levent de Hasan da namaza geldiler.

Teravihten sonra Affan’ın kahvesi denilen bir kahveye gittik. Ön salonların arkasında büyükçe yüksek duvarlarla çevrili, üstü asmayla kaplı bir bahçe vardı. Kadınlı erkekli oturuyorlardı. Asmada salkım salkım üzümler sarkmıştı. Çay içtik, dondurma yedik. Adana’nın bici bicisine benzer bir şeyin üzerine dondurma koymuşlar, adına da “haytalı dondurma” demişler.

Daracık sokaklar, daracık kapılar, içeri girince ferah, geniş, aydınlık bir avlu, kuyusu küçük de olsa bir havuzu bulunan eski Antakya evlerinin birinden bozma bir kahve.

Güzel güzel sohbetlerden sonra evlere dönmek üzere yola çıktık. Antakya ile Dörtyol bir saatten az fazla bir yol. Ay ışığı Amik ovasına vurmuştu. Ovanın dört bir yanında elektrik ışıkları göz alıyordu. Belen Dağı’ndan ovaya hangi vakitte olursa olsun bakmam bende heyecan uyandırır. Gece saat 24.15 de Dörtyol’a eve gelmiştik.

Dün İçişleri Bakanı” açılımla ilgili olarak bir basın toplantısı yaptı. Ara ara dinlememe rağmen açılımla ilgili hususlar hakkında herhangi bir bilgi vermedi. Bir aydın beri çeşitli kişi, kurum ve kuruluşlarla yaptığı temaslar ve görüşmeleri anlattı durdu.

Antakya’da iftar yaparken, Affan’da kahve içerken arkadaşlarla da konuştuk. Bakanın “bir şey söylemediği” hususunda anlaştık.

Bugünkü gazetelere de bakınca akşamki kanaatlerimizin doğru olduğunu gördüm.

Fikret Bila, Milliyetteki köşesinde (1 Eylül 2009) “bir ayda neler değişti?” diye soruyor. Değişenlerin başında ilk tespiti:

Kürt açılımı,

Demokratik açılım,

Milli birlik projesine dönüştü,

Tam bir kafa karışıklığı.

Anayasa ve af gündemden düştü.

DTP de bakanın konuşmasından memnun değil. DTP lideri Ahmet Türk, “ dağ fare bile doğurmadı” diyor.

DP genel başkanı Hüsamettin Cindoruk, bakanın konuşmasıyla ilgili olarak;

“Bu konu artık devlet sırrı niteliğini kazandı. Görünmez bir mürekkeple yazılan bir yazı gibi ne olduğu anlaşılmıyor. Bakanın ne söylediğini anlamakta zorluk çektim. Sayın bakan terbiyeli bir adam, ama söyledikleri devlet terbiyesine yakışmıyor”

Tartışılmasını istediğiniz konuyu ortaya koymalısınız.

Bahçeli’nin kesin tavrı değişmemiş. Değişeceğini de sanmıyorum. Bahçeli’ye göre, “Türkiye hükümet eliyle bölünüyor” “CHP ise “somut hiçbir şey söylemiyor”.

Yalçın Doğan (Hürriyet-1 Eylül 2009)

“Kürt sözü geçmeyen, aşırı genelleme içeren bir konuşma. Sorunun çözümüyle ilgili açıklama mecliste açıklanacak” diyor.

Türkçülük fışkırır, projeniz yerle bir olur.             

2 Eylül 2009 - Dörtyol

Göç zamanı

Binlerce yıldır göçer Türkler. Yayladan yaylaya sürüleriyle birlikte yürür gezerlerdi. Mevsim şartlarına göre her dönem bir başka ilde, bir başka diyarda olurlardı.

Amanoslar, Toroslar yaz gelince Türkmenlerin, Yörüklerin yayladıkları mekânlardı. Geniş, bol, verimli otlaklardı. Orada çadırlar kurulur, hayvanlar yayılırdı.

Yörük Türkmen geleneğini devam ettiren belki birkaç oymak kalmıştır. Daha çok Toroslarda develerle, atlarla yapılan göçler vardır. Bugün yaylacılığı sıcaktan kaçıp serin yerlere sığınmak gibi bir şey oldu. Yazlık deniz evleri, yazlık yaylalar.

Bugün H.Bayram Türkoğlu ile Osmaniye Belediye Başkanı Kadri Kara’yı görmeğe gittik. Temiz yüzlü, insana güven veren, ağırbaşlı bir duruşu vardı. İnsanın kanı kaynıyor. Belediye’den çıkınca Sıtkı Keskin’i sormak için dükkânına gittik. Maalesef hastalığının devam ettiğini oğlundan öğrendik, henüz yayladan Alman Pınarı’ndan inmemişler. Dörtyol’a geldiğimizin ilk ayında yaylalarını gidip ziyaret etmiştik.

Yaylacıların anlattıklarına göre Ağustos ayının son haftası ile Eylül ayının ilk haftası içinde yaylalarda, en sert zeminler dâhil her yerde zambak ve laleye benzeyen bir çiçek çıkarmış. Yaylacılar bu çiçeğin ismini “göç çiçeği” koymuşlar. Bu çiçeğin çıktığını gören yaylacılar yavaş yavaş göçlerini toplayarak kışlık evlerine dönermiş.

Bu akşam iftara Payas Belediye Başkanı Bekir Altan’ın davetlisi olarak Payas’a gittik. Kervansaray’da misafir olduk. Bayram Türkoğlu, Hüseyin Polat, ev sahibinin eşi ve çocukları ile çok zevkli bir iftar yaptık.

Akşam ve teravih namazını meşhur tarihi camide kıldık. Namazdan sonra, tarihi bedesten ve kervansarayda Belediyenin tertiplediği festivale katılıp konser izledik. Pay as’lılar çok büyük ilgi göstermiş, konseri en az bin kişi takip ediyorduk.

Orada çok güzel çaylar içtik, gürültü patırtının imkân verdiği ölçüde muhabbet ettik.

Saat 23.00 de Payas’dan ayrılarak Yeşilköy’deki evimize geldik. Bir ara balkona çıktım. Denize ay ışığı vurmuştur. Sanki altın tozları ile pırıl pırıl olmuştu.

Allah kısmet ederse, Perşembe sabahı Ankara’ya dönmek üzere yola çıkacağız. Ya Allah! Ya Bismillah!

 

9 Eylül 2009 - Ankara

Ankara’ya döneli bir hafta oldu. Perşembe günü saat 17.30 sıralarında Gölbaşı’na ulaşmıştık. Büyük kızım Gülçin telefon etti, yerimizi öğrendikten sonra, “Orhun Mesa hastanesinde apandisten ameliyat oluyor, önce buraya gelin, sonra eve gidersiniz” dedi.

Duyduğumuz olay, bizi hem endişeye, hem de hayrete düşürdü. Çünkü yol boyunca Orhun’un annesi dâhil, kızlarımızla birkaç kere telefonla konuşmuştuk. Hiç biri Orhun’un hasta olduğuna dair bir şey söylememişti. Hastaneye vardığımızda torunumuzun bir saat önce ameliyata alındığını ve operasyonun devam ettiğini öğrendik.

İşin özünü ve ayrıntısını öğrenince, anladık ki, halasının dikkati ve uyanıklığı çocuğun büyük bir tehlikeye düşmesini annesine erken haber vermesiyle önlemiş.  Ameliyattan sonra bir gün daha hastanede kaldıktan sonra taburcu olan Orhun diğer kuzenleriyle birlikte Cuma akşamı anne ve babalarıyla bize yemeğe geldiler.

Türkiye gündemi, çok tuhaf, çok karışık, çok endişe verici olaylarla dopdolu…

Türk Ocaklarının “Kürt açılımı” ile ilgili tutum ve davranışı, başta MHP genel başkanı olmak üzere birçok ülkücü ve milliyetçi kimseler ve çevreler tarafından eleştirilmekte…

İki gün önce Haber Türk televizyonunda Yaşar Okuyan’la Nuri Gürgür’ün karşı karşıya geldiklerini üzülerek izledim. Yaşar Okuyan Türk Ocakları genel Başkanı Nuri Gürgür’ü, milli menfaatlerimize aykırı bir politika takip ettiğini bağıra çağıra anlatıyordu. “Başbakana yazdığınız teşekkür mektupları elimde” diyen Yaşar Okuyan, program kesilmeseydi galiba daha çok suçlamalarda bulunacaktı.

Bugün Nevzat Köseoğlu ile ilgili bir haber çıktı Yeniçağ’da. Sabahattin Önkibar yazmış. Küçük bir çerçeve içinde çıkan yazıyı okuyunca dehşetten dehşete düştüm. “Eyvah” demekten başka ne yapabilirdim?

Harı bülbül haru şuşa Karabağ’da bir çiçek Azerbeycan’ın musiki şehridir. Büyük sanatçılar çıkmıştır. Azerbeycan’ın konservatuarıdır. Kalesidir. Ermenistan’ın ele geçirmek istediği şehirlerin başındaydı. Ele geçirdi. Azerbeycan’a ve Karabağ’a rağmen Türkiye’nin Ermenistan politikası karşısında Türk Ocakları genel merkezi ve Türk Ocakları Vakfı ne söyleyecekler.

Yani Nevzat Köseoğlu ile Nuri Gürgür’ün açık seçik davranışları nasıl olacak?

Firuzan teyze bizim ev sahibimizdi. Oturduğumuz daireyi onlardan satın almıştık. Yanılmıyorsam 1990 yılının ekim ayında taşınmıştık bu eve. Ev yeni, sokak yeni, çevre yeni. Zor olmadı bu yenilere alışmak.

Biz apartmana taşınmadan bir hafta önce Firuzan teyzenin eşi Hüseyin Bey vefat etmişti. Daireyi oğulları Ateş beyden satın almıştık.

On daireli apartmanın altısı onlara aitti. İkisinde kendileri oturuyorlardı. Dairenin birinde Firuzan teyze, diğerinde ise Ateş Çakıroğlu ailesiyle oturuyordu. Ateş beyin kendisi de,  eşi Gülseren hanım da mimardı. İki kızları vardı. Ateş beyin bir kardeşinin de Amerika’da olduğunu öğrenmiştik. Bir zenci hanımla evlendiğini, bir çocuğunun olduğunu duymuştuk ama onları tanımamıştık.

Bir gün duyduk ki, Firuzan teyzenin ABD’ndeki oğlu rahmetli olmuş. Orda da defnedilmiş. Firuzan teyze bu oğlunun çocuğunu göremediğini sık sık üzülerek komşularına anlattığını biliyorum.

Ateş Çakıroğlu; önce evden ayrılarak bir başka kadınla gayri meşru bir hayata başladığını eşinden öğrendik. Üstelik yeni hanım eşinin yakın bir arkadaşı imiş. Bir aile dramı bu olaydan sonra başlamış oldu.

Babadan kalma daireleri, yazlık evleri Ateş birer birer satmaya başladı. Önce kardeşine ait daireyi satmış. Eşinin ve çocuğunun hakkını göz göre göre yemiş ve üzerine bir bardak soğuk su içmiş.

Oğlu tek tek kendilerine ait daireleri sattı. Bayramoğlu’ndaki yazlık evi satıp parasını tüketince sıra anasına ait, Firuzan teyzenin oturduğu daireyi satmaya gelmişti. Annesinin haberi olmadan o daireyi de daha önce üç daireyi satın almış olan bir komşuya satıvermiş. Böylece satacak bir şey kalmayınca Ateş Bey Veteriner olan ikinci eşinin görev yeri olan Samsun’a çekip gitti.

Firuzan teyze oturduğu dairenin de satıldığını öğrenince derinden sarsıldı, dert yanacak, derdini anlatacak, üzüntülerini, acılarını paylaşacak kimseler aramaya başladı. Yaşıtlarının birçoğu rahmetli olmuş, hayatta kalanlardan bir ikisi de evlerinden çıkamaz bir durumdaydılar. Dolayısıyla Firuzan teyze dert ortağı bulmakta da zor durumda kalmıştı. İlerlemiş yaşına ve onca hastalığına rağmen, Allah da emanetini almakta acele etmiyordu.

Firuzan teyzenin daha göreceği günler, çekeceği acılar ardı. Kaderde ne varsa yaşanmadan bu dünyayı bırakıp gitmek olur mu?

Bir apartman yönetimi toplantısına güya ev sahibesi olarak katılan Firuzan teyze sıra aidat hesaplarına gelince utana sıkıla, “çocuklar, ben bu paraları maalesef ödeyecek güçte değilim” dedi. Allah var, bütün komşular, hiç tereddüt etmeksizin, “Firuzan teyze, sakın üzülme, hiçbir ortak masrafı sizden istemeyeceğiz, biz aramızda karşılarız” deyince Firuzan teyze gözyaşlarını tutamadı. Komşuların bu takdire değer davranışları karşısında mı ağladı, yoksa düştüğü bu çaresizliğe mi ağladı? Belki de hem sevinç, hem üzüntünün harman olduğu gözyaşlarıydı. O toplantıdan sonra Firuzan teyze bir daha apartman toplantısına katılmadı.

Oturduğu daireyi satın alan komşu, oğlunun gelip Firuzan teyzeyi Samsun’a götüreceğini öğrenince, bu gidişin kendisi için büyük manevi acılara sebep olacağını düşünerek “teyze istersen bir yere gitme, dilediğin kadar bu dairede eskiden olduğu gibi ev sahibesi olarak oturabilirsin” demiş.

Demeye demiş de, hayatının çocukluk yıllarından itibaren zenginlik, bolluk ve bereket içinde geçiren bu büyük hanımefendi, doksanına merdiven dayamak üzereyken düştüğü bu perişanlık karşısında daha fazla dayanamayarak, oğlunun Samsun’a gitme teklifine “evet” demekten başka çaresinin kalmadığını gördü. Bu elli altmış yıldan beri oturduğu yuvadan ayrılışının dönüşü olmayan bir yolculuk olduğunu adı gibi biliyordu.

Samsun’a gidecekleri günü sabahında onları kahvaltıya aldık. Ne yedik, ne içtik hatırlamıyorum ama oğlunun anasını ikna etmek için ne senaryolar hazırladığını hatırlıyorum. Onlardan birisi şuydu.

Samsun’da iki daire satın aldık. Birinde biz, birinde annem oturacak. Bizim dairelerden deniz görünmüyor. Annemin deniz manzaralı evde oturmayı özlem haline getirdiğini bildiğim için, isterse ona denizi gören bir daire kiralarız, orada oturur.

Firuzan teyzenin malını mülkünü satan Ateş vicdan azabının bir itmesi olsa gerek ki annesini, sokakta bırakmamak için alıp, Samsun’a götürmeye karar vermiştir.

Ateş’in ilk karısı, kayınvalidesine, “anne, gel bizimle kal, başka yerlere gitmene, başka çareler aramana gerek yok” demişse de onu ikna edemediğini Firuzan teyzenin vefatından sonra bize söylemişti.

****

Ramazanın son günleriydi, Ateş Bey bir akşam eve telefon etti. Eşim konuştu. Aralarında geçen konuşmalardan üzücü bir durum olduğunu anlamıştım, adını koymak için konuşmanın bitmesi gerekiyordu. Firuzan teyze ölmüştü. Kadir gecesiydi. Bir gün sonra Samsun’dan cenazeyi oğlu getirecekti. Cebeci Mezarlığına defnedilecekti. Hacı Bayram’da namazı kılınacaktı. İkindi namazıydı, namaza gittik. Eşimle Emine Hanım da vardı. Ateş’i orda gördük. Yaşlanmış ve çirkinleşmişti. Yanında Ayşe ile Şirincan vardı. Onlar da büyümüş koca kızlar olmuşlardı. Babaanneleri için gözyaşı döküyorlardı.

Mezarlığa gidince gördük ki Firuzan teyze için gelenlerin sayısı on kişiyi bulamamıştı.

Firuzan teyzenin son dönemlerinde yaşadıkları ve defindeki bu yalnızlığı, garipliği bana dokundu. Birden bire:

“Bir garip ölmüş diyeler,

Üç günden sonra duyalar

Soğuk suyla yuyalar

Şöyle garip bencileyin!”

Kıtası aklıma geldi.

Yıllar önce ölen kocasının yanında Firuzan teyzeye de bir mezar ayrılmış. Onu açtılar ve oraya defnedildi. Mezara dökülecek su bile yoktu. Ricam üzerinde mezarlıktaki güvenlik görevlilerinden biri bir bidon su aldı getirdi. Mezara toprak atan benim gibi yaşlı kimseler yorulunca, torunları kızlar kürekleri alarak toprak atmaya başladılar.

Allah rahmet etsin!

 

You have no rights to post comments

An itibariyle ziyaretci sayısı:

94 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi