27 MAYISI BENİMSEYEN MİLLİYETÇİLER.

Geçen haftadan devam

27 MAYIS BENİMSEYEN MİLLİYETÇİLER.

Necdet ÖZKAYA

27 Mayıs ihtilal ’ini benimseyen az sayıda da olsa milliyetçiler de vardı. Demokrat Parti döneminde Milliyetçiler Derneği kapatılmıştı. Üyeleri, bilhassa yönetimde görevli olanları sıkıntıya düşürülmüş, polis takibatına alınmıştı. Özellikle küçük illerdeki baskılardan yılan bazı üyeler, nakli mekan etmek zorunda kalmıştı. Onlardan birisi Van’da fotoğrafçılık yapan Üzeyir Davutoğlu ile bir diğeri ise Öğretmen Okaner’di.

27 Mayıstan sonra meydana gelen havadan istifade ederek her ikisinin de sürgün hayatı sona ermiş Van’a dönmüşlerd.

O dönem Van’da devrimcilerin karşısında rahmetli Ahmet Arvasi, rahmetli Servet Mehterbaşıoğlu başta olmak üzere bir milliyetçi muhafazakar okumuş takımı da vardı.

Esasında markisizim solcular için bir paravana olmuştu. Arkasında Kürtçülük vardı. Ama o dönemde bunları açıkça ifade etmek mümkün değildi. Çünkü maddi ve manevi iklim bölücü davranışların açıkça gösterilmesine imkân vermiyordu. 60'lı yıllarda Van da şehir merkezinde evlerinde veya iş yerlerinde Kürt'çe konuşanların sayısı çok azdı. Van’da doğup, büyüyenler içinde Kürt'çe konuşanların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı. Ogünlerden bugünlere gelişin hikâyesini gerçek yüzü ile öğrenmek gerekir.

Yazları, okullar kapanınca Van'a giderdim. Adana'da veya memleketin herhangi bir yerinde milliyetçiler neler konuşuyorlar ise Van'da da onlar konuşulurdu. 27 Mayıs ihtilallerin solcu devrimcileri çok şımartmış, Türkeş ve arkadaşlarının sürgün edilmesinden sonra ise kendilerinin çok rahat ve serbest hissetmişlerdi. Marksistler bir yandan yeni yeni siyasi partiler kuruyor, bir yandan da değişik dernekler kuruyorlardı. Sendikalar onların denetimine geçmiş gibiydi. Kendilerinin Türk-İş'in çatısı altında tam anlamı ile temsil edilmediklerini düşünenler Devrimci İşçilerin Sendikası (DİSK)'nı, Öğretmenler ise TÖS'ü kurarak gerçek ve ciddi anlamda teşkilatlanıyorlardı.

AP'si gibi kitle partileri kurulmuş seçimlerde büyük oy alarak hükümet ortağı olmuştu. İsmet Paşanın başbakanlığında yeni bir koalisyon hükümeti kurulmuş. Devrimci görüntüsüne ve politikasına rağmen Marksistler CHP’yi yeterince devrimci görmüyorlardı.

Milliyetçiler de Adalet Partisi başta olmak üzere oy vermiş olmalarına rağmen mevcut siyasi partilerin kendileri için yeterli bulmuyorlardı. Türkeş ve arkadaşları yurda dönerek milliyetçi parti kuracaklardı. Beklenti buydu! Ümit buydu!. Ruhi hazırlıklar hep buna göre yapılıyordu.

Milliyetçiler arasında Türkeş’in liderliği büyük ölçüde kabul görmüştü. Ama fotoğrafçı Üzeyir Davutoğlu gibi bizden yaşça büyük ve tecrübeli olan milliyetçiler Türkeş’in liderliğine sıcak bakamıyorlardı. Gerekçesi çok açık ve basitti.

Türkeş İsmet Paşayla dövüşemez. Gözü yılmıştır. Biri 44 de diğeri de 60'ta iki kere onu İsmet Paşa tokatlamıştır. Yılgın atla yokuş çıkılmaz. Kanaatini hiç değiştirmedi ama arkadaşlarıyla aykırılığa düşmemek için Türkeş’in liderliğindeki CKMP'nin Van’da yeniden kurulan il başkanlığında görev aldı.

Büyük dönemeçlerde Davutoğlu’nun sözü hep aklıma gelir. Acaba haklı mıydı diye düşünürüm. Türkeş Talat Aydemir olayında da tevkif edildi. Aylarca cezaevinde kaldı. Beraat ettiğ, bedelini de kendisinden başka ödeyen olmadı. Seneler sonra 12 Eylül geldi çattı, Türkeş ve arkadaşlarının cezaevi macerası, işkencesi yeniden başladı. 1944'ten beri Türkeş yalnız başına hiç tutuklanmadı. Yanın da hep arkadaşları vardı. Arkadaşları her tutuklama da değişti ama,  değişmeyen tek mevkuf Alparslan Türkeş'ti.

12 Eylül de tutuklandıktan sonra yıllarını askeri cezaevinde ve askeri hastanede geçirdi. Sonun da kendisiyle birlikte arkadaşlarının hepsi beraat etti. Yaşı 80'e yaklaşmıştı. Sağlığının bozuk ve yaşının ilerlemiş olmasına rağmen köşesine çekilmedi. Bıraktığı yerden devam etti. Vefat ettiği günün gecesinde Ankara dışında bir siyasi çalışmadan dönmüştü.

Çok yıllar önceydi. Rahmetli Dündar Taşer hayatta idi. Bir sohbette kendisine sorulmuş ki hareketin lideri siz değilsiniz de neden Türkeş? Cevaplamış:

“Her tarafı, penceresi, kapısı kapalı bir odaya hepimizi koysalar, sonra da kafanızı vurarak duvarı yıkıp dışarı çıkabilirseniz sizi serbest bırakacağız deseler. Şahsen ben en fazla iki kere dener, sonra vazgeçerim, ama Türkeş yıkıncaya kadar kafa vurmaya devam eder, onun için lider O'dur." demiş.  Gerçekten rahmetlinin mücadelesi, hayatının seyri, Dündar Taşer'i doğrulamaktadır.

***

Necip Fazıl cezaevinden çıkmıştı, yurt çapında konferanslar verecekti. 60'lı yılların başıydı.

Erzurum’da  “İman ve Aksiyon” konulu bir konferans verecekti. Üşenmedik, erinmedik Erzurum’a konferansı dinlemeye gittik. Rahmetli Servet Mehterbaşıoğlu ile beraberdik. Bir konferansta Van'da vermesi için Üstat'a rica edecektik.

Nadir isimli bir arkadaşımız kedi arabasıyla bizi Erzurum’a götürmüştü. Konferans, dinlenmeye görülmeye değerdi.  Sinema salonu hınca hınç dolmuş, heyecan sinemanın dışına taşmıştı. Ayakta dinlemiştik. Konferans en az bir buçuk saat sürdü ama ne ben ne de benim gibi ayakta kalan yüzlerce dinleyici yorulmamıştı. Çünkü konuşmanın çekiciliği ve sürükleyiciliği insanın fiziki yorgunluğunu engelliyordu.

Konferansın sonunda Üstat’la kaldığı otelde  konuştuk. Van'a gelip konferans vermeyi kabul etti. Van şehrinin Üstat'ın hayatında özel bir yeri ve manası vardı.Kendi tabiriyle 'efendisi ve kurtarıcısı' olan Seyit Abdulhakim Arvasi Vanlı idi..O' nun doğup, büyüdüğü toprakları görmek Üstat  için fevkalade öneme haizdi. 

Her yerde olduğu gibi Van'da da Necip Fazılı okuyan bir grup aydın vardı. Bazıları kendisine bağlılık derecesinde hayrandılar.

Ertesi gün yola çıkmadan Van'a İkinisan Gazetesine Üstat'ın gelip konferans vereceğini telefonla duyurduk. Onlar gerekli hazırlıkları yapacaklardı.

Nadir’in arabasıyla yola çıktık. Bir yaz günüydü. Bunların tarihleri ayı ile günleri ile Erzurum’da Hürses, Van'da ise iki Nisan Gazetesinin arşivimde vardır.

Necip Fazılla birlikte aynı arabada seyahat etmek, bizim için unutulmaz hatıralardı. Büyük bir şerefti. Her devirde sakıncalı olan Üstat ile birlikte yolculuk etmek, onun konferans vermesini sağlamak polisin, takip listesine girmek demekti. Kuşa rağmen darı ekecektik, ekmeye devam ettik.

Her birimiz büyüklerimiz kadar acı ve çile çekti. Hatta bazı ülkücüler, özellikle 12 Eylül zindanlarında tahminlerin üstünde işkence gördüler. Sabır, tahammül sınırlarını Allaha sığınarak aştılar. Onlar benim gözümde o kadar büyükler ki anlatacak gücü kendimde bulamıyorum.

Necip Fazıl hayatta olsa ve ülkücülerin destanını, dramını, trajedisini yazsaydı.  Üstat trajedi kavramını çok sever ve çok kullanırdı.

Nadir arabayı rahat ve güzel kullanıyordu. Günün şartlarına göre yollar muntazamdı. Karayolları rahmetli Menderes döneminin sembol eserlerinden biridir. Şehirlerarası yollar O’nun döneminde şantiye haline dönüşmüştü. Yurdun dörtbir bucağı bu yollarla birbirine bağlanıyordu. 60’lı yılların başında Van’dan İstanbul’a otobüs seferleri başlamıştı. Ulaşımın önemini Türk vatandaşları fiilen öğrenmiş ve yaşamaya başlamıştı. Yol olmadan hiçbir şeyin olmayacağını kavramıştık.

Seneler sonra öğrendim ki Necip Fazıl bağlılarından o dönemde arkadaşımız olan Başkale’li Nadirin yolu bizden ayrılmıştı. Genç insanları kaybetmenin acısını hep yüreğimde taşıdım. Hangi kör ihtiras Nadir’i, bu toprağa, bu toprağın insanına ve devletine düşman yapmıştı?

Yol boyunca Üstat konuştu. Biz dinledik. Seferi olduğumuz öğle namazını, Muradiye Nehrinin kıyısında kurulmuş olan tutak ilçesinde küçük ve beyaz t t t t t t badanalı bir camii de kıldık. Camii duvarlarında hiçbir süs, yazı ve levha yoktu.

Üstat, “Resulullah'ın tavsiye ve tercih ettiği mescit budur” dedi.

Nerelerde yemek yedik, çay içtik hatırlayamıyorum. Van’a ulaştığımız zaman akşam olmak üzereydi. Arkadaşlar şehir merkezine 5-10 km mesafede bulunan İskele Köyünde bizi karşıladılar. Büyük ve heyecanlı bir grup karşılamaya gelmişti. Oradan doğruca İkinisan Gazetesine gittik. Gazetenin ve matbaanın ortağı olan Nail Başıbüyük Üstat ve diğer misafirleri ağırlayabilmek için gerekli hazırlıkları yapmıştı.

Üstat ard arda sigara ve çay içiyordu. Bu arada telefonla evinin bulunması için ricada bulundu. Ricasını Nail Ağabey, yerine getirdi. Hatırlanacağı gibi o zamanki telefonlar manyetoluydu. Bağlanması uzun zaman alır ve konuşmakta da insan zorlanırdı.

Telefon bağlanınca, Üstat, telefonu açar açmaz eşine, “sevgilim” diye hitap etti.  Nail Ağabeyle göz göze geldik. Bu sesleniş çok tuhafımıza gitmişti. Üstat İstanbulluydu. Fransa görmüştü. İstanbul’un yüksek sosyetesine mensup bir zat. Nail Ağabeyle benim gibi Vanlı değildi.

  Üstat’a  Van’ın  önemli,tarihi ve güzel taraflarını gezdiriyor, O’nu memnun etmek için elimizden gelen bütün gayreti gösteriyorduk. Deniz’e ( göl ) götürdük. Hepimiz denize girdik, yüzme bilenler yüzdü, bilmeyenler yıkanmış oldu. Necip Fazıl bahriye kökenli olduğu için iyi yüzme biliyordu. Gölün sodalı suyun da yüzmenin farkı ancak girmekle anlaşılır. O günlerin fotoğrafları albümlerimizde itina ile muhafaza edilmektedir. O günlerde Van Müftüsü Arvasi ailesinden bir zattı. Zannederim Kasım Efendiydi. Necip Fazıl’ı ve bizleri evinde misafir etti.

Konferansın anonslarını, yazlık sinemanın ses tesisatından ben yapıyordum. Herhalde devlet kurumlarından herhangi birinin yardımı ve ilgisi olmadan Necip Fazıl   Van’da konferans veren ilk sivildir. Bir başka ifadeyle 3-5 gayri resmi kişinin gerçekleştirdiği sivil bir toplantıdır.

Konferans için Halkın Eğitiminin Salonunu temin edebilmiştik. Para ödedik mi hatırlayamıyorum.

Necip Fazıl’ı dinlenmeye her görüşten dinleyici geldi. Konferans salonu su Erzurum’da ki kadar kalabalık değildi. Ama Van’a göre tatmin ediciydi.

Konferansın mevzuu ve adı değişmişti. “Mazimiz, Halimiz ve İstikbaliniz” olmuştu. Konuşmacı Necip Fazıl’da olsa, dinleyiciler üzerinde bıraktığı tesirin derecesini öğrenmek isterdi. Nitekim kendi yöntemleriyle bazı soruşturmalar yaptı.

Diğerlerini bilmiyorum ama, benim dinlediğim en güzel konferanstı. Üstat konuya çok hakimdi. Bir iki dakika içinde salona hakim oluverdi ve çok güzel ve tesirli konuşuyordu.

ABD ‘nin siyasi, ekonomik ve sosyal bir proje olarak ortaya koyduğu Büyük Ortadoğu Projesi, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu projesi ile mukayese edilebilir mi? Büyük Doğu Necip Fazıl gibi bir büyük Türk’ün tefekkür hayatımıza kazandırdığı bir büyük İdeolacya Örgüsü’dür.

Ne yazık ki ABD ‘nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı Başbakanımız Tayyip Erdoğan’dır. Turancılık projesi için kılını kıpırdatmayan hükümet Lübnan’a asker göndermek için bütün gücünü ortaya koymaktadır.

Türkiye’nin başında bir bölücülük problemi vardır. PKK gibi bir bela ile 20 yıldan beri silahlı ve silahsız olarak mücadele etmektedir. Kuzey ABD nin yardımıyla Kürdistan kurulurken Türkiye siyasi ve askeri gücünü Kerkük dahil ve ırakın ve türk menleri unutturarak aklını bir Lübnan (Hizbullah, İsrail) çatışmasına takması bir tuhaf iş.

Rahmetli Nejdet Sancar, İnönü için yazdığı bir makalede “türk olmadığından başka her şeyi meçhûl adam.” İfadesini kullanmıştı. Bu ifadeyi azıcık değiştirerek “Türklük hariç her konuda çalışan bir hükümet” diyebiliriz.

Türk, Türklük ve sözünden hiç hoşlanmayan bir başbakanımız var. Türklük yerine Türkiyelilik kavramını ortaya atarak, aklınca kendisini Türk hissetmeyen grupları, devlete bağlamak istiyor. Türkiyelilik kelimesinin kökünde Türk isminin olduğunu unutuyor.

Arkadaşları adama ‘öküz’ adını takmışlar kimse ‘öküz’ süz söylenen Ahmet’i tanımamış. Artık ayıp oluyor çoluk çocuk yetişti, rica ediyorum isminin önündeki ‘öküz’ adını kaldırınız demiş bu maksatla arkadaşlarına bir ziyafet vermiş.

Yemekten sonra arkadaşları demişler ki sana artık, ‘öküz’ demeyeceğiz onun yerine ‘tosun’ diyeceğiz demişler. Yemek kaplarını mutfağa taşıyan ev sahibi, karısına demiş ki;

“Hanım! Müjde! Bundan sonra arkadaşlar bana öküz yerine ‘tosun’ diyecekler.” demiş. Kafasını sağa sola sallayan hanım, “Adamcağız bilmez misin tosun büyüyünce öküz olur.”

Türkiyelilik kavramı Türk, Türklük yerine ikame etmeye çalışan siyasi akıl, türk, Türklük unsurunu, manasını ve kavramını çıkarırsanız ne Selçuklu ne Osmanlı kalır. Ne Beyrut, ne Huma  ne Humus kalır. Yemen de kalmaz, Suudi Arabistan’da.

Türk gücünü, cevherini Necip Fazıl’ın tabiriyle Oğuz’un altın neslini kaldırırsanız bu coğrafyada yakın uzak birçok coğrafya yetim düşer, öksüz kalır.

Necip Fazıl’dan feyz aldığını söyleyenler, anlaşılıyor ki Üstat’ı idrak edememiş veya onu da dolandırmışlar.

Van gölünde grubu seyretmek ömre bedel bir güzelliktir. Bu güzelliği Necip Fazıl’la seyretmek ise harikulade güzeldir.    

***

Üstat’la Tutak’ da öğle namazı kılmıştık. O küçük ilçede benim ( Yavuz Selim-Alparslan ) İlköğretmen okulundan arkadaşlarım vardı. Bir ikisi ile muhabbetimiz hala devam etmektedir. Tutak halkı büyük çoğunluğu ile Azeri Türküdür. Eleşkirt gibi, Bulanık gibi…

Yatılı okulların kendisine has, bünyesine uygun havası olur. İyiliklerin vardır en az kötü yönleri kadar. Zorlukları da vardır, kolaylıkları da. Asker Ocağına benzer. Kaç ilden, kaç ilçeden, kaç köyden toplanmış gelmiştir öğrenciler. Herkes kendi mahalli havası ile gelir okula, geleneğini, göreneğini, töresini getirir. Onlar okulun resmi kuralları ve atmosferi içinde hükümsüzleşir. Öğrenci kentinden getirdiği alışkanlıkları okula adı atarken giriş kapısı ( nizamiye ) ‘de bıraktığını çok geçmeden anlar, hüzünlenir ama yapacağı bir şey kalmamıştır. Yeni dünyaya ve onun kurallarına uyumak zorundadır. Bunun kısa sürede gerçekleşmesi öğrencinin uyum yeteneğine bağlıdır.

Toplu olarak yaşamak çetin bir iştir. Hele bir yatılı okul ise daha da zor iştir. Kolaylaştırmak için hemşericilik çok çok ölen arz eder. Ağabeylik müessesesi çok güçlüdür ve yaygındır. Yoksa ilkokulu yeni bitirmiş, ana kucağından koparak, bir başka dünyada yaşamak kolay mı? Birilerinin himayesine girmenin gerekli olduğunu yeni gelen öğrenci hemen anlar, kendisine ağabey arar, bulmakta da zorlanmaz.

Öğrencilerin 24 saati planlanmış ve kurallara bağlanmıştır. Buna rağmen boş zamanlar bulunur, oyunlar, şakalar yapılır. Zaman zaman şakaların dozu kaçırılmış olsa bile onların idareye bildirilmesi mümkün değildir. Çünkü o dostluğa, arkadaşlığa ihanet, racona aykırı davranmak olur ki küçüğü ile büyüğü ile hiçbir öğrenci bunu gözle alamaz. Olup bitenler devlet sırrı gibi saklanır.

Hikayeler anlatılır, taklitler yapılır, yeteneği olan öğrenciler, yeteneklerini geliştirecek ortamlar bulmakta zorlanmazlar. Çünkü her kabiliyetin mutlaka alıcısı bulunur. Bazı tipler vardır, bir yönüyle hemen kendisini belli eder, aradan yıllar geçse de onlar hiç unutulmazlar.

Bir Çallı Mehmet vardı. Saçları kirpi gibiydi. Uykuculuğu ile tanınırdı. Her sabah nöbetçi öğrenciler ile öğretmenler onu uyandırıp, yataktan çıkartmak için çok zahmet çekerlerdi.

 

Bizim neslimiz ilkokul 4. 5. Sınıfta iken Milli Şef İsmet İnönü başımızda idi. İlkokulu bitireceğimiz seneydi seçimler yapıldı, Milli Şef düşmüş, başımıza ünvanı şef olmayan kimseler gelmişti. 1950’de yapılan seçimlerde Van ve birkaç il hariç bütün illerde Demokrat Parti kazanmıştı.

Arkadaşlarımız kendi yörelerinden seçim hikayeleri anlatırlardı. Böylece öğrenciler arasında demokrasi edebiyatı doğmuştu. Anlatılan  hikayeler o zaman ne kitaplara geçmiş ne gazetelerde yayınlanmıştı. İşte onlardan aklımdan karalar:

Tutaklı arkadaşlar anlatmışlardı. 1954 seçim propagandası yapıldığı gülerden bir gün ilçede iktidar partisinin mitingi var. Ağa unvanlı milletvekillerinden biri kürsüde meydanda toplanan kalabalığa hitap ediyor.

“….Ey Tutaklılar diyorlar ki Demirkıratlar bizim için ne yaptılar? Bunu diyenler Allah’tan da korkmuyorlar. Daha ne yapacaktık?  Ağzınızın içindeki bu helaları kim yaptı? Gözünüz görmüyor mu ?”

Görmeye görüyorlar ama, helaların ağızlarının içinde olmalarını anlayamamışlar.

 

 

 
 

You have no rights to post comments

An itibariyle ziyaretci sayısı:

83 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi