BİR EĞİTİM MÜHENDİSİ VE HÜSEYİN SARI

BİR EĞİTİM MÜHENDİSİ VE HÜSEYİN SARI
Necdet ÖZKAYA
 
16 Mart 2007-Ankara

Dün 9. Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel’i, Kenan Okan ve Sabri Kırlı ile birlikte ziyarete gittik. Günüz sokaktaki evin nizamiyesinde eski Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem Bey bizi bekleyecekti. Randevu saati 16.00 idi. Beş dakika kala randevu mahalline vardık. Ali Naili Bey, kararlaştırdığımız gibi nizamiyede oturmuş bizi bekliyordu. Görevli polis isimlerimizi yazdı ve içeriye özel kaleme iletti. Bir dakika ya geçti ya geçmedi, içeriye davet edildik. Salona girmeden önce ziyaretçi odası gibi kullanılan bir bölmede oturtulduk. Salona giren görevli hemen dışarı çıkarak,

“Buyurun Sayın Bakanım.” Diyerek Ali Naili Bey ve bizi salona aldı. Sayın Demirel bizi oturduğu koltuktan birkaç adım önde karşıladı. Yüzü genelde olduğu gibi güleç ve yumuşaktı. Sırayla hepimizin elini sıktı.

“Hoş geldiniz” dedi ve oturmamız için yer gösterdi. Karşısındaki kanepeye ve sandalyelere oturduk. Hal hatır sordu. Ali Naili Bey,

“Efendim” diye söze başladı. “Geçen gün telefonda da arz ettiğim gibi Kenan Bey, Sabri Bey ve Necdet Bey’le geçtiğimiz pazartesi günü MESEV’de buluşmuştuk. Bu beyler kendileri gibi düşünen arkadaşlarıyla anaokulundan üniversiteye kadar her derece ve kademedeki eğitimcileri ve öğretmenleri içine alacak olan bir dernek kurmaya karar vermişler. Kurmadan önce de başta zat-ı âliniz olmak üzere bir kısım kimselerin konuyla ilgili olarak fikirlerini öğrenmek istiyorlar.

Kurumayı düşündükleri dernek herhangi bir siyasi partinin ne yandaşı ne arka bahçesi olacak. Cumhuriyetin değerlerini savunacak, mesleki çalışmalar yapacaklar” dedi.

Demirel, konuyu, kurulması düşünülen derneğin amacını anlamakta gecikmedi. Konuşmasından önce bizleri tanıdığını söyledi. Sonra böyle bir teşebbüs içinde olduğumuzdan dolayı bizi kutladı ve memnuniyetini ifade etti.

“Dünya değişti, değişmeye devam ediyor. Çağı anlamak ve yorumlamak bir hayli zor. Birden fazla, birçok kanaldan haberler sağanak yağmuru gibi yağıyor. Doğruyu yanlıştan ayırmak bırakın sıradan bir adamı, okumuş insanlar bile ayıramıyor.

Her zaman ifade ettiğim gibi, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, doğru haberi yalan haberden tefrik ve temyiz edebilecek gücüne sahip kimseye aydın denir. Fırsatlar ve imkânlar içinde toplumu ve milleti aydınlatmak, her vatansever aydının görevidir. Devlete, millete borcumuzu ödemek son nefesimize kadar devam edecektir.

Kuracağınızı düşündüğünüz derneğin dozu iyi ayarlanmış bir heyecana ihtiyacı var. Etnik milliyetçilik ve dini hareketler kendi içlerinde büyük bir dinamizme sahip. Fakat her ikisi de fevkalade tehlikelidir. Bugün Türkiye her iki tehlikenin tehdidi altındadır.

Avrupa Birliği’nin teklifleri ve tutumu Türkiye’yi hızlı bir şekilde AB’den uzaklaştırmaktadır. AB’nin siyasi birliğinden uzaklaştırmakla kalmıyor, batı medeniyetinden, çağdaş medeniyetten uzaklaştırmaktadır. Bence çağdaşlaşmaktan uzaklaşmak ‘laiklik ’ten vazgeçmekten daha önemlidir. Ülkeyi bu vahim gidişten döndürmek için herkes gücünün yettiğince uğraşmalıdır.

Dün akşam televizyonda gördüm. Gazeteci Taki Doğan, AKP Genel Başkan Yardımcısı Mersin Milletvekili Dengir Mir Memet’e soruyordu: Eskiden büyük 5 yıldızlı otellerde yapılan düğünlerde türbanlı hanım sayısı %5, %10 arasında iken bu gün bu oran %50-60 civarındadır. Bu artışın sebebini sizce nelerdir diye sordu.”

Çaylarımızı içtikten sonra sayın 9. Cumhurbaşkanına bir kere daha saygılarımızı sunarak ayrılmak için müsaade istedik, ayakta iken,

“İhtiyaç duyduğunuz zaman bana her zaman gelebilirsiniz. Arkadaşlarımız içinde dernek çalışmalarınıza siyaset karıştırmadan size fikren yardım edecek çok arkadaşımız var. Onlardan yararlanabilirseniz iyi olur” diye ekledi.

24 Mart 2007-Ankara

“Eğitim Mühendisi”, isimli bir kitap. Fehamettin Akıngüç’ün hayat hikayesi. Söyleşi yolu ile yazılan, daha doğru bir ifadeyle yazdırılan bir kitap. Söyleşiyi Serhat Öztürk yapmış.

Bu usulle röportaj, sohbet, musahabe, mülakat yapıldığı gibi kitapta yazılabiliniyor. Prof. Dr. Sadık Tural, soru cevap yöntemiyle ilgili olarak, “Sorulara Cevaplar” adlı kitabında şunları yazıyor.

“Ben, şahsen, derslerimde ve çeşitli yerlerdeki konuşmalarımda, muhataplarıma soru sormaktan ve sordurmaktan zevk alırım. Bu tercihim, birlikte düşünme, birlikte cevap arama anlayışımın sonucudur. Çeşitli zamanlarda çeşitli konularda, bana yönetilmiş sorulara verdiğim cevap arama anlayışımın sonucudur”

“Eğitim Mühendisi” kavram olarak çok yaygınlaşmamakla beraber eğitim biliminde bir terim olarak yer almıştır. Ama burada bu iki kelimeyi gerçekçi anlamıyla değerlendirmenin daha doğru olacağı düşüncesindeyim. Çünkü Fehamettin Akıngüç, İstanbul Teknik Üniversitesinden mezun olmuş. Bir süre mühendislik yaptıktan sonra eğitimciliğe baba mesleği olarak yönelmiştir. Dolayısıyla eğitim mühendisi unvanına çok uygun olan isimlerden biri sayın Akıngüç’tür.

Akıngüç özel okulcular içinde arkadaşlık, dostluk kurabildiğim birkaç insandan biridir. Kitabını gönderirken el yazısıyla,

“Sevgili dostum, sevgili yol arkadaşım Necdet Özkaya’ya en içten duygularımla” yazmış, imzalamış, tarihini atmış 10.03.2007.

Bu ifadeler beni duygulandırdı. Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürlüğünden ayrıldığımın üzerinden yıllar geçti. Az değil. 15 yıl, 3 yıldan beride emekliyim. Ama birçok özel öğretim kurumları kurucuları ve yöneticileri ile arkadaşlığımız devam ediyor.

Bu arkadaşlıklar içinde Fehamettin Bey’in yeri çok ayrı ve çok önemlidir. Dostlukların makbul olanı “pazara kadar değil, mezara kadar olanıdır”. Ama herkesle bu denli dostluk kurabilmek kolay mıdır? Değil elbette.

Hacı Ali Demirel, bunu bir başka türlü ifade ediyor: Kimi insanla pazara kadar beraber yürürsünüz, kimi insanla da mezara kadar. Fehamettin Bey’le yol arkadaşlığımız dilerim ki mezardan sonrada devam etsin.

Bugün Cuma namazını eski Yükseliş ’in şimdilik Teknoloji Üniversitesi’nin mescidinde kıldık. Geçen ramazandan beri arkadaşlarla Cuma namazlarını burada eda etmekteyiz. Genellikle 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel eski bakanlardan Ekrem Ceyhun’la birlikte gelmektedir. Hacı Ali Bey, caminin demirbaşı olan cemaatten biridir. Ankara’da Olduğu sürece Şevket Demirel de mescide gelmektedir.

Namazdan sonra Hacı Ali Bey’in gazi Mustafa Kemal Bulvarında Yıllar Apartmanındaki Altı Numaralı dairesine gelinir. Öğle yemeği yenilir ve birkaç saat sohbet yapılır.

Hacı Ali Demirel’e,

“Fehamettin Bey, kitabını size göndereceğini söylemişti. Geldi mi?” diye sordum.

“Geldi” diye cevap verdi. Bunun üzerine şevket Demirel bey’e döndüm,

“İşinde, gücünde, mesleğinde başarılı olmuş kimselerin öz geçmişlerini yazmalarının sağlayacağı büyük faydalar vardır. Yeni kuşaklar başarılı olan insanların tecrübelerinden, deneyimlerinden, birikimlerinden örnekler alabilir.” Dedim.

Şevket Bey, bana hak verdi. Yakında benim de buna benzer bir kitabım çıkacak. İçinde Hacı Ali ile ilgili bir çok bilgiler de yer almış durumdadır” diye konuştu.

Söz Süleyman Demirel ile ilgili olarak yazılan ve yazdırılan kitaplara geldi. Hepsinden bir örnek kitap kütüphanemde var. Bir anda sayılarını söylemek çok zor. Fakat orta boy raflardan birkaçını dolduracak sayıda var.

Celal Bayar’ın “Ben de Yazdım”  adlı hatıratı, türünde örnek kitaplardan biridir. Ne yazık ki hatırat ancak 8 cilt olarak çıktı. Sonu gelmedi. Merhum Tevfik İleri’nin hatıraları da ilgimi çekmiş, okumuştum. Hatıra yazmak veya yazdırmak biz de fazlaca adet haline gelmemiş olsa bile, hemen her alanda hatıra eserleri vardır. Fehamettin Bey’in kitabından bir iki sene önce Ali Naili Bey, ağırlığı siyasi hayatıyla ilgili olan hayat hikâyesini anlatan kitabını almış okumuştum. Kısmet olursa onu ayrıca değerlendireceğim.

25 Mart 2007-Ankara

Dün akşam Dedeman otelinde Ayvaz Gökdemir’in kızı Zerrin’in nişan töreni ve yemeği vardı. Çok uzun zamandan beri görmediğim, görüşemediğim arkadaşları görmek güzel oldu. İstanbul ’dan Şeref Yılmaz, Cezmi Bayram, Acar Okan eşleriyle birlikte gelmişlerdi. Nevzat Köseoğlu’da Ankara’da oturmasına rağmen bir yıldan beri birbirimizi görmemiştik.

Süleyman Demirel, nişan yüzüklerini takacaktı. Kararlaştırıldığında ben de orada idim. Kısmet olmayınca bir sebep zuhur ediyor. Kararlar bozuluyor. Bu sefer de böyle oldu. İlahi irade galip geldi. Kadir Has bir gün önce vefat etmişti. Demirel’in yakın dostu idi. Cenazesi nişanın yapılacağı Cumartesi günü İstanbul da toprağa verilecekti. Demirel Cuma günü Ayvaz Bey’i telefonla arayarak nişana gelemeyeceğini söylemiş. O nişan töreninde bulunamayınca kardeşi Şevket Demirel, ağabeyine vekâleten, kendi adına asaleten yüzükleri hayırlı uğurlu olması dileğiyle taktı.

Biz Demirellerin masasına Hacı Ali Demirel’in zoru ile oturduk. Orası on numaralı masa idi. Bizim yerimiz dört numaralı masadaydı. Kimler var kimler yok diye arkaya doğru yürüdüğümde, dört numaralı masada Vecdi Aksakal Bey ve eşinin oturduğunu gördüm. Masanın büyük bölümü direğin arkasına düşmüştü. Masada Cezmi Bayram ile hanımı, Süleyman Kürkçü ile hanımı, Dr. Ali Toker ve eşi, Hüsamettin Korkmaz ’la hanımı da vardı.

Direğin arkasında oturmak zorunda kalan Vecdi Aksakal’ın bu duruma bozulacağını düşünmüştüm. Tahminimde yanılmamıştım. Saat 23.00 sularında telefon etti. Bulunduğu yerden dolayı canının sıkıldığını söyledi. Hacı Ali Demirel kendi masalarına bizi zorla oturtmamış olsaydı biz de dört numaralı masada misafir edilecektik.

Demirel’in masasında dört kişilik yer boştu. İkisini biz doldurunca diğer iki kişilik yere oğlanın babasıyla, annesi oturdu. Ayvaz Bey, dünürlerinin Adalet Partili, Doğru Yolcu olduklarını belirterek, ayrıca Süleyman Demirel’in hayranı olduklarını söyledi. Hacı Ali Bey, bizi oraya ısrarla oturtmuş olmanın hatasını gecikerek de olsa anladı. Sıkışmak suretiyle ilave edilen iki sandalyeye Ayvaz Bey ve Sevgi Hanım oturdular. Böylece masada fazlalığımızın yarattığı mahsur ortadan kalkmış oldu.

Müzik arada bir kesilince Ayvaz Bey ve Hacı Ali Bey’le ufak ufak sohbet etmek imkanı buluyorduk. Söz nerden, nasıl geldi bilemiyorum. Ben Zeki Sofuoğlu Bey’in hayatta olduğunu birkaç ay önce telefonla konuştuğumuzu, Ayvaz Bey’e söyledim. “Selamı var” diye ekledim. Onunla ilgili bir iki ufak hikâyeyi beraber hatırladık. Gülüştük. Zeki Bey’in telaffuza çok ehemmiyet verdiğini Ayvaz Bey hatırlattı. Rahmetli Hüseyin Sarı’nın bazı kelimeleri doğru söyleyemediğini, Zeki Bey’in buna canı sıkılığını bildiği için Ayvaz Bey,  Hüseyin Sarı’yı bir gün karşısına oturtarak hatalı söylediği kelimeleri “Hakkâri” diye başlamış. Hüseyin Sarı,

“Sayın Genel Müdürüm bu nerden çıktı?” diye sormuş.

“Sen Zeki Bey’e sık sık imzaya gidiyorsun, bir kısım kelimeleri doğru söyleyemiyorsun. Müsteşar Yardımcımız, Milliyetçi Aydınların güzel ve doğru konuşmamaları karşısında çok üzülüyor. ‘Türkçeyi doğru, güzel konuşmalı doğru yazmalıyız’” diyor. Bunun üzerine Hüseyin de telaffuz eğitimine razı oluyor.

“Hakkâri” yi Ayvaz Bey’den doğru söylemeyi öğrenen Hüseyin Sarı, serbest kalınca gene “a” nın üzerine “^” işaretini koymadan Hakkari diye okumaya ve söylemeye devam ediyor.

Hüseyin Sarı, görünüşü duruşu ile mizacına ters düşen adamlardan biriydi. Dışarıdan bakanlar Hüseyin’in çok sert, şaka yapmayan, latifeden hoşlanmayan biri zanneder. Onu yakından tanıyan arkadaşlar, tanıklık ederler ki sert görünüş altında Hüseyin Bey, tam bir mizah adamıydı.

Arkadaşlarına göre yüksek öğrenimini gecikerek bitirmişti. Bu gecikmeyi izah ederken katiyen sınıfta kaldım demezdi. “İyi yetişmek ve öğrendiklerimi pekiştirmek için bazı sınıfları tekrar ettim.” derdi.

Birçoklarımız gibi rahmetli Hüseyin de parasız yatılı okumuştu. Yatılı okullar gündüzlü okullardan çok farklıdır. Arkadaşlar arasında dostluklarda husumetlerde çok sert olur. Öğretmenlere, idareye bilgi sızdıran öğrenciye çok kötü bir gözle bakılır. Ajanlık erkekliğe yakışmaz ‘ser verip, sır vermemek’ yatılı öğrenciler için yazılı olmayan önemli kurallardan biridir. Ağabey kardeş ilişkileri, kıdemli erler ile acemi erler arasındakine benzer. Lokalin ve etüt saatlerinin ayrı bir havası vardır.

Arkadaşlarından zaman zaman da kendisinden dinledim. Hüseyin’in oturduğu sıra veya masa lokalin en ilgi çekici köşesi olurmuş. Hüseyin muziplikler yapar, arkadaşlarına tuzaklar kurar, tuzağa düşen arkadaşının vay haline!

Bir dosya kağıdı almış önüne, üzerine büyük büyük ‘CART-CURT’ yazmış. İngilizce bölümünde okuyan kız arkadaşlarından okumaları için ricada bulunmuş. Kızlardan biri kağıda uzaktan bakmış, dudaklarını bükerek,  

“Bunda ne var yani? Kaart-kurt”  diyerek kendisine göre okumuş.

Hüseyin,

“Doğrusu bu mu?” diye sorunca,

“İstersen bir başkasına da gösterebilirsin.” cevabını alınca, Hüseyin bir başkasına da gösterip dalgasını geçecek. İkinci kız arkadaşına kâğıdı uzatmış.

“Lütfen bu İngilizce kelimeyi okur musunuz?” Kızcağız bu incelik karşısında okumak zorunda kalmış.

“Kart-Kart!” demiş.

Hüseyin,

“Sizden önce okuyan arkadaşımız birinci kelimeyi ‘Kaart’ diye okudu. Size göre o kelimede bir tane ‘a’ var.”

“Evet bir tane ‘a’ var”

A harfinin bir mi, iki mi olduğunu bahane eden Hüseyin, işin tadını iyice çıkartmak için başka bir masada kızlı erkekli oturan İngilizce bölümü öğrencilerine yönelmiş, yanaştırdığı sandalyeye oturarak,

“Arkadaşlar, bir meselem var. Sizden önceki iki arkadaşımız bu ‘cart-curt’ kelimelerini farklı farklı okuldular. Bir de siz okur musunuz?”

Elindeki kağıdı masanın üstüne koyar. Bütün gözler masanın üzerindeki kağıda dikilir. Kağıdın ortasında büyük büyük yazılmış: CART-CURT!

Masada önce bir sessizlik olmuş, sonra ‘c’ lerin ‘s’ gibi okumasına karar vermişler. Hüseyin’in ‘CART-CURT’u olmuş ‘SART-SURT’.

Dalgasının zevkini iyice çıkartan Hüseyin işin cılkını çıkartmamak için konuyu daha fazla uzatmaktan vazgeçerek,

“Arkadaşlar, hiçbiriniz doğru okuyamadınız. Bu düpedüz Türkçemizdeki ‘CART-CURT ’tur. İngilizceyle bir alakası yoktur.” Arkadaşları biraz mahcup olmuşlar, sonra hep birlikte kahkaha atmaya başlamışlar.

Eldelekli Hüseyin, bir gün odasında yalnız başına çalışıyormuş. Kapı açılmış, Genel Müdür Baş Yardımcısı Lütfi Bey, içeri girmiş. Selam sabah demeden, yüksek sesle bir şeyler sormaya başlamış.  Hüseyin, hiç cevap vermeden, karşısındaki Türkiye haritasına derin derin dikkatlice bakıyor. Lütfi Bey,

“Hüseyin Bey beni duymuyor musun?” diye sorunca.

“Duymaya duyuyorum da, aklım şu an Meis adasına takıldı kaldı.” diye cevap vermiş.

“Ne var Meis adasında Hüseyin Bey?”

“Felaket var felaket!” 

“Ne felaketi yoksa ada yanıyor mu?”

“Yanmaktan daha beter. Kıyımıza bu kadar yakın olan ada, niçin bizim sınırlarımız içinde değil?” diye sormuş.

“Ne diyorsunuz Hüseyin sen? Meis adası bizim değil mi yani?” dedikten sonra Başyardımcı haritaya iyice yaklaşmış, bakmış bakmış,;

“Yahu Hüseyin, sahiden Meis adası bizim değilmiş” demiş ve odadan çıkıp gitmiş. Yani sorularından da vazgeçmiş.

Bakanlığın 8. Katında küçük bir yemekhane vardı. Ancak 40 50 kişiye hizmet verebildiği için Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcıları seviyesinde olanlar öğle yemeklerini burada yerlerdi. 

Sonraları yemekhane büyütülerek çok kişiye hizmet verebilecek boyuta ulaştırıldı. Ayrıca memur, şef ve diğer personel için ayrı yemekhane yaptırıldı. Yemek bakanlığın mutfağında pişirilir oldu.

Bir gün o eski küçük yemekhanede öğle yemeğindeyiz. Masada Hüseyin Sarı’da var. Karnımız iyice acıkmış olacak ki verilen yemekleri yedik ama doymadık. Hüseyin servis yapan garsonu çağırdı. Müdüre Hanıma, lütfen söyle Oktay bey, bir porsiyon yemek daha istiyor. Masada Oktay Bey diye birisi yoktu.

“Hüseyin, Oktay Bey’de nerden çıktı?” dedim.

“Yahu şimdi Hüseyin Sarı tekrar yemek istiyor desem Hüseyin de, Sarı da köylü ismidir. Hiçbir parıltısı yoktur.  Hâlbuki Oktay çağdaş bir isimdir. Bir de Oktay’a bey ilave edersek isim 500 mumluk ampul gibi ışıl ışıl parlar. Albenisi çok yüksek olur”  daha Hüseyin’in isimler üzerindeki düşünceleri bitmemişti ki yemekler masaya geliverdi.

“Gördünüz mü?” dedi Hüseyin.

“Düşüncelerim doğru değil mi? Yemeği ben yani Hüseyin Sarı istemiş olsaydı, büyük ihtimalle ‘maalesef yemek bitmiş’ sonucuyla karşılaşacaktık.”

Eldelek Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinin Yapalak beldesinin bir köyü. Hüseyin ve Hüseyin gibi sayıları yüz binlerle ifade edilecek bu ülkenin kız ve erkek çocukları devletin yüce himayesinde ellerinden tutularak, imkânları kıt yörelerden ve ailelerden alınarak parasız yatılı okullarda okutularak, ülkenin ‘sayılı insanları’ arasına sokulmuştur.

Rahmetli Ahmet Arvasi’nin o yıllarda yazı yazdığı gazetenin kendi köşesinde demokrasinin ve cumhuriyetin faziletini işleyen bir yazısında;

“Eğer ülke demokrasiyle, çok partili bir düzenle yönetilmemiş olsaydı, Eldelekli Hüseyin, milli eğitim bakanlığında genel müdür seviyesine kadar çıkması mümkün değildi.”

 Bundan daha parlak olan bir örnek vardı. Birçok kimse de bu örneği defalarca tekrar edip durdu. Benim ve arkadaşlarımın bakanlığın çok üst seviyelere gelmesini sağlayan siyasi iradeyi temsil eden hükümetin başı Süleyman Demirel bir köylü çocuğu idi. Devletin imkânlarıyla ve ekmeğini yiyerek okumuştu.

Bunları Ahmet Arvasi ’de biliyordu. Rahmetli Hüseyin’i söz konusu etmesinin sebebi ise, Necatibey Eğitim Enstitüsü’nde her ikisinin birlikte öğretmenlik yapmasından dolayıdır. Hüseyin, Ahmet Arvasi ’nin zekâsını, bilgisini, kültürünü ve şahsiyetini öve öve bitiremezdi.

Eldelekli Hüseyin, arkadaşlarına sadık, davasına son derece bağlı bir Genel Müdür Yardımcısıydı. Ayvaz Gökdemir ’le birlikte eşine menendine bir daha rastlanması zor olan bir mücadele örneği verdiler. Türkiye solunun, Lenincilerin, Maocuların, Kürtçülerin en büyük hasımları arasına başta Ayvaz Gökdemir olmak üzere Hüseyin Sarı, Bayram Acar ve diğer arkadaşlar vardı.

1977 seçimlerinden sonra Ecevit’in partisi CHP, tek başına iktidar olacak kadar milletvekili çıkartamamıştı ama seçimden birinci parti olarak çıkmış, en çok milletvekiline sahip olmuştu. Azınlık hükümeti kurması için Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk Ecevit’i görevlendirmişti. Güvenoyu alamayacağı önceden belli olan bir hükümeti kurmak veya kurulması için yetki vermenin demokrasiyle bağdaşır bir tarafı yoktu. O hep münakaşa edildi. Aradan bunca sene geçmesine rağmen yeri geldikçe tep hatırlanmaktadır.

Cumhurbaşkanınca onaylanan Ecevit hükümeti, güvenoyu alamadığı için bir ay sonra istifa etmek zorunda kaldı. Fakat Cumhurbaşkanının imzasını gerektiren atama kararnamelerinin hepsi Köşk tarafından imzalandı ve yürürlüğe konulması için Başbakanlığa gönderilen kararnamelerin içinde Ayvaz Gökdemir’i Genel Müdür’lükten alınma kararı da vardı. Gökdemir ’in kararnamesi başbakanlıktan bizim bakanlığa gelinceye kadar Ecevit hükümeti güvenoyu olamadığı için düştü. Kararnameyi yürütmek, işleme koymak, Süleyman Demirel ’in kurduğu hükümetin bakanı Nahid Menteşe’ye kaldı. Bir kere anlatmıştım, bir kere daha yazayım:

Nahid Menteşe anlatmıştı. Ayvaz Bey’in kararnamesini yürütmeye koymakta tereddüt etmektedir. Ayvaz Bey’in Türkeş’le münasebetini bildiği için kararname ile ilgili nasıl bir işlem yapmak gerektiği konusunda fikrini öğrenmek amacıyla Türkeş’e gitmiş ve demiş ki,

“Ayvaz Gökdemir’le ilgili kararnameyi iade etmek niyetindeyim, yalnız Sayın Başbakanı ikna etmenizi rica edecektim.”  Nahid Menteşe’nin bu sözü üzerine Türkeş,

“İyi düşünmüşsün, Ayvaz Bey’i görevden almanın Ülkücüler üzerinde menfi tesirleri olacağı muhakkaktır. Fakat Cumhurbaşkanı ile ters düşmek, inatlaşmak hükümet için iyi olmaz.“ 

Nahid Menteşe, Alparslan Türkeş’in böyle düşünmesini hem hayretle, hem takdirle karşıladığını ve bu görüşmeden sonra Ayvaz Gökdemir ’in kararnamesinin yürütülmesi için ilgililere talimat verdiğini söyledi.

Ayvaz Bey’in görevden alınması Bakanlığa bomba gibi düştü. Ülkücüler arasında yurt çapında büyük yankılara sebep oldu.

Emir demiri kesmiş. Ayvaz Bey görevinden ayrılmıştı. Hüseyin Sarı ile Bayram Acar, Genel Müdür Yardımcılıkları görevlerinden istifa ettikleriyle ilgili dilekçelerini dairelerinin alakalı yerlerine vermişler. Ben o sıralarda Özel Öğretim Kurumları Genel Müdür Baş Yardımcısıydım. Hüseyin Sarı ile Bayram Acar’ın istifa etmeleri büyük bir fazilet ve sadakat örneği olarak görüldü. Ayvaz Bey görevden ayrılınca baş yardımcı olarak görevi yapan Lütfi Taştan önce vekâleten sonra asaleten Genel Müdür olarak atandı.

Bir gün işittik ki Bayram Acar’ın istifa dilekçesi kabul edilerek, bir liseye öğretmen olarak atanmıştı. Hüseyin Sarı görevine devam ediyordu. İşin sırrı sonradan anlaşıldı. Hüseyin’in dilekçesi rızası alınarak işleme konulmamış. Bundan Bayram’a haber verilmemiş. Rahmetli Hüseyin bunu bir zeka eseri olarak çok rahat bir şekilde,

“Bayram Ağabeyime temiz bir oyun oynadım” diye anlatır ve kahkaha atardı.

12 Eylül 1980 askeri müdahale sonrası bakanlıktaki kadrolarımız dağıtılmış, her birimiz Ankara ’nın değişik semtlerindeki okullara öğretmen olarak verilmiştik. Hüseyin, Cumhuriyet Lisesine Matematik Öğretmeni, Ayvaz Gökdemir, Ankara şimdiki adıyla Tevfik İleri Merkez İmam Hatip Okuluna Edebiyat Öğretmeni, ben Demirlibahçe Ortaokuluna Türkçe Öğretmeni olarak atanmıştık.

Ayvaz Gökdemir bir müddet sonra okulda denetim yapmak için gelen askerlere kızdığından dolayı meslekten istifa etmek zorunda kaldı.

Hüseyin, bir gün okul idaresinden dert yanarak anlattı ki sınavlarda öğrenciler yüksek not alıyorlar. Derslerine girdiğim çocuklar çok başarılılar. Bundan dolayı hem zümre öğretmenleri, hem de müdür benden şikâyetçi oluyorlar. Şikâyetlerinin gerçek sebebini bir türlü anlayamadım.

Askeri dönem sona ermişti. Turgut Özal Başbakan olmuş, Anavatan iktidarı başlamıştı. Mahalli seçimler genel seçimlerden kısa bir zaman sonra yapılmıştı. Anavatan milletvekili seçimlerin de sağladığı çoğunluğu yerel seçimlerde de gerçekleştirmişti.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı merhum Mehmet Altınsoy olmuştu. Altınsoy ’un seçiminde yakın kadrosu olarak çalışan kimselerin içinde rahmetli Hüseyin Sarı’nın yakın arkadaşları vardı. Onların yardımlarıyla Büyükşehir Belediyesine sekreter olarak atandı.

Belediye büyük imkânlara sahip bir kuruluştu. Altınsoy da eski bir MHP’liydi. Milliyetçi bir insandı. 12 Eylül, ülkücü camiada büyük tahribata sebep olmuştu. Türkeş başta olmak üzere yakın mesai arkadaşları cezaevindeydiler. Ülkenin birçok cezaevleri ülkücülerle dopdoluydu. Dışarıda kalanlar ya kaçak geziyorlardı ya da işsiz güçsüz kalmış ekmek parasına muhtaç duruma düşmüşlerdi.

O dönemde rahmetli Galip Erdem, cezaevlerindeki ülkücüler ve onların dışarıda kalan ailelerine yardım toplayabilmek, ulaştırabilmek için gece gündüz çalışmakta, olağanüstü gayretler gösteriyordu. Gidenlerin hepsi Hüseyin Sarı’dan gördükleri muameleden dolayı memnuniyetlerini ifade ederler, fakat dileklerinin yerine getirilmediğini Galip Ağabey’e söyleyip dururlardı.

Hüseyin Sarı ile görüşen Galip Erdem, ona demiş ki;

Niçin yapılamadığının gerekçelerini anlatma, yapmanın yollarını arasan daha iyi olur”

Hüseyin’in sekreter olarak görevde ne kadar kaldığını hatırlayamıyorum. Yalnız Altınsoy ’la çok çabuk ihtilafa düştüğünden sekreterlikten istifa etmek zorunda kaldı.

Hüseyin, rahmetli olmadan önce Bakanlık Müfettişi idi. Sık sık odama gelir güzel ve tatlı sohbetler yapardık. Gelmişken geçmişten konuşurduk. Bazen de içeride meşgul olduğumu anlayınca, sekreterlerin yanında oturur, Çaycımız Palabıyık Hikmetle şakalaşır, her seferinde ondan duble çay ister birlikte çay içerlerdi.  İçeri girince ben de kendisine bir ikramda bulunmak istediğimde Palabıyık Hikmet,

“Efendim, Hüseyin Bey, dışarıda içtiği çaylarla kontenjanını doldurdu. Şimdi içmese de olur” der ama gene de büyük bardakla çayını getirirdi.

Hüseyin ömrünün son yıllarında çok derin dini bir hayat yaşar oldu. Beş vakit namazını kılar, üç ayları tutardı. Bakanlık müfettişliğine atanmasında rolüm büyük olmuştu.

Hüseyinlerle Ankara’ya ilk geldiğimiz yıl Demirbahçe, Demirkapı sokakta Bıyıkoğlu apartmanında altlı üstlü oturduk. Arkadaşlığı gibi komşuluğu da iyi ve güzeldi.

Eşi Mürüvvet Hanım eşim Adalet Hanımla Atilla İlkokulunda öğretmen ve müdür yardımcılığı yaptılar. Kızı Elif bankacı oldu. Oğlu Ali, İbrahim Arıkan’ın kurumlarından birinde çalışmaktadır. İşe alınması için, babasının ölümünden sonra ben İbrahim Bey’e rica etmiştim. İbrahim Bey, rahmetli Hüseyin’le Ankara Yüksek Öğretmen Okulundan arkadaştılar. Ama okulda ideolojik ayrılıkları oluşmuş. Ayvaz Gökdemir, Cezmi Bayram, Hüseyin Sarı, İbrahim Arıkan okul arkadaşları. Ama okuldan sonra birbirlerini ne aramış ne de görüşmüşler. Ben Özel Öğretim Kurumları Daire Başkanı bilahare Genel Müdürlüğüm dönemimde bu hasım arkadaşların yeniden tanışmalarını, arkadaşlık kurmalarını sağladım.

Seksen öncesi ideolojik savaşlar zaman içinde hızını ve etkisini azaltınca hasımların bir araya gelmesi kolaylaştı. Ayvaz Bey bürokratik hayattan ayrıldıktan sonra siyasete atıldı. Milletvekili oldu, devlet bakanı oldu. İbrahim Arıkan üniversitede bir müddet asistanlık yaptıktan sonra dershanecilik sektörüne atılmıştı. Sektörün en büyüklerinden biri olmuş. şimdi farklı sektörde iş yapan büyük Arıkan Holdingin kurucusudur.

Hüseyin Sarı’nın oğluna iş verirken,

“Onun babası Türkeşçidir. MHP’lidir. Ülkü-Bir’cidir. Halbuki ben solcuydum. Devrimci Öğretmenler Derneğinin üyesiydim. İdeolojik hararetimiz düşmekle beraber benim solculuğum devam etmektedir. Hüseyin’in Sünni Müslümanlığına karşı ben başka bir mezhebin mensubuyum” demedi. Ali’nin elinden tuttu, ona iş verdi. Buna âlicenaplık derler.

Hüseyin, kalp krizinden bir gündüz vakti Keçiören’deki evinde öldü. Haberi bana kızlarımdan biri telefonla duyurdu. O zaman Müsteşar Yardımcısıydım. Haberi duyunca beynimden vurulmuştum. Araya sora evini zor buldum. Bir kısım arkadaşlar benden önce gelmişlerdi. Benden sonra Ayvaz Bey geldi. Cenaze evdeydi. Dr. Mehmet Ünlü ’yü telefonla bulduk. O sırada sanatoryumun başhekimiydi. Ambulans göndererek cenazeyi hastanenin morguna aldırtmasını rica ettik. Bizi kırmadı, gerekeni yaptı.

Bir gün sonra çok yağmurlu, yağışlı bir havada Hüseyin’i, Bağlum mezarlığında toprağa verdik. Bağlum’a kendisi mi vasiyet etmişti bilmiyorum. Abdulhalim Arvasi Hazretleri ve yakınları bu mezarlıkta yatıyorlardı. Talim Terbiye Kurulu Başkanı Rıza Kardaş’ıda Hüseyin’den çok önce buraya defnetmiştik.

Bağlum çok eski bir yerleşim yeri. Tarihi bir mezarlığı var. Caminin avlusunda horasan erenleri yatıyor. Eski bir kümbet türbe var. Mezarlıkta da dervişin biri yatmaktadır. Bütün Anadolu türbelerinde olduğu gibi bu türbelerde insanlarla dolup taşmaktadır. Her iki türbede de yataklar, yorganlar mevcuttur. Bazı ziyaretçilerin geceleri türbede kaldıkları besbelli.

Hüseyin rahmetli arada bir aleyhimizde bulunan, fırsat bulur ve güçleri yeterse bulunduğumuz görevlerden aldırtmak için her türlü dedikodu ve iftira yapmaktan çekinmeyen kimselere karşı beni gıyabımda savunurdu. Gerekmediği sürece de bunları bana anlatmazdı.

Nur içinde yatsın. 

6 NCI DEFTERİN SONU

EDİTÖRÜN NOTU: 7 NCİ DEFTERİ YAYINLAMAYA KISA BİR ZAMAN SONRA  BAŞLAYACAĞIZ

 

You have no rights to post comments

An itibariyle ziyaretci sayısı:

48 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi