BATUM LİSESİNE MÜDÜR ATADIK

BATUM LİSESİNE MÜDÜR ATADIK

Necdet ÖZKAYA

 

2 Nisan 2007- Ankara
 
2 Nisan Van'nın Kurtuluş Bayramı. Rus ordusundan kurtarılmış. Tarihi gerçekler asıl canilerin Ermeniler olduğunu gösteriyor.

2 Nisan’a iki gün kala AKP iktidarı tarafından onarılan Akdamar Kilisesi, törenle hizmete açıldı. Müze olarak güya hizmete girdi. “Güya” diyorum, zira bu gidişle Akdamar yakın zamanda kilise olarak ibadete açılır. Zaten törene katılan İstanbul’daki Ermeni Patriğide bu kanaatini açıkça ifade etmişti.

Kültür Bakanı Atilla Koç törenin baş aktörü. “Ayin yaptırmadık, dua ettirmedik” diye aklınca milletimizi kandırıyor.

Yeniçağ gazetesi Akdamar’ın açılışının yapılacağı günkü nüshasında:

‘Dr. Süheyla Dabbaoğlu’nun Van Valiliğine dilekçe vererek açılışının yapılacağı gün Rusların ve Ermenilerin şehit ettikleri dindaşlarımızın, milletdaşlarımızın ruhları için Mevlit okutmak istemiş. Ama Valilik müsaade etmemiş. Mevlit Kandili ’de Akdamar’ın açılışından bir gün sonra idi. Kandil münasebetiyle devlet televizyonu Van Ulu Camiinde okunan mevlidi bütün Türkiye’ye canlı olarak verdi. Böylece Akdamar’ın imar edilmesinin halk arasında yarattığı kızgınlığı telafi etmek istedi. Her değer, her mukaddes ziyaret için kullanıldığı bir daha teyit edilmiş oldu.

Kıyıda köşede kalmış bir kitap var: “Yıkılan Bir Şehrin Anatomisi” eski Van Belediye Başkanlarından Mühendis Aydın Talay yazmış. Aydınla biz ilk gençlik yılları arkadaşıydık. Münasebetlerimiz bir ara çok sıktı. Sonra araya yıllar ve ayrı mekânlar girince arkadaşlığımız birer tatlı hatıra olarak mazide kaldı.

Talay ’ın kitabından bir alıntı yapıyorum:

“1892 yılında Zerrinoğlu Karabet yanındaki çetelerle Akdamar adasını basarak papazların kilisedeki cübbelerine varıncaya kadar soydu. Silahlı baskında kilise harabe haline geldi. Van’da en büyük baskın 1896 ve 1915 ‘de meydana gelmişse de 1890’dan 1915 yılına kadar hemen her beş yılda bir Ermeni hadisesi görülmüştür.

Bir başka paragrafta şunlar yazılıdır:

“Seferberliğe yakın Van nüfusu 120,000’ni buluyordu. Van ‘da seferberliğe çıkıp uzak yerlere gittikten sonra griye dönüş en az üç seneyi bulmuştu.

Ermenilerin bize reva gördüğü akıl almaz işkence ve perişanlığa mukabil, biz döndükten sonra hükümet Akdamar Adası’na sığınan bin kadar Ermeni’yi sağ salim Revan’a gönderdi. Bunlar arasında 5 erkek ve 170 kadın Müslüman olup hak dini seçtiler ve Van ‘da kaldılar.”

Büyük milletlerin farkı her halde ve şartta kendisini gösteriyor.

Akdamar kilisesinin ihyası ve müze olarak açılmasına Ermenistan’dan devlet adamları da davetliydiler. Bir kısma geldi. BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu açılış törenlerine karşı çıktı. O kadar!....

1915 yılına yakın bir zaman 120,000 kişilik, çoğunluğu Müslüman olan bir şehrin nüfusu 1950’li yıllarda bile ancak 10-15 bin kişiydi.

Kitapta anlatılan bir başka rivayet benim gibi herhalde okuyan herkesin ilgisini çok çekmiştir. Rivayeti Mehmet Reşid (Şeyh Reşid) Güleşer yazara anlatmış:

“Aslında Van’a Ermeniler İran’dan Muzaffer Şah zamanında anlaşmalı olarak gelmişlerdir. Sanatkârdırlar. Muzaffer Şah rivayet edildiğine göre o zamana kadar hep eğri oturmuş, bu tarihten sonra doğru oturduğu görülüp sorulduğunda ‘Ermeni kazığını Türklere gönderdim. Onun için artık doğru oturuyorum.’demiş.

Şeyh Reşit Efendi’nin bir önemli tespiti de şu:

“Seferberlikten önce Van 24,000 hane idi ve ekserisi Müslüman’dı.”

Fenerbahçe bugün saat 19,45’de Halep Olimpiyat Stadı’nın açılışı dolayısıyla Suriye’nin Al İttihat takımıyla bir maç yapacak.

Gazetelerin yazdığına göre, Suriyeli futbolseverler Fenerbahçe’yi müthiş bir coşkuyla karşıladı. İzdiham yüzünden kafile havaalanında 45 dakikada ancak ayrılabildi.

 

5 Nisan 2007- Ankara

Bugünkü gazete’nin biride “Fenerbahçe Fenerbahçe olalı böyle zulüm görmedi” diye yazmış. Halep’teki dostluk maçı ile ilgili bir manşet. Meliha Okur isimli bir bayan gazeteci yazmış.

Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, uçağa binmeden Meliha Okur’a “Fenerbahçe uçağına binen ilk kadın davetlisiniz.” Deyince Meliha Hanım “Şoke oldum.” Diye yazmış.

Meliha Okur, “Maç günü ortalık mahşer gibiydi. Maç bedava. Saat iki bile olmamış, kaldığımız Cham Palaces Oteli’ne stadın tıklım tıklım olduğu haberi geldi. 200 bin kişi sokağa dökülmüş maçı izlemek isteyenler yolları tıkamıştı.”

Gazetelerin verdiği bir başka bilgi ise Güneydoğu illerimizden Halep’e maçı izlemek için binlerce Türk vatandaşı akın etmiş. Şırnak, Urfa ve Hatay Valisi Halep’teydi.

Maçla ilgili bir başka haber ise “12 saatlik ıstırap” başlığı ile verilmiş. Habere göre,

“Dostluk maçı organizasyonunda yaşayan aksaklıklar nedeniyle karşılaşmayı izlemeye gelen 7 bin Türk için tam bir işkenceye dönüştü. Suriye’de Fenerbahçe taraftarı ve sevgisinin fazlalığı dolayısıyla stadın giriş kapıları saat 12,00’de açıldı. Hatay ve Nizip’ten gelen Türk taraftarlarının ancak 7 bini girebildi.” Maçın 19,45 yerine 22,15’te başlaması. Statta büfenin olmaması sebebiyle 7 bin Türk geceyi aç-susuz geçirdi.

Organizasyon adına iyi ve güzel olarak hiçbir şey yapmayan Suriye‘li yetkililer her bozukluğu güvenlik gerekçesiyle açıklamaya çalışıyorlardı.

Gazetelerin verdiği bir başka haber de ise;

“Türkiye’den gelen kadın vatandaşlarımızı Aziz Yıldırım Fenerbahçe otobüsüne alarak onların hem can güvenliğini sağlamış hem de stada girmelerini temin edebilmiş. Ayrıca misafirlerini ve eski futbolcularının güvenlik görevlileriyle tartışarak stada girmelerini sağlayarak “başkanlığını” ispat etmiştir.

Meliha Okur, fenerli futbolcular için, eğer şampiyon olamazlarsa onlar için en uygun ceza olarak “Suriye'ye kampa gönderin! Arada bir sarı kanarya fanatiği olan Başbakan Erdoğan da kendilerine moral ziyareti yapar!.” diyor Okur.

Bir başka haber ise Türkiye ve Fenerbahçe için düşünmeye değer bir haber ise şöyledir:

Suriye yetkilileri stat açılışı için İtalya’nın juventus takımına teklif götürdüğü iddia edilmektedir. Juventus kendilerinden 3 milyon euro istediği için teklif gerçekleştirilememiştir. Ardından Yunanistan’ın Olympiakos takımına teklif yapıldı ama anlaşma sağlanamadığı için Fenerbahçe’ye teklif Başbakan vasıtasıyla iletilmiş,         Fenerbahçe de tarihinde 56 yıl aradan sonra dostluk maçı için ikinci defa Suriye’ye gitmek için karar vermiş. Ama yüzyıllık Fenerbahçe böyle bozuk düzen bir ortamda maça çıkmış ve “Fener Fener olalı böyle bir zulüm görmemiş.”

Akdamar kilisesi, onarılarak müze olarak açılmasıyla ilgili olarak defterime düştüğüm notta:

Bu gidişat böyle devam ederse bu müze yakında kubbesine “Haç “ dikilir ayin yapılmasına izin verilerek kiliseye dönüşür demiştim.

Türkiye Ermenileri Patriği 2’nci Mesrob Mutafyan, Başbakanlığa ve Kültür Bakanlığına mektuplar yazarak Akdamar müzesinin kubbesine Haç’ın dikilerek ayin yapılması için izin istemiştir. Çok yakında Patriğin teklifi istekleri ABD’nin ve AB’nin baskıları sonuçlarında Türk hükümetinin gündemine gelir ve insan ve inanç hakları dolayısıyla kabul edilmiş olur.

7.4.2007-Ankara

Fenerbahçe Halep’e maça gidiyor. Arkasından sınır boylarındaki il ve ilçelerinde oturan 7-8 bin vatandaşımız da maç seyretmek için Halep’in yolunu tutuyor. Bunu futbol aşkıyla açıklamak mümkündür. Fenerbahçe sevgisini de ilave ederek 7-8 bin Türk’ün Halep’e geçişini izah edebiliriz. Bu yorumlar muhtemelen doğrudur.

Akla gelmeyen bir başka yorumu da ben yapayım.

Halep’in Türk şehri olduğunu orada yaşamış olan bir yaşlı balıkçıdan da dinlemiştim. Balıkçıyla tanışmış, dükkânında bir arkadaşımızla birlikte balık yemiştik. Yemekler bitip çay ve kahve faslı başlayınca, ihtiyar balıkçı masaya geldi. Soyadı Çerrahoğluydu. Maalesef ismini hatırlayamadım.

Cerrahoğlu bize Halep’i, Şam’ı, Beyrut’u anlattı. Bugünkü sınırlarımıza çekildikten yıllar sonra bile Halep’in, Şam’ın başka bir ülkenin şehirleri olmasını Türk insanının vicdanı ve aklı kabul etmemiş.

Bugün Halep’i Şam’ı Türk şehri olarak gören ve o yıllarda oralarda yaşayanların hiçbiri artık hayatta değildir. Ama o topraklarda Suriye vatandaşı olarak yaşayan Türkler vardır.  Bayır-Bucak Türkmenleri gibi.

Asırlar boyu Türk olan bu şehirler artık bizim şehirlerimiz değildi. Bu bir gerçekti ama hayallerimizde, rüyalarımızda bizim olmaya devam edeceklerdi. Bana göre Fenerbahçe kulübünün ardı sıra binlerce Türkü Halep’e sevk eden duygular içinde bu hayallerin ve rüyaların da büyük payı vardır.

Halep nice bir şehirdir, dedim. Ayvaz Gökdemir’ in Baş Redaktörlüğünde hazırlanan Yeni Türk Ansiklopedisinin Halep maddesine baktım.

“Halep, Suriye’de şehir 860,000 nüfuslu (rakamlar hangi tarihe aittir belli değil) Deniz seviyesinde yüksekliği 370 metredir. Irak ve Türkiye’den gelen demiryolu Halep ’den geçerek Şam ve Beyrut’a gider. Demiryolunu Osmanlı Devleti yaptırmıştı. Medine’ye kadar uzatılmıştı. Ama Hicaz demiryolunun bugün Suudi Arabistan topraklarında kalan kısmı Araplar tarafından yıkıldığı için işlememektedir.

Arada yaşadığı asırları ve dönemleri atlayarak Selçuklular devrine geldiğimizde Halep Şehrinin 1071 Alp Arslan tarafından alınarak Türk yönetimine sokulmuştur. 28 Ağustos 1516’da Şehir Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı Devletine bağlanmıştır. Yavuz Selim, Şehri Mercidabık Muharebesinde Memlukları yenerek almıştır. Sultan, kendi adına Halep’te Ulu Camii’nde iki defa Halife olarak hutbe okutmuştur. 28 Ekim 1918’e kadar kesiksiz 402 sene Osmanlı yönetiminde kalan şehir o uğursuz Birinci Dünya Savaşı sonunda elimizden çıkmıştır. . Halep, Suriye’nin kuzeyi ile Anadolu’dan bazı illerini içine alan bir Türk eyalet merkeziydi Urfa ve Maraş Sancakları Halep’e bağlıydı. Osmanlı’nın çok önemli bir ticaret merkezi ve devletin büyük şehirlerinden biriydi. 1825’te bile 150,000 nüfusuyla Türkiye’nin 7. ve dünyanın 56.şehriydi.

Şehir geniş ölçüde Türkleşmiş. Türkçe anlamayan kimse kalmamıştı. İşte bu Türk şehri Şam, Beyrut, Kerkük, Musul ve Bağdat vb. şehirleri gibi o uğursuz Birinci Dünya Savaşının sonunda elimizden çıktı ve gitti.

10 Nisan 2007-Ankara

Nafia Sofuoğlu Vefat Etmiş.

Haberi Mücella Mutlu, Oğuz Özkaya ve Cengiz Gökakın verdiler. Allah rahmet etsin. Bir dönemin son temsilcileri de bitmek üzere. Oğlu İsmail’e kızlarına ulaşıp başsağlığı verebilsek, Sofuoğlu Ahmet Bey’e ve hanımına Allah’tan rahmet diliyorum.

***

Batum Lisesine Müdür Atadık

Ortaöğretim Genel Müdür Yardımcısıyım. O dönemlerde her Genel Müdürlük kendi elemanlarını kendisi seçer ve atamasını yapardı. Şimdiki gibi okul idarecilerini ve öğretmen atama nakil işlemleri Personel Genel Müdürlüğü tarafından yapılmazdı. Yani atama işlemleri en geniş anlamıyla personel işlerinden tek başına Personel Genel Müdürlüğü görevli, yetkili ve sorumlu değildi. Aslında Bakanlığın kuruluşundan 12 Eylül 1980 dönemine kadar böyle bir birim yoktu. Özlük işleri çok eski adıyla Zat İşleri İdaresi vardı.

Özlük işleri adından da anlaşılacağı üzere Bakanlığın merkez ve taşra teşkilatında görevli personelin kadro, aylık, derece ve kademesiyle ilgili iş ve işlemleri yaparak personelin emeklilik işleri de bu dairede yapılırdı. Bir diğer önemli iş ise il ve ilçe milli eğitim müdürlükleri ile diğer kadrolara yapılacak atamalar Özlük İşleri Genel Müdürlüğünce gerçekleştirilirdi. Bakanlık merkez teşkilatındaki Bakan hariç başta müsteşar olmak üzere odacılar dahil her kademedeki yöneticiler, memurlar ve yardımcı hizmetlilerin görevlendirilmeleri, atamaları ve nakilleri, görevden alınmalarıyla ilgili iş ve işlemler bu dairece yapılırdı.

O günde bu günde Bakanlığın en önemli birimlerinden bir şimdiki Personel Genel Müdürlüğü ile o zamanki Özlük İşleri Genel Müdürlüğüydü.

Ama şimdiki gibi personel hareketlerinden öğretim daireleri dışlanmamışlardı. Her uygulamada olduğu gibi bunda da aleyhte ve lehte konuşmak mümkündür.

Bu kadar bürokratik bilgiyi sırf Batum Lisesine yaptığımız müdür atamasıyla ilgili hikâyeyi anlatmakta zorlanmamak için yazdım.

Batum, Halep, Şam, Beyrut, Kudüs, Mekke, Medine, Bağdat ve hudutlarımız dışında kalan nice şehirler gibi, ülkeler gibi bir Türk şehriydi. 1460’a doğru Türkiye devletinin çok önemli şehirlerinden biri olmuş. Tarihimizin çok uğursuz ve talihsiz bir savaşı olan 93 Harbi (1878) den sonra Rusya’ya bırakılarak sınırlarımız dışına çıkarılmıştır.

1918’de Türkiye’ye iade edilmiş, 1921’de Sovyetler Birliği ile sınır düzenlemeleri yeniden yapıldığı için Iğdır ve Aralık ilçelerine karşılık Batum tekrar Rusya’ya verilmiştir. Bugün Acaristan bölgesinin merkezidir. Bir Gürcü şehri olarak tanınır ve bilinir. Acaralar aslen Kıpçak Türkü’dür. Hıristiyanlaşınca Gürcüleşmişler, XVI. asırda Müslüman olmuşlardır. Batum, Çoruh nehrinin Karadeniz’e döküldüğü koyun az kuzeyinde bir güzel ve şirin liman şehridir. Artvin ilimize 15 km. uzaklığındadır.

1921’de ülkemiz sınırları dışında kalan Batum Lisesine hayali bir kişiye Lise müdürü olarak atamaya Mehmet Özgedik, Mehmet Özyurt’la birlikte atama kararnamesi hazırlattık, parafladık ve kucak dolusu kararnamelerin arasına koyup Genel Müdüre imzaya götürdüm. Genel Müdür Abdurrahman Demirtaş görevli olarak Ankara dışında olduğu için genel müdüre en kıdemli yardımcı sıfatıyla Mehmet Didin vekâlet ediyordu. Klasör dolusu evrakı imzalaması için önüne koydum. Bir, iki, üç ….sıra Batum ’a gelince bir durakladı.

“Batum mu?” diye hayretle karışık bir soru sordu. Çok kuvvetli bir tonla

“Evet Batum!” Dedim.

Tekrar kararnameye baktı, kendi kendine,

“Allah!...Allah!” dedi.

Sonra kafasını kaldırıp yüzüme bakarak:

“Sayın Özkaya, bu kararnamede bir yanlışlık yok mu?” dedi.

“Ben herhangi bir yanlışlık görmedim. Kafanızın takıldığı bir husus mu var?” Diye cevap verdim.           

“Bir şey soracağım, sakın gülme, benimle dalga geçmeye kalkma olur mu?” Dedi.

“Ne münasebet! Gülmek ne demek!” Bu ifademi yeterli görmüş olacak ki,

“Batum nerde, hangi bölgemizde?” Diye sorunca, cevabı vermekte gecikmedim.

“Karadeniz’in yukarısında, Artvin’e yakın bir yer.

“Artvin’e bağlı mı?

“Başlı başına bir il. Artvin’e yakın olması, oraya bağlı olduğu anlamına mı gelir? Çoruh Nehrinin Karadeniz’e döküldüğü yerin civarında bir il.” Diye cevap verdim. Bu cevabı teferruatlı ve kesintisiz söyleyince adamcağız ikna oldu. Genel Müdür yerine imzayı attı.

Mehmet Didin Bey, Muş Milli Eğitim Müdürlüğünden Bakanlığa gelmişti. Kimine göre solcu Ecevitçi, kimine göre sağcı Demirelci. Ülkücü olmadığı kesindi. Fırsat bulduğu zaman ülkücülere saldırmaktan çekinmezdi. Birilerinin yanında, “üç beş faşist bakanlığı hâkimiyetleri altına almış gibi bir hava içindeler.  Bir iğne batırsak balonlarını söndürürüz.” demiş. Duyanlar gecikmeden Müsteşar ve müsteşar yardımcılarına duyurmuşlar.

Müsteşar Beyin başkanlığında müsteşar yardımcıları toplanmışlar. Mehmet Beyi huzurlarına çağırmışlar. Biri bırakıp diğeri almıyormuş, güzel bir boya ve badanadan sonra serbest bırakmışlar. Dışarı çıktığında görenlerin anlattığına göre “eşekten düşmüş karpuz gibiymiş.”

Odasına geldikten sonra, dahili telefonla beni arayarak odasına çay içmeye davet etti. Kırmadım gittim, olup bitenlerden haberdar değildim. İçeri girdiğimde gördüm ki adamcağız kötü bir vaziyette. Aniden hastalanarak kriz geçirdiğini sandım.

“Hayrola arkadaşım!” dedim

“Hayır dileyelim de hayır bulalım” dedi.

Çaylarımızı içerken başından geçenleri bir bir anlattı. Üzülmedim desem yanlış olur.

“Necdetçiğim, benim solcu, hatta komünist olduğuma inanır mısın? Bu suçlamaların tek bir belirtisini gördün mü?”

“Bunları niye soruyorsun bana?”  diye sordum.

“Müsteşar Beyler bana solcu dediler, komünist dediler”

“Bunun bir gerekçesi, bir sebebi olmalı.”  Dedim.

“Güya ben sizin için faşist demişim.”

“Eğer böyle demiş isen, suçlamalar doğrudur. Çünkü komünistler, kendilerinden olmayan özellikle milliyetçilere faşist diye damga vururlar. Onların dünyanın her tarafında uygulaya geldikleri bir politikadır. Sen komünist değilsen ülkücülere faşist demezsin.” deyince.

“Yahu arkadaşım, şimdiye kadar kimseye söylemedim. Ben aynı zamanda MİT mensubuyum.” dedi. Bunu solcu, komünist olmadığının bir delili olarak söyledi.

Benim aklım fikrim Batum Lisesi Müdürünün atama kararnamesindeydi. Oyunu büyütmek, şakayı genişletmek için kararnameyi, normal kararnamelerin arasına koyarak müsteşar yardımcısı İbrahim Cengiz beye göndermiştik. Rahmetli çok zeki, şakacı, nüktedan, hazır cevap bir adamdı. Halden anlar, vaziyete göre davranmasını bilirdi.

Bir gün dışarı gitmek için odasından çıkmış. Sekreteri,

“Efendim arayan olursa ne diyeyim?” diye sorunca.

“Cuma namazına gitti dersin”

“Ama efendim bu gün Perşembe.” Diye İbrahim Beyi uyarmış.

“Kızım cahil cahil konuşma, Cuma namazında kalabalık çok olur, camilerde yer bulmak zor olur. Bu günden gidip yerimi ayırmam gerekiyor ki, rahat rahat Cuma namazını kılayım." Diye cevap vermiş.

Mehmet Bey’in odasından çıkınca doğruca Müsteşar Yardımcımız İbrahim Bey’e gittim.

“Mehmet Bey’e bir oyun oynadık, Batum lisesine müdür tayin ettirdik.” dedim.

Güldü.. güldü… Gülmesi bitince,

“Bakanlıkta böylesi ince ve zekice yapılmış bir şakayı da ilk defa görüyorum. Gerisini bana bırak, şimdi yerine git” dedi.

İşin sonunun nereye varacağını doğrusu kestiremiyordum. Çünkü İbrahim Bey’in zekâsı ve mizaha çok yatkın ve renkli mizacının ortaya nasıl bir sonuç çıkartacağını merak ediyordum.

Bir iki gün İbrahim Bey’den ses seda çıkmadı. Mehmet Bey de müsteşar ve yardımcılarından yediği fırçanın tesirinden kurtulmuş, normale dönmüştü. Rahmetli arkadaşımızın okumayla arası hiç yoktu desem hata yapmış olmam. Kendisiyle içli dışlı olan arkadaşlar arada sırada bize onun çapkınlık hikâyelerini anlatırlardı. Alkolle de arasının iyi olduğunu biliyoruz. Telefon defterinde yüzlerce isim yüzlerce numara vardı. Çok geniş çevresi olan işadamları veya politikacıların defterlerine benziyordu. Defterlerindeki isimler açık değil, hep rumuzla gösterilmişti. Bu şifreleri isimleri kendisinden başka anlayacak kimse de yoktu. Şifreli telefon defterinin sebebini merak edip soran olursa, verdiği alışılmış bir cevabı vardı. “Yazıda tasarruf.”

Polatlı ilçesinde G.B. isimli bir bayan öğretmen vardı. Sanırım sosyal bilgiler öğretmeni. Aradan bir Mehmet Bey’e gelir giderdi. Onun gelip gittiğini görenler salonda veya koridorda birbirleriyle manalı manalı bakışırlardı. Bir gün onu bizimle tanıştırdı. Çünkü Ankara’nın içinde bir ortaokula müdür yapmak istiyordu. Elinden bir de dilekçe almıştı. Onu benim havalemle müdür atama şubesine göndermiştik. Ama Mehmet Özgedik ile o hanımı müdür atamamak için anlaşmıştık. Mehmet Bey’i kırmadan, ona itiraz etmeden bir yol bulup niyetimizi gerçekleştirecektik.

G.B. nin kararnamesini şubesinde hazırlattık, paraflar sırasıyla atıldı. Mehmet Bey’in de imzası alındı. Müsteşara birçok atama kararnamesi ile birlikte gönderildi. Müsteşarlık bürosundaki arkadaşlarla tembih ettik. G.B.’nin evrakı müsteşar yardımcısına çıkartılmayacak, bir aksilik olursa asla müsteşar masasına konulmayacaktı. Yöntem düşündüğümüz gibi uygulandı. Her seferinde kararname müsteşarlık bürosunda kayboldu. Bu işlemler belli aralıklarla dört beş kere yapıldı. Ama Mehmet Bey G.B. ‘yi müdür yapamadı. Zaman zaman üzüldü, zaman zaman kızdı. Özel surette görevlendirdiği memurla kararnameyi imzaya gönderdi ama kendisince aldığı bütün tedbirler boşa çıktı, olmadı…olmadı!… 

G.B., Mehmet Bey’e rağmen müdür olamayınca arkadaşlığını herhalde devam ettirmedi.  

Bir gün Mehmet Bey telaşlı telaşlı odama girdi.

“Necdetçiğim müsait misin?” dedi. Allahtan o esnada odam da kimse yoktu.

“Buyurun, oturun lütfen”

“Kardeşim, Necdetçiğim, müsteşar beyler benim komünist olmadığıma bir türlü inanmadılar” dedi. Sözünün bittiğini düşünerek,

“Hayrola, gene ne oldu Mehmet Bey?”

“İbrahim Cengiz Bey telefonun etti, Batum Lisesi Müdürünün kararnamesini imzaladım. Yalnız merak ediyorum, evrakı Moskova üzerinden mi göndereceksiniz? diye sorunca Efendim, vallahi ben ne solcuyum ne de komünistim!. Bana güveniniz. Benim Moskova’yla bir işim yok dediğimde” İbrahim Bey, bu defa:

“Evladım ben sana komünist falan demedim. Batum Lisesi Müdürlüğüne tayin ettiğimiz müdürün kararnamesini Batum ’a ve o insana nasıl ulaştıracaksınız, merak ettim.” Deyince bende,

“Ama efendim Moskova dediniz”

“Oğlum, bu kadar alınganlığa gerek yok. Ben hava bulutlu deyince, sana ördek demiş mi oluyorum?” deyince canım daha da çok sıkıldı, ama bir şey söyleyemedim.”

Mehmet Bey, bu olup bitenlere rağmen Batum’un sınırlarımızın dışında bir şehir olduğunu bir türlü anlamadı. Haritaya veya bir ansiklopediye açıp baksaydı nasıl bir oyuna geldiğini anlamış olurdu.

DEVAM EDECEK

 

You have no rights to post comments

An itibariyle ziyaretci sayısı:

235 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi