MUHSİN BAŞKAN

8.4.2009-Ankara      

Dün hava çok yağmurluydu. İkindi namazını  Tacettin Sultan’da kılmak için arkadaşımızla Mescite gittik. Bu arada Muhsin Başkan’ı da ziyaret ettik. Defnedildiğinin üzerinden bir hafta geçmesine ve hava muhalefetine rağmen ziyaretçileri eksilmemişti. Kimisi fatiha okuyor, kimisi Yasin’i Şerif okuyordu.

Tacettin Dergahı ve M. Akif’in müze haline getirilen evi Muhsin Başkanın, Dergah Haziresine gömülmesi bana göre müthiş ve çok önemli bir ilâhi tecellidir.

Tacettin Hazretleri 16. Yüzyılda yaşamış bir din alimi ve mutasarrıftır. Bir dergah şeyhi. Oğlu ile birlikte türbesinde altı asırdan beri yatıyor. Tacettin Sultan, Hacı Bayram Veli kadar yaygın bir şöhret olmadığı için dergahı ve mescidi de Hacı Bayram kadar bilinmemiş, onun kadar ünlü olmamıştır. Sebebi hikmetini hikmet sahibinden başkası bilemez.

Eski Ankara sokaklarının birinde dar gelirli insanların oturduğu mütevazı bir mahallede, gözlerden kaçınırcasına kendini saklayan bir veli, bir mescit ve bir dergah, türbedarı olmayan bir türbe. Ancak bilenlerin ziyaret ettiği türbe ve cami.  Bitişiğinde M. Akif’in evi.

Geçen hafta Cuma günü ikindi namazını eda etmek için Tacettin Sultan’a eşim ve kız kardeşim Çiğdem ile gittik. Cami, türbe ve Akif’in evinin yenilenmiş olması bizi çok memnun etti. Hacettepe Üniversitesi yerleşkesinin kullanılmayan parçası da park haline getirilmiş.  Yeşillikler arasında fıskiyeli çok güzel bir havuz, karşısında İstiklâl Marşı’nın on kıtasının yazıldığı metal bir anıt var… Kameriyeler yapılmış, oturma grupları konularak ziyaretçilerin oturup dinlenmeleri sağlanmıştır.

Yenilenme bununla da kalmamış. Bütün sokaklar da evler de yenilenmiş. Yorgun yılık yüzlerine renk gelmiş, kan gelmiş, canlanmış. O evlerin yakın zamanda sahiplerine büyük kazançlar sağlayacağını düşünüyorum.

MUHSİN BAŞKAN

Keş dağlarının son hüneri
Bu kaderi çizer oldu.
MUHSİN BAŞKAN son günleri
Karaman’da sezer oldu
 
25 Mart acı haber
Sevenlere düştü keder
Masum yüzlü helikopter
İnsan biçen hızar oldu
 
Üç bin metre dağ başının
Bitmeyen sisli kışının
Gencecik altı kişinin
Canlarına Pazar oldu
 
Umut kalmadı yarına
Acılar düştü derine
Alperenler liderine
Başkanıma nazar oldu
 
Yetkililer saklamaktan
Günü güne eklemekten
Dört gün boyu beklemekten
Tüm Türkiye bizar oldu
 
Affeylesin Şahlar Şahı
Nasip etsin kıblegahı
Ulu Tacettin Dergahı
Defnedilen mezar oldu
 
Düştüğü yüce dağıdı
Ölmemiş daha sağıdı
Kaptani’yim bu ağıdı
Göz yaşıyla yazar oldu
                   Sivas, Aşık Kaptani

Namaz bitince imama;

‘Hoca efendi, Muhsin Yazıcıoğlu’nun buraya defnedilişini nasıl manalandırdın’ diye sordum.

‘Güzel oldu!’ diye kısa ve yalın bir cevap verdi. Bu aradığım, beklediğim bir karşılık değildi. İmamla yüksek sesle konuştuğumuzu fark eden Cemaatten birkaç kişi de bizi dinlemeye geldi.

Bana göre Yazıcıoğlu’nun gelişini tarih içinde şöyle yorumlamak gerekir:

Tacettin Sultan’ın ve dergahın unutulmuşluğa yüz tutmuş bir döneminde, 1920’lerde Mehmet Akif, Hasan Basri Cantay gibi tanımış, önemli iki zat, İstiklâl savaşı dolayısıyla geldikleri Ankara’da dergaha ait evde kalıyorlar. O günlerin Ankara’sında herhalde Meclis binasından sonra en önemli mekanlardan birisi de Tacettin dergahı olmuştur. İstiklâl Marşı’nın büyük kısmının burada kaleme alındığı müze haline getirilen M. Akif’in evi olarak bilinen binanın duvarlarından birinde asıl olan bilgi notundan anlıyoruz.

Akif’in kalışının üzerinden yüzyıla yakın bir zaman geçmiş, Tacettin Sultan ve dergah unutulmuşluğa yüz tutmuş olacak ki ‘Sonsuzluğun Sahibi’ Muhsin kulunu buraya gönderdi ki; çırağı yeniden canlansın. Himmet ve keramet sahibinin adı ve mânası yeniden duyulsun.

Bu hikmet-i hüdanın esrarını ancak dergahın ilk sahibiyle son gelen arasındaki manevi bağların gücünde aramak gerekiyor. Allah’ın bir lütfu!...

‘Lûtuf’ deyince aklıma her nedense ‘İhsan ile Muhsin arasındaki ilişki takıldı. Derken bir sözlük açtım. İhsanla ilgili maddede şöyle bir ayetikerime mealiyle karşılaştım.

‘İhsan edeniniz, şüphe yok ki Allah Teâla Muhsin olarak sever.’ Buyrulmuştur. Diğer bir ayet-i celile de ‘Allah Teâla sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et.’

‘İhsanın bir çok anlamı var. Birinci anlamı ‘Bağışlama, bağışta bulunma.’

İhsanda bulunan er kişiye Muhsin denir, bir anlamıyla.

Yazıcıoğlu, ismine uygun olarak yaşadı. Hür ve Müslüman olan, her türlü haramdan sakınan, iffetli, şahsiyetli biri olarak yaşadı ve 55 yaşında hakkın rahmetine kavuştu.

 16/04/2009 - Ankara

Bugün Yeniçağ gazetesinde Sümeyra YILMAZ’ın bir haberi beni üzdü Sadi Somuncuoğlu’nun ağabeyi vefat etmişti. Haberde aynen şöyle deniyordu:

“Sadi Somuncuoğlu’nun acı günü

Devlet eski bakanlarından, Yeniçağ yazarı Sadi Somuncuoğlu’nun ağabeyi Galip Somuncuoğlu vefat etti

Devlet eski bakanlarından Sadi Somuncuoğlu’nun ağabeyi Galip Somuncuoğlu, geçirdiği rahatsızlık sonucu önceki akşam hayatını kaybetti. Merhumun cenazesi dün Ankara’da Karşıkaya Camii’nde kılınan ikindi namazını müteakip Karşıyaka Mezarlığı’na defnedildi. Cenaze törenine Devlet eski Bakanı Sadi Somuncuoğlu, Avrasya Türk Eğitimciler Sendikası Genel başkanı Şuayip Özcan, Gazi Üniversitesi Rektörü Rıza Ayhan, Türk Ocakları Ankara Şube Başkanı Türkan Hacaloğlu, Keçiören Belediye eski Başkanı Turgut Altınok, BBP Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Candar, BBP Genel Başkan yardımcısı Üzeyir Tunç, MHP eski Milletvekili Nevzat Köseoğlu, MHP eski Milletvekili Nazif Okumuş, MHP eski Milletvekili Hasan Basri Coşkun, Anavatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı Esat Bostan ve çok sayıda öğretim görevlisi katıldı.”

İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raci'un

"Biz Allah'a ait (kullar)ız ve şüphesiz O'na dönücüleriz." Bakara-156

19 Nisan 2009-Ankara

Bugün babamın vefatının üzerinden 47 yıl geçmiş. Onu Van’ın Canik beldesinde bırakarak bir yıl sonra ailemiz benimle Adana’ya göç edip geldi. Rahmetli babam, genç yaşlarda memleketi Sivas Zara’dan gurbete çıkmış ve bir daha memleketine dönememiş. Böyle bir kaderi milletimizin kaçta kaçı yaşamış bilmiyorum. Bu nispetin hiç de küçük olmadığını sanıyorum.

Günümüzde ise bu nispetin gittikçe artarak devam ettiğini görmekteyiz. Büyük şehirlere göç, akın şeklinde devam ettikçe nice baba ocakları sönecek, köyler beldeler ıssızlaşacak, doğulan beldeler vatan olmaktan çıkacak, ‘doyulan’ yerler vatan olacak…..

Babam rahmetli olduğu 19 Nisan 1962’de ben okulu bitirmemiştim. İstanbul Eğitim Enstitüsü son sınıftaydım. O yılın Eylülünde mezun olmuş, Adana Millî Mensucat ortaokuluna Türkçe öğretmeni olarak atandım.

Babamın rahmet-i rahmana gittiğinde Hayati iki, Çiğdem dört yaşındaydı. Her ikisine de sordum:

‘Babamızı hatırlayabiliyor musunuz?’ diye sordum. İkisi de’ hatırlamayı bırak hayal bile edemiyoruz.’ Diye cevap verdiler….

İçime dokundu…..Allah geçmişlerimize rahmet etsin! Amin!

19 Nisan 2009-Ankara 

Bu gün aynı zamanda Ayvaz Gökdemir’in vefatının birinci yılıydı. Bugün saat 11.30’da mezarının başında bir anma toplantısı yapıldı.Türk Ocakları 'nın düzenlediği bu toplantı samimiyetine rağmen Ayvaz Gökdemir’in şahsiyetine ve şöhretine uygun bir çoğunluktan mahrumdu.

Mezar başında Prof. Dr. Orhan Aslan kısa fakat özlü bir konuşma yaptı. M. Akif’in ‘Kur’anın mezarlıkta okunmak için indirilmediğini söylemesi çok uygun bir ifadeydi. Aklımda kalan bir başka söz ise;

‘Biz buraya sadece Ayvaz Gökdemir’i anmak için değil, aynı zamanda onu anlamak için geldik. O hayatını doya doya yaşadı. Öğretmen olarak, genel müdür, milletvekili ve bakan olarak başarılı hizmetler yapmıştır. Efsane bir adamdı. Öyle yaşadı ve öyle öldü. Yazdı, çizdi, kitapları var. Bunlar onun amel defterinin açık kalmasını sağlayacaktır.

Mezarlıktan sonra öğle namazını kıldığımız Tigem Camiinde Ayvaz Gökdemir için Kur’an ve Mevlit okundu. Allah kabul etsin.

Türk Ocakları Genel Merkezi Ayvaz Gökdemir için güzel, beğenilen ve takdir edilen bir şey daha yapmış. Onun adına hacimli iki kitap hazırlatmış, 19 Nisan’dan bir hafta on gün önce satışa çıkartmıştır.

Ayvaz Gökdemir’e saygı

Ayvaz Gökdemir’e armağan 1

Ayvaz Gökdemir’e armağan 2

Türk Kimliği

Birinci kitap Ayvaz Gökdemir’in ailesi ve arkadaşları tarafından kaleme alınmış, genellikle hatıralara dayanan bir kitap.

İkinci kitap ise, Ayvaz Gökdemir’in Türk Kimliği kitabı esas alınarak 35 değerli bilim adamı, araştırmacı ve yazarın millî kimliğimize vücut veren, kültür ve medeniyetimizi oluşturan temel unsurları, bunların tarihi seyrini, sosyolojik ve psikolojik özelliklerini, küreselleşme sürecinde karşılaşılan problemleri, farklı kültürlerle ilişkileri değişik açılardan ele alınıp incelenme yazılarından meydana gelmiştir. Allah arkadaşımıza rahmet eylesin.

 

“ÇALSIN AMA İŞ YAPSIN!”

“ÇALSIN AMA İŞ YAPSIN!”

Necdet ÖZKAYA

19. 08.2008-Dörtyol

Yıllar önceydi. Bir kaç ilde ara seçim yapılacaktı. Bu iller arasında G. Antep de vardı. Doğruyol’un adayı Ayvaz Gökdemir’di. Ona yardım için Doğruyol’un çok nüfuzlu yetkilileri de G. Antep’e gittiler. Mesela Necmettin Cevheri de bunlardan biriydi. Urfalı olan Cevheri, Antep’te de hatırı sayılan bir politikacı olduğunu bizzat Ayvaz Gökdemir anlatmıştı.

Seçim bitti. Yanılmıyorsam Hasan Celal Güzel milletvekili seçildi. Ayvaz bey aldığı oyun çokluğuna rağmen seçilemedi. Çünkü tek bir milletvekili seçilecekti.

Ayvaz Gökdemir, seçim yenilgisini izah ederken, iktidar partisi olan Anavatan’ın seçmenlerinin çoğunluğunu sağlayan fakir fukara kimseler avanta olarak dağıttığı öteberinin çok önemli rol oynadığını anlatır.

Bir çift kötü terliğe satılan oylarla tecelli eden demokratik halk iradesi demek mümkün mü? Bu idareye demokrasi demek de mümkün değildir. Derdi. Millet adına, rejim adına esef ederdi. Esef ettiği hususlarda rahmetli arkadaşıma o zaman hak vermiştik.

AKP iktidarının milli eğitim bakanlığında çok önemli bir görev de bulunan bürokratı:

“bizim iktidarımızı yıkmaya kimsenin gücü yetmez. Çünkü hırsızlığın, yolsuzluğun bu kadar rahat ve güven içinde yapılması şimdiye kadar hiçbir dönemde görülmedi. Ayrıca zina suçlarında da artış var.

Bir eli balda

Bir eli yağda

Bir eli de bilmem neresinde?

Olan bir iktidarı yıkmak mümkün mü?

Hem yiyor, hem yediriyor.

Hangi aylardayız? Diye soruya arkadaşına,

-Üç aylardayız. Diyor. Öteki,

-aylarını söyle. Diyor.

Cevap; “Recep, şaban, ramazan.”

-Bu isimler sana başka ne hatırlatıyor? Diye üsteliyor arkadaşı. Adam az düşündükçe cevap veriyor:

-Recep başkan, yardımcısı Şaban,

-E dedi öteki..

-E’si mesi yok bir ramazan gelsin. O zaman dağıtılacak bedava lokmaları yiyen millet iftarlarını açsın, ne dinlilerinin ne dinsizlerinin yediği haram lokmaları hatırlar mı?

Sanmıyorum. Çünkü bugüne kadar hatırlamadı. Hatta demokrasi tarihine geçen altın değerinde bir vecizeyi iktibas ettik.

“ÇALSIN AMA İŞ YAPSIN!”

Mazisi tarih kadar eski olan milletimiz görmüş ve tecrübe etmiş ki iş yapmadan çalanları görmüş ve konuşmuş.

Çalsın ama iş yapsın.

Cumhuriyet Gazetesi ön sayfasında kare içine alınan bir haber başlığı (20 Ağustos 2008)

Yolsuzluk 8’e katlandı.

Memleketi soyup soğana çevirenlerden kurtulmak için AKP’yi iktidara getiren millet kararında ısrar ediyor. Çünkü iktidarı birinci adamından ikinci adamına kadar cümlesini dini bütün Müslüman kabul ediyor.

Başı secdeden kalkmayan bir kadronun hırsızlığı olur mu?

Hırsızlık diye isimlendirilen olayların mutlaka şer’i bir açıklaması vardır. Derin alimlerden fetva almışlardır.

Rahmetli arkadaşımla sık sık konuştuğumuz konuların biri de TSK’nın durumu, değişik zamanlarda genelkurmayın takındığı farklı tutumları konuşurduk. Askerin fırsat bulduğu her vesileyle siyasi hayata karışmasının doğru bulmuyorduk. TSK’nın bu davranışları kendisine de zarar veriyordu. Askerin siyasi beyanlarda bulunmasının fırsat gören bir kısım çevreler hemen ellerindeki medya imkânlarını kullanarak ordunun aleyhinde, özellikle komuta kademesinin teşkil eden yüksek komutanların aleyhlerinde kamuoyu oluşturuyorlar.

İçerideki, dışarıdaki “muhalif odaklar” TSK’yı güçsüzleştirip güven duygusunu yitirdikten sonra Türk devletini rahatlıkla parçalayabileceklerini biliyorlar.

Terörle mücadelede silahlı kuvvetleri yalnızlaştırarak onu etkisiz bir konuma ve çaresizliği iterek prestijini, itibarını kaybettirmek gibi açıkça söylenmeyen fakat uygulanan siyasetten anlaşılan bu davranışın millete de büyük zararlar vereceği aşikârdır.

Güçlü ordunun, büyük ölçüde güçlü devlet anlamına geldiğini kabul etmek zorundayız. Türkiye Cumhuriyetinin varlığının teminatı Türk Ordusudur. “Ordu milletimizin çelikleşmiş bir ifadesidir, iradesidir.”

Ona zarar vermenin, bütün milli değerlere zarar vereceği hususunda arkadaşımla fikir birliği içindeydik.

Bu konuları konuştuğumuz bir gün Ayvaz Bey bana;

“ben düşünce itibarıyla militarist, değilim ama silahlı kuvvetlerden çekinmemiş olsalardı, bu adamlar (AKP’yi kastediyordu) çok acayip işler yaparlardı.”demişti.

Vakti zamanında, Mersin’de Öğretmen Okulları Genel Müdürü iken “Ben asker değilim ama asker formasyonuna sahibim ”diyen Ayvaz Gökdemir, son zamanlarında çokça sivilleşmenin savunuculuğunu yapıyordu.

Çanakkale muharebelerinin, zaferinin bu seneki yıldönümüydü. Galip Tamur’la Ayvaz beyi alıp Cuma namazına gitmek için evine doğru gidiyorduk. Yolda Galip’le biraz da anılmakta olan “Gün” dolayısıyla olacak, efsanelerden, evliya hikâyelerinden, menkıbelerinden, destanlardan bahsediyorduk. Arabaya Ayvaz’ın binmesiyle birlikte mevzuya o da dahil oldu. İyi yetişmiş bir edebiyat öğretmeni olan arkadaşımız konunun uzmanı olarak konuşmaya başlayınca sohbet çeşitlendi, zenginleşti.

Türk tarihinde, edebiyatında çok önemli bir yeri, bir anlamı olan Ergenekon ismini bir çeteye ad olarak verilip bir takım kanunsuz işlerle ilgili operasyonlar yapmanın çok yanlış olduğunu belirtmiştir.

Destanlardan, evliya hikâyelerinden söz açılınca, Ayvaz bey,

“Çanakkale, Sakarya, Kore, Kıbrıs harpleriyle ilgili olarak anlatılan hikâyelere şahsen ben inanıyorum ve değer veriyorum.”dedi.

Bunların birçoğu uydurma olabilir, akıl dışı olabilir ama toplum bunları kabullenmiş, benimsemişse, milletin manevi hayatında yer bulmuşsa, bunlara karşı çıkmanın ne gereği var?

Adı Eyüp Ergenekon olan ilköğretim okulu, ismi değiştirilmek şöyle dursun bütünüyle ortadan kaldırılmış. Sebep belli, malum ve meşhur Ergenekon soruşturması sebebiyle okulun adı sanı İstanbul’un eğitim tarihinden siliniyor.

Bir iki cılız tepkinin dışında bir şey yok. Ortada bir terslik var, ilköğretimin, ortaöğretimin birçok sınıfında Türkçe, edebiyat, sosyal bilgiler ve tarih derslerinde işlenen milli destanları, milli eğitimden geçen bu nesiller sahip çıkmıyorlarsa ya ders verenlerde ya ders alanlarda veya her ikisinde büyük noksanlıklar var.

Eğitimin önemini inkâr eden yok. Fakat eğitimin tam anlamıyla yapılabilmesi için yollar muhtelif. Herkes kendisine göre bir yol seçmiş vaziyette.

Ayvaz bey, Erol Güngör’le ilgili incelemesinin bir yerinde,

“Halkın,. Kendi çocuklarını kendine bağlı olarak muhafaza edebilmesi, bu noktada en mühim meseledir ki bu da eğitim sisteminin milli ve demokratik bir bünyede işlemesine bağlıdır.”.

Mantık yerinde tespit doğru ama bir doğru daha var. Ecevit’in milli eğitim bakanları, 80 öncesinde okullardan, kitaplıklardan, hatta resmi kurumlarının bütününden tarihi tabloların asılı bulundukları yerlerden nasıl kaldırılıp depolara attırdıklarını en iyi bilenlerin başında Ayvaz Gökdemir geliyordu. O buhranlı yılların kitabını kendisi yazmıştı. O gün bu sosyalistçe uygulama millet, milliyetçi düşmanlığına dönüşmüştü. Milli devlet, milli tarih, milli edebiyat ve din düşmanlığı. Bu düşmanlığın adını “devrimcilik” koymuşlardı.

Aradan bunca sene geçti iki binli yıllara geldik. Siyasetlerini İslamcılık üzerine kuran bir kadro 2002’nin Kasım’ından beri iktidardadırlar.

Türklük, Türkçülük, milli milliyetçilik ilgili ne varsa, onları tahrip etmek için ellerinden geleni geri koymuyorlar.

Geçenlerde, Milli Eğitim Bakanı, bazı çevrelerin çocuklarımızı milliyetçi veya ulusalcı bir eğitimden geçmesini istiyorlar. Bu çok yanlıştır. Biz çocuklarımızı demokratik ve küreselci bir eğitimden geçirmeye çalışıyoruz.” diyordu.

Bağlı bulunduğu kuruluşu yürütmek ve işletmekle yükümlü olduğu Milli Eğitim <temel <kanunu ve Anayasamız başta bakan olmak üzere bakanlık kadrolarının öğretmenler dahil, milliyetçi olmalarını emretmektedir.

Milli Eğitim Temel Kanunu’nun mesela 2. Maddesine bakacak olursak özetle;

1. Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek;

İktidar ve onlardan taraf olan çevreler “eğitim”in millisi mi olur demeye çoktan başladılar. 

Ergenekon adını, belalı, kirli, kanlı olaylarla bir arada anmak, Türk tarihine ve manevi değerlerimize karşı bir suç değil midir? Bu anılmaya karşı çıkması gereken ilk kişiler arasında eğitimden sorumlu bakan Hüseyin Çelik’le Kültür Bakanı Ertuğrul Günay değil mi?

Demokratikleşme, küreselleşme politikalarıyla eğitimin “milliliği” her geçen gün biraz daha yitirilecek, Türkçü olarak bu güne kadar ün salmış, hala adı Türk olan bir derneğin başkanı olup bitenleri, “Türk ruh köküne dönüş” olarak nitelendirecek…….garip, acayip, dramatik, hatta trajik komik.

Korkarım ve endişe ederim ki, bu dernek önümüzdeki süreç de Cumhurbaşkanını Bilge Kağan, başbakanı da Oğuz Kağan veya Sultan Alparslan ödülleriyle ödüllendirecektir.

Ergenekon iki dirilişin, varoluşun, ayağa kalkışın adı değil mi? İlki Orta Asya coğrafyasında, ikincisi Anadolu’da cereyan etmedi mi? Türk istiklalinin Türk varlığının sembolü olan Ergenekonu manasını, mahiyetini yozlaştırıp gözden düşürmenin adı Demokrasi ve Şeffaflıktır.

Özcan Yeniçeri, Yeniçağ’da (19,08,2008) Ergenekon’la ilgili olarak yazdığı yazıda;

“Kelimelerin,  deyimlerin, efsanelerin, masalların ve ideallerin yenilgisi aslında halkın yenilgisidir. Bireyler için olduğu kadar toplumlar içinde rüyalar, hayaller, ütopyalar, masallar, mitler, destanlar büyük değer taşır.”

**********

“Türk milleti büyük millettir. Bunun nedeni de büyük destanlar yaratabilmiş yani köklerinden beslenebilmiş bir millet olmasıdır.”

Milletin büyüklüğü hususunda tereddüde düşmemle beraber genellikle büyük ve soylu bir millet olduğuna inanmaktayım. Rahmetli Ayvaz Gökdemir, inanç tazeler gibi; “Devletimizin sağlam temellere dayanmıştır. Her sarsıntıyı mutlaka atlatır.” Derdi. Ümitli olmak, güvenmek ve inanmak bir zorunluluktur.

 

22 Ağustos 2008-Dörtyol

 

Şair Mehmet Çınarlı “Alın Yazısı” şiirinde:

Doğduğumuz memleket bütün taştı, çakıldı;

Sert yoğrulmuş mayamız bizi dik başlı kıldı.

 

Dağ zirveleri gibi yücelikler diledik,

Bataklık kuşlarının bizden gözleri yıldı.

 

Yalana baş sallayıp susmasını bilmedik,

Huysuz, geçimsiz diye şöhretimiz yayıldı.

 

Ne görevi bırakıp çıkar sağladık, ne de

Değerimiz bilindi, çabamız anlaşıldı.

 

Bir çölde yapayalnız eriyip gitmedeyiz,

Sevildik yasaklandı, sevdik günah sayıldı.

 

Ayvaz Gökdemir’le arada bir ihtilafa düştüğümüz konular olurdu. Ben Fenerbahçeliydim. O Galatasaraylıydı. Fenerbahçeli olmamı, Galip Erdem’in tesiriyle zannederdi. Aslı öyle değildi ama Galip Erdem gibi Türkçülüğün büyük isimlerinden birinin Fenerbahçeli olması, olsa olsa bana tercihimin isabetliğini açıklamada kolaylık sağlardı.

Bizden bir önceki milliyetçi kuşağın Fenerbahçeli olmasında rahmetli Nejdet Sancar’ın bu kulüpte top oynamasının büyük etkisi olduğunu düşünüyorum.

Bu konuyu bizim evde seyrettiğimiz bir maç esnasında Galip Erdem’e sormuştum. “Fenerbahçe’nin dışında herhangi bir takım tutan milliyetçilerin çizgilerinde” gülerek biraz “Sapma vardır.” demişti….

Urfa’da bir eğitim semineri var. Bölgenin il ve ilçe milli eğitim müdürleri o seminerde bir araya gelmişler.

İlin milli eğitim müdürü açılış konuşmasını yapıyor. Urfa’nın tarihi, coğrafyası, sosyal ve ekonomik yönleriyle ilgili bilgiler verirken, sözü inanç ve kültür alanına gelince;

“Urfa bir peygamberler, sahabeler, veliler, evliyalar şehridir.” Demiş. Sonra da eğitimdeki sıkıntıları, problemi dile getirip konuşmasını tamamlamış. Ardından Mardin Milli Eğitim Müdürü ayağa kalkarak söz istemiş söz alınca;

“Müdür bey, Urfa’da bu kadar peygamber, veliler varken, eğitimde karşılaştığınız zorlukların, noksanlıklarını anlayamadım.”

Bizim orada bir evliya olsaydı yemin ederim, eğitimde bir tek problemimiz olmazdı, demiş. Kendisine şahitlik etmesi için Adanalı Mustafa Çığ’a dönerek,

“Hemşerim öyle değil mi?” diye sormuş, o da müdürü yalancı çıkartmamak için “Öyledir” diye tastik etmiş.

Bir Türkiye Tablosu

Turgut Özal, 1988 “La Turgure En Europe” adıyla Fransızca olarak Avrupa Birliğine başvuru dilekçesi olarak sunulan bir kitabı kendi imzası ile yayımlattı. İngilizcesi Yahudi asıllı İngiliz Türkolog Geoffer Levi sunum yazısı ile çıkan kitapta Özal,

“Bizi Türk sayarak dışlıyorsunuz bilin ki bizim Türk denecek bir şeyimiz yoktur, uygarlık adına neyimiz varsa hepsini Yunanlılardan aldık. Bizim kültürümüz Yunan kültürüdür. Oğlumun adı olan Efe bile Yunancadır. Avrupa Birliğine girmemiz için kültürel engel yoktur.

Türk kimliği yerine Osmanlı kimliğini öne çıkaran Özal, Osmanlı’da pek çok yöneticinin Türk olmadığını, altını çizerek örneklerle vurguluyor, biz tepemizde Türk olmayan yöneticilerin bulunmasını yadırgayan bir toplum değiliz.

Yadırgamış olsaydık Turgut Özal’ı başbakan ve Cumhurbaşkanı yapar mıydık?

 

26 Ağustos 2008-Dörtyol

 

Malazgirt ve Büyük Taarruzun yıldönümleri Yeniçağ’ın manşeti renkli bir savaş sahnesi, arka fonda M. Kemal Paşa ve diğer komutanlar var. Alta bir dikkat çekici başlık: “KAHPE BATIYI DİZE GETİREN ŞAHLANIŞ”

Kocatepe’den bir destan yazılmaya başladı. 9 Eylül’de İzmir’de noktası konuldu ve imzalandı.

İzmir kurtarıldı.

Kimden Yunan Ordusundan

Kaç yıl önce?

86 yıl önce, 26 Ağustos 1922

Turgut Özal’a bakarsanız çok büyük yanlış yapmışız…… Çünkü ona göre, “ … Bizim Türk diyecek bir şeyimiz yoktur. Uygarlık adına neyimiz varsa, Yunanlılardan aldık. Bizim kültürümüz  Yunan  kültürüdür. Oğlunun adı bile Yunancadır.

Yıllardan açık açık yazılıp konuşulan resmi makamlara rapor olarak sunulan İstanbul Merkezli Yakındoğu Federasyonu ve “Türk-Yunan Federasyonu” gibi iddialar.

Amerikan-İsrail kökenli bu stratejiler, Kurtuluş Savaşı’nın ne büyük bir hata olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan kimselerle konuşup yazmaktadırlar.

Abdurrahman Dilipak, Kadir Mısırlıoğlu gibi Türkiye Cumhuriyetini ve onun kurucusu Mustafa Kemal Paşa’yı düşmandan beter düşman görenlerin sayısı her geçen gün artmaktadır.

Kadir Mısırlıoğlu, “Fesi Türkiye Cumhuriyetine ve devrimlerine isyanı temsil ettiği için takıyorum. Kemal’in devrimleri tersyüz edilmeli. Osmanlı geliyor! “ diyordu. 5 Eylül 1992, Hürriyet

“Türk-Kürt Federasyonu” güncelliğini hiç yitirmiyor.

Osmanlı millet sistemine dönüş!...

Yeni bir kandırmaca, yeni bir intihar yolu. Veya Ortadoğu Birleşik devletleri,

Tek amaç: Türkiye Cumhuriyetini dağıtmak!

Büyük zaferin 86. Yıl dönümünde büyük bir heyecanla kutlayan Yeniçağ Gazetesinin çok değerli yazarı, Aslan Bulut köşesinde, büyük zaferin ve Cumhuriyetin ruhu ile yüzde yüz çelişen bir yazıyı kaleme almış:

“Yeni başkent İstanbul mu, Kudüs mü?”

Bu konuda okuyucularını uyarmak için yazmış.

Milliyetçiler, “Tek devlet, tek millet, tek vatan, !” ilkesine var güçleriyle sahip çıkarken, küreselciler ise, tek dünya devleti, tek Pazar ve tek dünya dini!” ABD-İsrail orjinli bir proje.

Yazarın çok önemli bir tespiti:

“İslâm tarihinde yalancı peygamberler, sapık tarikatlar vardır ama Amerika’daki Yahudi teorisyenlerin, İslâm’da reforma kalkışacağına, burada Türkiye’de elitler vasıtasıyla uygulamak isteğine ilk defa tanık oluyoruz. Bu stratejiyi “kaleyi içten fethetmek” diye de açıklamak mümkün.

 

ÜÇ ARKADAŞ

10 Temmuz 2008-Dörtyol  

“İnsanın önünde aşılacak yol pek kısa kalınca, daha yaşanabilecek günlerin sayısı azala azala sana yaklaşınca geçmişi düşünerek gözlerini geriye doğru çevrilmesinde büyük bir haz duyuluyor. Bu sayede arkadaşsız kalmış bir dünyada hayat uzatılmış oluyor.” “Galiba bunun için olacak ki genellikle yazarlar hayatlarının sonlarına doğru anılarını yazarlar.”  Halit Ziya Uşaklıgil, (İzmir Hikayeleri)

 

      12 Temmuz 2008-Dörtyol  

“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm

Ölümsüzlüğü tattık bize ne yakın ölüm.”

                                    Erdem Beyazıt

“Ölümden ne korkarsın

Korkma ebediyen varsın!”

                                        Yunus Emre

Ayvaz Gökdemir’le Kars’ta tanışmıştık. Sene 1967’nin sonu veya ilk ayları olabilir. İkimiz de askerlik yapmak üzere Kars’ta bulunuyorduk. Ben tank taburunda, o topçu alayında idi. Üçüncü bir arkadaşımız daha vardı: Nevzat Köseoğlu. Kader üç ülküdaşı bu serhat şehrinde, aynı görevi yapmak üzere buluşturmuştu. Önce ben gitmiştim sonra Nevzat Köseoğlu, en son Ayvaz Gökdemir Kars’a gelmişti. Rize Otelinde kalıyorduk.

Köseoğlu ile Gökdemir Ankara’dan birbirleriyle tanışıyorlardı. Onlarla yeni tanışan bendim. Ne kadar çabuk, ne kadar candan birbirimizi sevmiş, birbirimizle anlaşmıştık. Sonra ruhlarımız ezelden, ta kalu beladan beri birbirlerini tanımış sevmiş gibiydiler….

Aynı fikir ve his kaynaklarından beslenmiş arkadaşlardır. Dünyaya aynı açıdan bakıyorduk. Türkiye meseleleri ve çözümleri üzerinde ortak kanaatlerimiz vardı.

Aynı siyasi harekete ve düşüncelere sahiptik. Milliyetçilik ve ülkücülük ortak sıfatımızdı.

Mesai saati bitip sonunda otelde buluştuktan sonra Burhaneddin beyin Saray Pastanesine giderdik.

 

21 Temmuz 2008-Dörtyol

Ayvaz Gökdemir arkadaşımdı. Arkadaştan da ileri kardeşimdi. Şüphesiz ki aynı ananın, babanın çocukları değildik. Aynı Allah’ın kulları, ayın peygamberin ümmeti, aynı milletin çocukları, aynı vatanın evlatları idik. Aynı dili konuşuyor, aynı duyguları paylaşıyorduk. Aynı kıbleye yöneliyor, dünyaya Türk gibi bakıyor, olup bitenleri Türkçe okuyor ve Türkçe değerlendiriyorduk.

O bir dostu, o bir arkadaştı, o bir kardeşti. Bir elmanın iki yarısı gibiydik. Onun için vefatından sonra, yakın uzak yerlerden, ailesinin bir ferdi gibi bana başsağlığı dileğinde bulunmalar oldu….onları hiç yadırgamadım. Biz birbirimizi nasıl arkadaş kardeş olarak bilip davranıyorsak, başkaları da bizi öyle bilip davranıyordu.

Dostluğumuzun, arkadaşlığımızın mazisini sual edenler derim ki Kalu beladan beri.Mânâ aleminden madde âlemine, askerlik münasebetiyle tecelli etti. Vücut buldu.

Askerlik, ordu, Mehmet, Mehmetçik, gazilik, şehitlik ikimizin de tüylerini diken diken ediyordu. Biliyor ve iman ediyorduk ki, milletimiz ordu milletlerin en çok sap ve en çok dövüşeniydi.

Doğuşu bir kur kavga değildi. İlâ-yı kelimetullah ilke edinen milletimizin bir medeniyet mücadelesiydi. En son dinin en güzel eserlerini en doğru fikriyatını ve en doğru tatbikatını cihana göstermekti. Örnek alınacak bir hayat, örnek alınacak bir düzen kurmaktı.

Geçici de olsa mensubu olduğu ile övündüğümüz askerlik ocağının aynı zamanlar Peygamber ocağı olduğunun idraki içindeydik. Yurdun dürt bir yanından toplanıp gelen rütbeli, rütbesiz bu vatan evlatları ile birlikte talime çıkmak, ders görmek, nöbet tutmak, aynı havayı, ruhu teneffüs etmek insana yarı bir tecrübe, ayrı bir birim kazandırıyor. Hayatın bir başka safhasında benzer duyguları tatmak, benzer heyecanları yaşamak mümkün değildir.

Kars’a gitmeden öne rahmetli Türkeş’e veda etmek bir emri olursa almak için gittiğimde;‘ordu bir milletin özüdür, hülasasıdır. Kışlalarda, alaylarda bunları müşâhade edeceksiniz.” Demişti. Doğru bir görüş, gerçek bir tespitti.

Bu tespitleri Ayvaz Gökdemir İle, Nevzat Kösoğlu ile her akşam vazife dönüşü kalmakta olduğumuz Rize Otelinde yeniden yeniye yapardık. İnce tahliller yapar kendimizce doğru buluğumuz mantık ve yargılara ulaşırdık.

Saray pastanesinde Karslı sivil arkadaşlarla yaptığımız sohbetlerin tadına doyum olmazdı. Başta siyaset olmak üzere her konuyu konuşur, tartışırdık. Sohbetlerimizin müdavimlerinin başında avukat Yasın Bozkurt ile pastanenin sahibi Burhanettin beyle, kerestecilik yapan Alay bey gelirdi.

Her gece Milliyetçi Hareket Partisinin müteşebbis heyetini kurar, Rize Palas’a o mutlulukla uyumak için dönerdik. Bir sonraki akşam, müteşebbis heyetin dağıldığını esefle öğrenmiş olurduk. Bir türlü verilen sözler, alınan kararlar hayata geçirilmezdi. Garip fakat izahı olmayan bir durum. Daha doğrusu izah etmek istemediğimiz bir durum.

Saray pastanesindeki sohbetler şakayla, lâtifeyle karışık devam ederdi. O günün Türkiye’sinde “sol”un her türü, baskın bir şekildeydi. Örgütlüydü. Sesleri çok gür çıkıyor, diledikleri eylemleri diledikleri yerlerde, diledikleri zamanlarda yapabiliyorlardı. İktidarda AP’si vardı. Ama arkalarına CHP’yi alan sol, sendikalar da, öğretmenler arasında, üniversitelerde hatta liseli öğrenciler arasında yaygın ve güçlü bir durumdu.

Türkiye’nin en nazik meseleleri, en zayıf tarafları kaşınarak iltihaplı yaralar haline getiriliyordu.

Kars ’da o dönem (1967-69) CHP birinci partiydi. TÖS ise çok etkiliydi. Demokrasi ve özgürlük adına etnik ve inanç ayrılıklarını istismar etmekte, bölücülerle yarışır haldeydi.

Kars’ın sosyoloji  yapısı çok kırılgan ve nazikti. Bu tür politik görüşlerin zemin bulması için uygundu.

Saray pastanesinde sohbetlerin önemli konuları arasında vatanın, millet, devlet, ordu, gençlik, gençliğin eğitimi. Marksizm’in ve solun yarattığı gerginlik vb…..

Dört kişilik bir masada başlayan sohbetler zaman içerisinde büyüdü, uyandırdığı ilgi, şehirde duyuldu. Pastanenin asma katını kapladı. Sohbete katılanların sayısı arttı. Değişik mesleklerden, yerli yabancı bir çok kimse sohbet halkamıza katılır oldu.

Herhalde saray pastanesi ne bizden önce, ne bizden sonra böylesi sohbetlere bir daha şahit olmamıştır.

Bizim askerlik yaptığımız  1967-69 yıllarda Kars çok canlı, çok zengin bir şehirdi. Sözü sohbeti dinlenir kimseler vardı. Aşık geleneğini devam ettiren üç-beş şehrimizden biriydi.

Zenginlik kaynaklarının başında hayvancılık gelirdi. Süt ve sütten elde edilen yağ, peynir, özellikle kaşar üretimi halkın en büyük geçim kaynağıydı.

Kars’tan henüz Iğdır ve Ardahan ayrılarak il olmamışlardı. Dolayısıyla ticaret ve ekonomi canlıydı. Diğer illere toplu bir göç başlamamıştı. Hatta Rize, Trabzon gibi illerden Kars’a çeşitli alanlarda iş yeri kurup yerleşen aileler vardı.

Kaldığımız Rize otelinin sahipleri Rizeliydi. Kardeşlerden biri de fırıncılık yapardı.

Rize Palas’taki sohbetlerimizde en az pastanedeki kadar canlı ve etkili olurdu. Soğuk kıs gecelerinde gürül gürül yanan büyük kömür sobasının etrafında toplanışımız bende hep Faruk Nafiz’in Han Duvarlarındaki “han”ı hatırlatırdı.

Nevzat Kösoğlu ile Ayvaz Gökdemir otelin ikinci katında beraber kalırlardı. Kösoğlu pazar günleri yataktan çıkmadan, yorganın altında iki dizini bitişik nizamda diker, üstüne yazı makinesini koyar, tuşlara tek tek vurarak ağır aksak yazmaya başlardı. Yazılar da sohbetleri gibi derin ve muhtevalı konulardı. Daktilo merhum babasından kalmaydı. O makine bir sadakayı cariyeydi. Çünkü ondan çıkan yazılar milletin ilim, irfanına, dinine diyanetine hizmet ediyordu. İnançların yenilenmesine ve kuvvetlendirilmesine aracılık yapıyordu. Makine hayırlı olur da onu kullanan insan hayırlı olmaz mıydı. Babası için amel defteri Nevzat’tan ve onun yazdığı kitaplardan dolayı hiç kapanmayacaktır. Hüsn-i şehâdet sadece ebedi âleme göçüşün son merhalesi olan musalla taşıyla yani cenaze namazı ile sınırlı değildir. Hüsn-i şahadetten kıyamete dek devam eder, hatırlamalar rahmet dileklerine ve Fatihalara vesile olur.

Ayvaz Göktemir de Kösoğlu gibi hayırlı bir evlat, mümin mütevekkil bir kul, hazreti Peygambere aşk mertebesinde bağlı, onu en iyi anlayan ve anlatan bir kul. Milletimizin halis belir evladı. Okuyan, yazan, konuşan, düşünen bir evladı. Türk olmanın gururunu taşıyan Müslüman olmanın hamdını ve şükrünü eda eden bir dost, bir arkadaş.

Hayat, sağlık, evlâd ü iyal, mal mülk, makam, mevki vb. hep geçici, emanet olduğunun şuuru ve idraki içinde kendisiyle, Allah’ı ile barışıktı. Mütevekkildi. Her şeyin ondan geldiğini bilir, inanır, iman ederdi.

Büyüklerimizden kalma bir mübarek söz vardı. Hikmet yüklüydü. Üç kelimeydi ama mânâsı hem geniş, hem derindi:

“Allah var, gam yok!”

Eski medeniyetimizin bütün inceliklerini ve hususiyetlerinin ifade ediyordu.

Ayvaz Gökdemir  de Nevzat Kösoğlu  da bu inanışın iki değerli kalemi düşünürüydü. Onlarla sohbet insana her zaman yeni düşünme ve muhakeme zeminleri açardı.

Kars’ta ilk tanışmamızda, “bana seni eskiden beri biliyorum.”dedi. Salih adında Ernis Öğretmen Okulundan yüksek öğretmen okulunu giden bir arkadaşımız vardı. Benden bir sınıf aşağıdaydı. Canikli’ydi. Bir adı da Tımar olan bir bucaktı. Rahmetli babam orada nüfus memuruydu. Salih de oralıydı. Dolayısıyla arkadaşlığımız tatil aylarında da devam ederdi. Ayvaz’la yakından huyuyla suyuyla duygu ve düşünceleriyle tanıyınca, yemin billah ederek, “sen aynen Necdet Özkaya’ya benziyorsun.” Dermiş. Ondan dolayı Ayvaz Gökdemir yıllar öncesi adımı, sanımı duymuş. Yüz yüze tanışıklığımız ise Kars’ta nasip oldu. Takdir-i İlâhi. Kısa zamanda birbirimizi sevdik, arkadaş olduk, dost olduk. Dünya ve ahiret kardeşliğine inandık.

Ayvaz bizden evvel ahret yurduna göçtü. Ümit ediyor ve diliyorum İlâhi rahmete ve  gufrana nail olmuştur. Ondan kalan eserler ve aziz hatıralar bizim için teselli kaynağı olmuştur.

Yetim ve öksüz olmak her zaman insanı mahzun ve mükedder eyler. Dost yetimi, arkadaş öksüzü olmak ise insanda tesellisi zor bir acı ve gurbet duygusu uyandırır.

 

28 Temmuz 2008-Dörtyol

Ayvaz Gökdemir’ i merkeze alarak Kars’ta geçirdiğimiz günleri hatırlarken sevgili arkadaşımın ne kadar şakacı, latifeden hoşlandığını mizahı sevdiğini belirtmem lazım.

Günlük mahalli bir gazetede müstear isimle yazılar yazıyordum. O isimle yazılanları benim yazdığımı Nevzat da biliyor Ayvaz da….

20 Temmuz 1969’du. Apollo 11 aracı ile insanoğlu “ay”a ayak bastığı gün akşamında taburda nöbetçi subaydım. Bir başka nöbetçi arkadaş;

“Gece çok güzel, ay çok parlak gel benzinliğe, cephaneliğe doğru gidelim. Hem nöbetçileri kontrol eder, hem de yüksek bir yerden “ay”a bakarız. Belki yürüyüşü biz de görürüz.”dedi. çıplak gözle, hatta taburdaki dürbünlerle bile bunun mümkün olamayacağını anlattım ama, ikna edemeyeceğimi anlayınca onunla gittik ama, ay yüzünde hiçbir şey göremedik.

Bir gün sonra da bu olayı otelde anlatınca Nevzat da  Ayvaz da çok gülmüşlerdi. İnsanoğlunun aya gidişiyle ilgili yazdığım yazının başlığı ise “İmam mâni olmasaydı!” diye koymuştum.

Arkadaşlarım bu ismi çok zekice bulmuş, bir yenileşme veya batılaşma maceramızın kimi zaman açık, kimi zaman üstü kapalı olarak ifade edilen fikirlerin düşüncelerin kapsayıcı bir ifadesiydi. Demişlerdi.

Okullar tatil olunca Adana’da oturan eşim ve kızım Gülçin Kars’a iki yaz üst üste gelmişlerdi. Yani yaylaya çıkmışlardı. İlk geldikleri yazdı. Gelmeden önce iklim farklarını anlatarak Kars’a göre hazırlıklı gelmelerini belirtmeye çalıştım. Tren Kars istasyonuna girip durunca, gördüklerime inanamadım. Eşim de, kızım da Çukurova’ya göre giyinmişlerdi. Kars Haziranın ikinci yarısı olasına rağmen kıs günlerini aratmayan soğuk bir günü yaşıyordu. Benim üstümde askeri paltom vardı. Onlar kısa kollu ince birer elbise giymişlerdi.

Acele olarak kapalı bir fayton kiralayarak onları bir an önce kalacağımız otele ulaştırdım. Hasan efendinin odun sobasını yakmış, içerisini adam akıllı ısıttığını otaya girince anladık.

Gülçin odadaki yatakların birinin üstüne oturup biraz ısınınca birdenbire “anne babam ne kadar kocaman olmuş.” Dedi. bu söze çok gülmüştük. Aradan bunca sene geçtikten sonra aklımıza geldikçe hâlâ hatırlar ve güleriz.

Gülçin şimdi iki çocuklu, hukukçu bir anne, büyük çocuğu İrem önümüzdeki dönemde liseye başlayacak.

İkinci yazın sonunda terhis olacaktım. Adalet o yıl Kars’taki iklim şartlarına göre hazırlıklı gelmişti. O yaz Saray Pastanesinin sahibi Burhanettin Beyin ana cadde üzerinde bulunan Dörtyol ağzındaki büyük evinin arka tarafta avluya bakan kısının bize kiraya verdi. Onlarla bizim aramız bir bölmeyle kapatılmıştı.

İhtiyacımız olan kap kaçak, çatal bıçak, yorgan, yatak hepsi ama hepsi eşten dosttan emanet olarak alınmıştı. Sürahi olarak kullandığımız kap bir büyük rakı şişesiydi. Bu şartlar içerisinde bile zaman zaman Nevzat’la Ayvaz’ı akşam yemeğine davet eder ev ortamı içinde uzun süren sohbetler yapardık.

Nevzat’ın nöbetçi olduğu bir akşam Ayvaz’ı yemeğe davet etmiştik. O gün yemeğe komşumuz olan İmam Hatip Müdürünü de çağırmıştık.

Rahmetli Ayvaz, masaya koyduğumuz sürahi olarak kullandığımız su dolu rakı şişesini göstererek,

“Müdür bey, burada üçümüzden başka kimse yok. Bu akşam kafamızı iyice çekebiliriz.” Deyince müdür halden hale girerek, ne söyleyeceğini şaşırdı. Onun gösterdiği tepkiyi hiç unutmadık. Askerlikten laf açıldığında hep bu sürahi olayının hatırlardık başkalarına da bu olayı anlatır zevk alırdık.

Vefat etmeden bir-iki ay önce bir arkadaş meclisinde rahmetli bu konuyu anlatınca, dinleyenler “bunları yazmalısın” demişler. “Ben de yazılması gerektiğini düşünüyorum.” Diye cevap verdim. Onun yazdığını sanmıyorum.

Suyu rakı şişesinde görünce rakı zanneden müdürle kırk yıl sonra Dörtyol’daki yazlık evimizde  beni ziyarete gelen bakanlık müfettişleri arasında müdürüde  görünce çok şaşırmıştım.

“Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.” Atasözünün doğruluğu bir kere daha anlaşılmıştı.

Ayvaz Gökdemir, milliyetçi cephe olarak adlandırılan S. Demirel Hükümetinde Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğüne atanmıştı. Mayıs1975’ti. O genel müdür olduktan sonra taşrada görev yapan arkadaşları içind6e herhalde ilk arayıp Ankara’ya Bakanlıkta birlikte çalışmak istediği ilk isim “ben” oldum. Eşim, annem, kardeşlerim ve bazı arkadaşlarımla görüştükten sonra kabul ettim. Kabul etmekte biraz zorlandık. Çünkü Adana Kültür Derneği’nde çok yararlı çalışmalar yapıyorduk. Başkanlığı bırakıp Ankara’ya gitmek,

Bu faaliyetleri büyük çapta aksatacağı ihtimali vardı. Bir ihtimal de zaman içerisinde gerçekleşecekti. İşimizi, ailemizi, dostlarımızı, akrabalarımızı terk ederek tanımadığımız, bilmediğimiz bir şehre gitmek, orada her işe yeniden başlamak ne kadar zordu. Zorluğuna rağmen bakanlık merkez teşkilatında çalışmak, Ayvaz Gökdemir’le yeniden arkadaş olup birlikte çalışmak ayrı bir heyecan ve zevk veriyordu.

Eylül 1975’te Ankara’ya taşındık. Genel Müdür yardımcısı olacaktım. Bin bir zorlukla Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğünde bulunan bir şube müdürlüğü kadrosu bulundu. Oraya atamam yapıldı. Bu zorluklar, çıkartılan engeller arkadaşımın üzülmesine sebep oluyordu. Sabır göstermenin, tahammül etmenin zamanıydı. Biz de onu yaptık tek güvencemiz müsteşar olan Ahmet Nihat Akaydı. Nitekim onun çabası ve gayretiyle münhal bulunan kadro bulunmuştu. Genel müdür yardımcısı olarak atanacağımı düşünerek, Adana’dan ayrıldım. Şube müdürü olarak göreve başladım. (Zaman içinde verilen sözler tutuldu. O ayrı bir konu.)

Türkiye, Ayvaz Gökdemir’in o yılları anlattığı kitabına koyduğu isim gibi “Buhran” lı günleri, dönemleri yaşıyordu.

Buhranın merkezinde Milli eğitim Bakanlığı, Bakanlığın içindeki Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü hedefteki isim Ayvaz Gökdemir. Dostluklar, düşmanlıklar onun şahsında toplanıyordu.

Henüz otuz üç yaşındaki bir genç adamın bu kadar ağır ve sorumluluğu yüksek bir görevi gerilimli, şiddetli çok fazla ortam ve şartlarda tahammül etmesi çok zordu… Adeta “ateşle imtihandı.” Elbette ki günler hep kavgalı, gürültülü geçmiyordu. Sakin günler de sevinçli günler de vardı. O dönemleri bire bir dönüp anlatacak değilim.

Elimdeki kitap “Buhranın Kaynağında” o dönemlerin hikayesidir.

Kitabın 7 Mart 1980’de bana imzalayarak vermiş.

“Yarcan beraberim Necdet Bey’e çilesini ve şerefini bir birlikte paylaştığımız bir hizmet devresinin hikayesinden birkaç sayfayı saygı ve sevgiyle.”

Aradan yirmi sekiz sene geçmiş.. Ayvaz’ın vefatından beş on gün sonra Vecdi Aksakal’la Nevzat Kösoğlu’nun bürosuna Ötüken’e gittik.

Sohbetimiz genellikle Kösoğlu’nun yeni çıkan Enver Paşa ile ilgili büyük hacimli kitabıydı. Konu Enver Paşa olunca Süleyman Demirel’le Ayvaz Gökdemir de söz konusu oldu. Çünkü Enver Paşa’nın kabrinin Türkiye’ye naklinde zamanın Cumhurbaşkanı Demirel ile o dönemde bakan olan Gökdemir’in iradesiyle oldu. Söz sözü açınca Gökdemir’in “Buhranın Kaynağında” adlı kitabından bahis açtım. Vecdi Aksakal kitabı bilmediğini beyan etti. Kösoğlu kitabı ilk çıktığında eni konu okumuştum. Ayvaz kitapla ilgili düşüncelerimizi sorunca,

“Bir genel müdür böyle bir kitap yazmamalı ama içinde öyle bölümler var ki, Türkçe ve edebiyat kitaplarına örnek metinler olarak konulacak güzellikte ve mükemmelliktedir.” Dedi. Bu söz doğru bir tespittir.

Kitabı bir de bu gözle okuyunca gördüm ki değerlendirmesinde Kösoğlu haklıdır. Nevzat başka bir düşüncesini daha söyledi. Bildiğim, tanıdığım bir çok kelimenin kullanışını ve cümle içinde kazandığı anlamı ondan öğrendim. Dedi. Kösoğlu gibi bir çok kitabı, makalesi olan bir arkadaşımızın bu ifadeleri, Gökdemir’in Türkçeye ne kadar hakim olduğunu ve kelime hazinesinin ne kadar zengin olduğunu gösterir.

Kitabın önsözünden başlayarak önemli gördüğüm her satırın ve her cümlenin altını kırmızı kalemle çizerek bir kısım paragrafları da büyük parantezin içine alarak okumuştum.

“Önsözden itibaren altını çizdiğim cümleler içinden bir ikisine yeniden baktım:

“17.asrın hakim devlet adamı Koçi Bey, Sultan lV. Murad’a sunduğu meşhur ve marif risalesinin bir yerinde, “Aldırış etmemekle âlem elden gider.” Diyor. Bir başka yerinde, “Herkes Allah’ın tenbihine mazhar olmaz.” “ona göre anlayıp ibret almak lazımdır.” Hakimane ikazında bulunuyor.”

İbret almak mı, alınsaydı diyor Akif, “hiç tarih tekerrür eder miydi? “ tarih tekerrür etmekle kalmadı, çığ” gibi büyüyerek karşımıza çıktı. Dünkü “anarşi” dediğimiz hadise bölücülük olarak bir kürtçü akıma dönüştü. Hâlâ ciddi bir tedbir yoktur.

 

VE AYVAZ GÖKDEMİR

VE AYVAZ GÖKDEMİR

Necdet ÖZKAYA

Adana İmam Hatip Lisesinde Fevzi Uzun adında bir öğretmen vardı. Psikoloji öğretmeniydi. Rahmetli olduğu için ismini açıkça yazmakta bir sakınca görmedim.

Fevzi Uzun, orta boylu, tıknaz, saçı dökülmüş, ensesi kalın, mavi küçük gözlü bir adam, derecesini bilemediğim numaralı gözlük hep gözündedir. Sarışın renkli, kızdığı zamanlar, yüzüyle birlikte kel kafası da kıpkırmızı olurdu. Onu ilk defa görenler, öğretmenden ziyade güreşçiye benzetirdi. Esasında da güçlü kuvvetli bir adamdı. Onun Adana İmam Hatip’te öğretmenlik yaptığı dönemdeki öğrencileri ve öğretmen arkadaşları, Fevzi Bey’le  ilgili hikayeleri henüz unutmamışlardı. Hikâyeleri dolayısıyla rahmetlinin ruhu sık sık şâd olmaktadır.

Ona “baba” lakabını kim niçin takmıştı doğrusu bilmiyorum. Çünkü ben Milli Mensucat Ortaokulundan İmam Hatib’e geçtiğim zaman O okulda öğretmendi ve baba unvanıyla anılıyordu. Muhtemelen ona “baba” lakabını okulun beden eğitimi öğretmeni Nafiz bey takmış olabilir. Çünkü olabildiğince şakacı ve nüktedan bir adamdı. Fevzi beyle ilgili olan hikâyelerin ve kurguların yazarı ve mucidi oydu.

Senaryolarını kendisi yazar, kendisi yönetir, kendisi oynardı. Böylesine başarılı oyuncu ve oyun yazılarını ne yazık ki tiyatro, sinema ve edebiyat çevreleri keşfedemediler.

Fevzi Uzun, Gazi Eğitim Enstitüsünün pedagoji bölümünden mezun olunca Erzurum’daki Pulur İlköğretmen Okuluna tayin edilmiş. Devir DP devri. Başbakan Menderes. Tevfik İleri de Milli Eğitim Bakanı. Okulda birtakım olaylar olmuş. Galiba yemekle içmekle ilgili.  Konu bakanlığa intikal edince soruşturmak için müfettişler gönderilmiş. Tahkikatın sonucunda aralarında Fevzi Uzun’un da bulunduğu birkaç öğretmenin, öğretmen yetiştiren okullar dışında başka okullarda görevlendirilmesi makama teklif edilmiş makamca da uygun görülerek onanmıştır.

Fevzi Uzun’un iki üç yıl öğretmenlik yaptığı ve tadına doyamadığı öğretmen okulundan alınarak, ortaokullara ek dalı olan Türkçe öğretmenliğine atanmasını hayatı boyunca kabullenememişti. Değişen iktidarlara, değişen bakanlara rağmen öğretmen okullarına dönüp öğretmenlik yapabilmek için yaptığı başvuruların hiçbiri hüsn-ü kabul görmemişti. Çünkü görevden alınma kararı sadece müfettişlerin teklifine dayandırılmamış, ayrıca aleyhinde müdürler komisyonu da karar vermiş. Bir memur hangi şekil ve usulle göreve atanmışsa, aynı yolla göreve iade edilir. Fevzi Uzun’un atama ile ilgili kararın aleyhinde dava açıp açmadığını bilmiyorum. O dönemde yani ellili yıllarda idarenin iş ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olup olmadığını da bilmiyorum. Çok büyük ihtimalle, memurun genel kavramıyla kamu görevlerinin idarenin yaptığı iş ve işlem ve eylemlerle ilgili olarak idari yargıda dava açabilme hakkı 62 anayasasıyla getirildi. Yani 27 Mayıs askeri darbesi sonucunda…

“Baba”nın öğretmen yetiştiren okullarda öğretmenlik yapmak için gösterdiği ısrar, verdiği mücadele meslek aşkından ileri gelmiyordu. Köy enstitüleri (İlköğretim Okulları) kırsal kesimlerde açıldığı için, yatılıydı. Yöneticiler, öğretmenler ve bir kısım memurlar lojmanlarda kalıyorlardı.. Yani ev kirası, su elektrik ücreti de yoktu. Isınma da genel olarak parasızdı. Öğretmenler istedikleri takdirde üç ana öğün yemeğini de yemekhanede bedava yiyebilirlerdi.

Eli çok sıkı olan, para harcamaktan hiç hoşlanmayan rahmetli için yatılı ilk öğretmen okulları biçilmiş kaftandı. Aylıklarının büyük bir kısmını bankaya yatırmak varken, şehirlerde ev kirası ödemek, elektrik, su parası vermek, yakıt masrafı yapmak. Fevzi Baba’nın her ayın başında psikolojisinin bozulmasına sebep oluyordu. Gerçi Adana İmam Hatip Lisesine atanmak suretiyle ruh sağlığı belli ölçüde düzelmişti ama gene de tam iyileşmesi için şartlar ve ortamlar tam elverişli değildi.

Haftanın her günü ve her öğününde okulda yemek yiyemiyordu. Ancak nöbetçi olduğu günlerde, üç öğün yemeğini yemekhanede öğrenciler için çıkan yemekle karnını doyurabiliyordu. En sevdiği işlerden birisi erzakın okul deposuna getirilmesi ve çıkartılması esnasında görevli olmasıydı. O gün onun keyfine diyecek olmazdı. Ama yatılı bir okul olmasına rağmen İmam-Hatip Lisesi, Fevzi Baba’nın bütün arzularına ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir konumda değildi. Çünkü en başta okulun öğretmenlerinin ücretsiz olarak oturacakları evleri veya daireleri yoktu. Her gün üç öğün de yemek imkânı maalesef mevcut değildi. 

Zaman zaman fırsat buldukça arkadaşlarla sohbet ederken, herkes bir şeyler anlatırdı. Ben de genellikle; Adana’da öğretmenlik yaptığım okullarda tanıdığım arkadaşlık yaptığım benzeri az görülen tiplerle ilgili hikayeler anlatırdım. Fevzi Uzun, Tarzan Kemal, Hasan Ozan sıkça sohbetlerimize konu olurlardı. Rahmetli Ayvaz Beyin en çok meslek hikayelerinden hoşlanırdı. O kadar çok anlatmışım ki bu öğretmenleri yüz yüze hiç görmediği halde çok yakından tanımış gibi olmuştu.

Bir gün Bakanlıkta ki odamın kapısı tak tak çalındığında başımı kaldırmadan  “Girin.” demem üzerine kapı açıldı. Odamın kapısı kim bilir kaçıncı kere açılıyordu bugün? İçeriye birinin girdiğini gördüğüm halde önümdeki bir yazının son paragrafını  okuduğum için başımı kaldırıp gelenin simasına bakmakta biraz geciktim. Zaten ortada olağanüstü bir durum da yoktu. Zira odamın kapısı her gün en azından yüz kere çalınır, tanıdık, tanımadık birçok insan derdine derman bulmak için içeri girer.

Başımı kaldırıp gelenin yüzüne bakınca bir de ne göreyim. Karşımda gözlüğünün arkasında mavi mavi gülümseyen Fevzi Uzun duruyor. Hemen yerimden fırladım. Onu büyük bir hasretle kucakladım. Oturmasını rica ettim, çay söyledim. Hal hatır sordum. Arkadaşlarla ilgili bilgiler verdi. Adana’yı anlattı. Ama ben bu arada Fevzi Beyin bunca masrafa katlanarak Ankara’ya niçin geldiğini düşünüyordum ki,

“Ayhan bey’in selamı var.” Dedi. Yanında getirdiği bir paketi bana uzattı. “Baba, nedir bu?” diye sorunca;

“Ayhan Bey Necdet Bey’e giderken eli boş gitme, ayıp olur demiş. Onun çayı ne kadar sevdiğini biliriz. Gel beraber Mısır Çarşısına gidip çok güzel birinci sınıf bir kilo çay alalım.” dedi. Ben de çayın lafı mı olur, bir kilo değil, binlerce kilo çay Necdet beye feda olsun dedim. Teşekkür etmeme kalmadan, elini içi cebine attı, birkaç  parça kağıt çıkartıp masanın üstüne koydu. Alıp, bakınca gördüklerime inanamadım..

Fevzi Bey, Devlet Dergisine bir yıl süreyle abone olmuş, diğer kâğıtta Adana Kültür Derneğine o günün şartları içinde, tabiatına aykırı olarak büyük miktarda bir para bağışında bulunmuştu.

Derhal anladım ki, vaktiyle Adana’da iken Fevzi Beye oynadığımız oyunun bir benzeri daha oynanarak ona para harcatmışlar. Baba bu kere, bizim zamanımızdaki kadar ucuz kurtulamadığını pahalı bir oyunun içine düştüğünü anlamıştım.

Ayvaz Beyi telefonla aradım. Fevzi Beyin Adana’dan geldiğini söyledim. Probleminin ne olduğunu zaten siz biliyorsunuz. Kendisini kabul ederseniz çok memnun oluruz. Bu vesileyle Fevzi Bey’i yüz yüze tanımış olursunuz.

Ayvaz Bey telefonda kem küm etti ama, bekliyorum demek zorunda kaldı. Fevzi Bey de çayını içtikten sonra ikinci kattan dördüncü kata çıkmak üzere odamdan ayrıldı.

Gerisini Ayvaz Bey’den dinleyelim:

O odadan içeri girmeden Ayvaz Bey personelden Fevzi Uzun’la ilgili dosyayı istemiş. Bir de ne görsün; dosya adam boyu kadar! Dosyaya hemen bakıp bir şey anlamak ne mümkün!

Fevzi Bey’i içeriye aldım. Oturttum. Hal hatır sordum. Ama telaşım devam ediyor. İsteği konusunda bilgi sahibiyim. Nasıl bir cevap verirsem vaziyeti kurtarırım diye, düşünürken, Fevzi Bey;

“Efendim, sadece sizinle yüz yüze tanışmak için geldim. Yoksa Necdet Bey ilgili şube müdürünün kısa süreli askere gittiğini dönüşünde bizim konuyu ele alıp halledeceklerini söyledi.” Deyince.

“Anladım ki Necdet Özkaya, Fevzi Bey’i bana gönderirken, yakamı kurtarmanın formülünü de belirterek göndermiş.”

O kadar çok rahatladım ki, hemen Fevzi Beye çay söyledim. Sohbete başladım. diye güle güle anlatırdı.

Dost, ahbap meclislerinde sırası geldikçe, “Bizim Necdet Bey, paratoner gibidir. Ne kadar antika adam varsa başına toplar. Başlar benimle ilgili gördüğü bildiği antika hikayeleri anlatmaya,

Rahmetli arkadaşımın adını komandoya çıkarttılar. Vefatından sonra da birkaç gazetede bu lakapla ölüm haberi yer aldı. Haberin bu şeklide verilmesine arkadaşları haklı olarak karşı çıktılar.

Komando için bir sözlüğe baktım. Portekizce bir isim olduğunu gördüm. Karşılığında da şunlar yazılıydı: müstakil çalışan ve hususi vazifeler gören, az sayıda görevliden kurulu askeri teşekkül. 2. Bir komando birliğindeki görevlilerden her bir.

Görüldüğü gibi, komando askeri edebiyatta küçültmek şöyle dursun, zor işlerin üstesinden gelebilen diye özel olarak yetiştirilmiş bir asker. Bir çok silahı rahat kullanabildiği gibi her türlü iklim ve arazi şartlarında görev yapabilen cesur, fedakarlık timsali bir asker…..

Ayvaz Göktemir’in elbette elinde silah vuruşmuyordu. Ama vatan, millet, devlet ve bütün mukaddes değerlerimiz uğrunda tam bir mücahitti, akıncıydı, ülkücüydü.

Ayvaz Bey gerçek bir aydındı. Bilgili, kültürlü, kalemli, kitaplı bir fikir adamıydı.

Reha Oğuz Türkkan O’nun için “Mütefekkir” tanımı yapmıştı. Bu Ayvaz Bey için yadırganacak bir ifade değildir.

Ayvaz Gökdemir, kitaplarından birinin adı ”Düşünce Tarihimizden Portreler” dir. İçinde ismi geçenlere baktım: Namık Kemal, Mehmet Emin Yurdakul, Mehmet Akif Ersoy, Ziya Gökalp, Yahya Kemal Beyatlı, Peyami Safa, Mümtaz Turhan, Erol Güngör……Erol Güngör’le birebir arkadaştık…

Bu isimler arasında Ayvaz Gökdemir mizaç itibariyle bana göre Namık Kemal’e benziyordu. Gerçi sağlığında aramızda böyle bir sohbet olmadı. Olsaydı herhalde iyi olurdu.

Namık Kemal’le ilgili bahiste kendimce önemli gördüğüm satırların altı vaktiyle çizmiştim. Onlara yeniden bakıyorum:

“Ne zaman Namık Kemal ismi anılsa, o anda gözlerimin önünden bir kahraman portresi belirir. Bu ismin biz Türklere hatırlattığı şeyler vatan, millet, hürriyet, istiklâl, hâkimiyet gibi yüce kavramlar ve değerlerdir.”

“Namık Kemal’de kalem adamlığı ile kahramanlık birleşmiştir.”

“…kendisine vasıta olarak kılıcı değil, kalemi seçmiş ve seçtiği silahı en yüksek bir haysiyet ve müessiriyetle kullanmasını bilmiştir. Asla esintiye göre yön değiştirmemiş, yağmur nereye yağarsa tarlasını oraya kaldırmamış, nabza göre şerbet vermemiştir. Asla satılık veya kiralık kalem olmamıştır.

“…Gökleri titretin en erkek ses onun sesidir.”

Namık Kemal ismini kaldırıp yerine Ayvaz Gökdemir adını yazarsak, mübalağa yapmış olur muyuz? Sanmıyorum.

Biri çıkar da ama Ayvaz Gökdemir şair değildi diyebilir. Ona da itirazımız olmaz. O zaman ben de o arkadaşa derim ki Ayvaz Gökdemir’in Öğretmen Okulları Genel Müdürü iken Mersin’de Eğitim Enstitüsü Müdürlerine hizmet içi eğitim semineri dolayısıyla yaptığı konuşmayı dinlediniz mi, o konuşmanın metnini okudunuz mu? O konuşmanın Türkiye çapında ne seviyede yankı yarattığının farkında mısınız?

O konuşmadan bazı bölümleri aktararak Ayvaz Gökdemir’in eğitimci ve yöneticilik yönünü de tanıtmak isterim;

“Önce gelen nesillerin, yaşlı nesillerin sahip oldukları bilgileri, değerleri, kültürü yeni yetişenlere aktarmasıdır.” Veyahut eğitim: “toyların yetkin hale getirilmesidir.” Eğitim, bir adam yetiştirme faaliyetidir.”

“Eğitim dediğimiz faaliyeti tayin eden en önemli faktör kültürdür. Kültür de bir cemiyete mahsus olan bir şeydir. Her milletin kültürü kendine mahsus orijinal bir varlıktır. O halde muhtevası millî kültürden ibaret olan eğitimi de mutlaka millî olmak mecburiyetindedir.

Eğitim faaliyeti için tayin edici bir başka faktör insan, maddesi ve ruhu olan bir varlıktır. İnsan, maddi imkânları ile sınırlı, manevi imkanlarıyla kabiliyetleriyle sonsuza açılabilen bir varlıktır. İnsan içinde ilahi bir cevher taşıyan varlıktır. Cenab-ı Hakk’ın “kendi ruhu” ndan üflediği varlıktır. Allah’ın bir parçası değildir ama sırrı Allah’a malum olan ilahî bir özü kendinde taşıyan varlıktır. Ahlâki varlıktır. Bu mahiyetiyle bize göre insan bir sayı değil, bir mahiyettir, bir kalitedir.

“…mukaddes kitabımız da İbrahim tek başına bir ümmeti, buyruğu vardır. İbrahim bir cemiyete tek başına çekirdek olabilecek hüviyette idi, demektedir. Milli destanlarımız arasında bir motif unsuru vardır: Türk soyu, son ferdine kadar kırılır, bir tek fert kalır ve sonra Ergenekon’da o bir tek fertten yeniden çoğalır ve yeryüzüne yayılır. Bunu da mukaddes buyruğun yanına ekliyorum…O halde bizim için insan tekrar ediyorum, milletimizin bütün manasını benliğinde taşıyacak maddi var oluş imkanlarını benliğinde, ferdiyetinde taşıyacak ve ebediyete taşıyacak ve ebediyeti ulaştırabilecek kimsedir.

Bu inancından dolayıdır ki, “en son ocak sönmeden, yani en son Türk ferdi yok olmadan, Türk istiklalini kaybetmez” oluyor. İstiklal  marşı şairimiz.

“Türk milliyetçiliği ile onun karşısında ve dışında bulunan sol ve materyalist görüşle aramızdaki en önemli, en köklü, en derin fark işte bu, insana verdimiz manadadır.

Türk eğitim sistemi içinde, insan yalnız maddi bir varlık değildir. Heyecanlı benzetmelerle ifade edilebilecek bir varlık değildir.

Biz aklı ile beraber kalbi ve vicdanı da olan bir medeniyete talibiz. Bizim geçmiş medeniyetimiz akıllı bir medeniyettir. Ama vicdanlı bir medeniyettir. Ahlaklı bir medeniyettir. İnsani bir medeniyettir.

Bugün bütün Türkiye ve okullarımız hususiyle bizim okullarımız – eğitim enstitülerimiz ve öğretmen liselerimiz birer ideolojik kavga mahalli haline gelmiştir. Öğretmen camiası, öğrenci camiası denilince herkesin eli birbirlerinin yakasında; kavga var!

Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Hukukun üstünlüğü esastır. Bizler de devlet memuruyuz, diğer vasıfları bir yana bir devlet memuruyuz. O halde bizim için asgari müşterek, devletin tercih ettiği kanunlarıyla, yönetmeliklerle tayin ve tesbit ettiği şeylerden ibarettir.

“Cumhuriyetin temelleri 1919’dan 1922’ye kadar devam eden mücadelelerle atılmıştır. Kanla yazılmıştır! Cumhuriyet’e yeniden temel vermek isteyenler-hiç temenni olunmaz ama bir milli mücadelenin külfetine katlanmış, eziyetini çekmiş ve şerefine ulaşmış olmalıdır.”

Milli Eğitim Temel Kanun’u

“Türk Milliyetçiliğinin temel olduğu telkin edileceği, edilmesi gerektiği söylendikten sonra bunun aykırısının yapılmayacağı da söylenmiştir. Devletimizin tercihleri bunlardır. Bunlar bütün memurlar için, bütün öğretmenler için eğitim, öğretim faaliyetine iştirak eden herkes için emirdir. Uyulması mecburidir. Bunu tartışmak bunların aksinin de olup olmayacağını gündeme getirmek hakkı kimseye verilmiş değildir.”

“Tespitler güzel, aynı güzellikte tatbikata intikal ettirememekteyiz.”

Öğretmen faktörü ihmal edilmemelidir.

Unutulmamalıdır.

Eğitim öğretim öğretmenle kaimdir.

“Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bir bütündür.

Buna rağmen,

“Türkiye Cumhuriyet’inin ülkesiyle ve milletiyle pek ala da bölünebilir olduğu meselesi” ülkenin gündemine getirilmiştir.

“Mekteplerimize, dershanelerimize kadar da girmiştir.”

Kahramanlık taslamaya, iddialı şeylere lüzum yoktur. Ama bilinmelidir ki, bütün varlığımızla sıfatımız, mevkiimiz ne olursa olsun Türk milletinin ve Türk devletinin bölünmesi istikametinde fikir ve eylem geliştirenlerin karşısında olacağız.

Devlet her şeyden mühimdir. Bizim anlayışımız içinde devlet bir gaye değildir, bir vasıtadır. Gaye milletin ebediyetidir. Milletin mutluluğudur. Ama bunu temin edecek temel vasıta da devlettir. Türk milleti, devletsiz olma ile yok olmayı aynı manaya almıştır. “Ya istiklâl, ya ölüm!” lafının başka manası yoktur. İstiklâl devletli olmaktır. Ölüm diye ifade edilen şey de devletini kaybetmektir.

“…Ateşi ellerimle tutuyorum! Vaziyet ben zan ve tahmin ettiğimden daha fecidir. Türk çocuğunun, Türk kızının, Türk erkeğinin yüzünde kaç perde varsa, hepsi birer birer yırtılmıştır.”

“…öğretmenimiz, Türk çocuklarını hırsızlardan, kültür hırsızlarından maneviyat hırsızlarından, devlet yıkıcılarının şerrinden koruyacak şekilde yetiştirelim.”

“Bu okullarda yetişenler “biraz bizden” olmayacaktır. Hep “bizden” olacaktır. Şahsî hukukumuzdan ahlakımızın anlayışımızın el verdiği kadar fedakarlık etme hakkına sahibiz. Fakat devletin hukukundan, milletin hukukundan, müsamahada bulunmak hakkı hiç kimseye verilmemiştir.”

“Kaynak okullar olması dolayısıyla öğretmen yetiştiren her derecedeki kurumu ilmî ve millî mahrekine oturtup ondan sonra da bütünü ile sistemi kurtarmak planındayız, kararındayız, azmindeyiz.”

Milliyetçi akıllı olmak mecburiyetindedir. Aptal adam milliyetçi olmasın.

Milliyetçi daima davasını omuzun da taşıyan adamdır. Davasının sırtına binen adamın bize lüzumu yoktur.

“Sıradan adam öğretmen olmayacaklar. Çünkü öğretmenlik özel bir ihtisas mesleğidir.”

“Hiç bir siyasi partinin başkanının ismi, resmi afişi, amblemi okullarımızdan içeriye suret-e kat’iyyede girmeyecektir. Bu hususa özel bir itina göstermenizi istiyorum.”

Asker değilim ama asker formasyonlu bir insanım. İnsan idaresinde, kalabalıkların idaresinde de, askeri prensiplere ne ölçüde yaklaşırsak o ölçüde rahat edeceğimiz, düze çıkacağımız inancı vardır bende. Ve nihayet, kâmil bir insan, tasavvufu yani kâmil insan olmayı bana şöyle tarif etmiştir: “Tasavvuf da, esbaba tevessül ve zahire mutlaka riayet edeceksiniz.

”2 Şubat 1976 tarihini taşıyan bu konuşmanın tam metnini okuduğunuz zaman, siz de benim gibi tarihinden başka hiçbir yönünün ve temas ettiği hususların hiç birinin eskimediğini göreceksiniz.

Ayrıca Ayvaz Gökdemir’in zekasının parlaklığını, muhakeme gücünün ne kadar sağlam ve yüksek olduğunu tespit edeceksiniz.

Ele aldığı konuların eğitimimiz için ne ölçüde hayati ve ehemmiyetli olduğunu şaşırarak okuyacaksınız. Çünkü yaşanan problemlerin hiç değişmediğini, azalmak şöyle dursun seneler içinde iyice arttığını, güç kazandığını görüp üzülecek, millet adına hayıflanacaksınız. Ayvaz Gökdemir gibi, iyi yetişmiş, alanında uzman, yüksek zekalı, cesur, kararlı, akıllı, özü sözüne uygun, temiz yürekli, temiz vicdanlı, ziyalı, vatan sever, milliyetçi, geniş ufuklu, muhtevalı ve tasavvur gücü yüksek olan idealist kimselerden yeterince yararlanamayan sistemi lanetleyeceksiniz. Onların hizmet görmesini engelleyenlerin ülkeyi hangi belalı ve tehlikeli uçurumlara getirdiğini esefle tespit edip, kahrolacaksınız.

Namık Kemal için diyordu ki,

“…her şeyden önce inancı için yaşamak, inancı ve kanaatleri için mücadele etmek; karşısındaki mutlak padişah otoritesi de olsa, inandığı, hakka dayanarak kudrete kafa tutmak seciyesindedir. Bu başlı başına ahlaki bir temel ve çok yüksek bir karakterdir.”

“Günümüzden 130-140 yıl önce, bir onun korkmayıp kafa tuttuklarına, bir de bugün korktuklarımıza bakalım. Durum çok daha iyi anlaşılır. Ne müstebid, ne de dalkavuk biter. Bu sebeple bu emsal bizim için çok kıymetlidir.”

Ölümünden hemen sonraydı. Henüz cenazesi kalkmamıştı. Uğradığımız kayıp için ağlaşıyorduk. Sevgi hanım eşinin meziyetlerini gözyaşları arasında sayıp duruyordu; en çok tekrar tekrar söyledikleri hususiyetleri arasında cesareti ön plana çıkıyordu.

12 Eylül askeri müdahalesi olduğunda ben de Ayvaz Bey de bakanlık müşaviriydik. Bir müddet sonra görevlerimizden alınarak, okullarda öğretmen olarak görevlendirildik. “Meslekte aslolan öğretmenliktir.” Kanun hükmünü insafsızca uygulamışlardı. Beni, Demirlibahçe Ortaokuluna, onu da İmam Hatip Okuluna vermişlerdi.

Kimse daha önce gördüğümüz hizmetleri, görevleri ve müktesebatımızı göz önüne almamıştı.

Başta bakanlık ve müsteşarlık olmak üzere önemli yerlere ve görevlere askerler getirilmişti. Bir kaçı hariç diğerleri emekli subaylardı.

Askeri idareye boyun eğenler, el etek öpüp ağlayıp sızlayan arkadaşları o dönemde bakanlığa bağlı yüksek meslek okullarına atandılar. Bize benzeyen bir iki kişiyi daha Ankara’nın ortaokullarına gönderdiler.

O zamana hakim olan anlayış ve zihniyete göre devleti, rejimi tehdit eden unsurların biri de İmam-Hatip okulları ve kuran kursları geliyordu. Onun için bu kurumların denetimi ve gözetimi önem kazanmıştı.

Teneffüs saati, her okulda olduğu gibi teneffüslerde öğretmenler öğretmen odasında otururlar, çaylar içilir, sigaralar yakılır. İkili üçlü sohbetler yapılır. On onbeş dakikalık bir zaman dilimi.

Ayvaz bey de birçok meslektaşı gibi bir iki arkadaşı ile sohbet etmektedir öğretmen odasında. Yanından hiç ayırmadığı, eksilmediği çok sevdiği arkadaşından derin nefesler çekerek konuşmaya devam etmektedir. Birden kapı açıldı. Arkada okul müdürü önde üç dört sivil… baskın tarzında içeriye girerler.

“Biz bakanlıktan geliyoruz, dolaplarınızı açınız görmek istiyoruz.” Dediler.

Şaşırdım diyor Ayvaz Bey. “Dolapları hangi maksatla ve ne için görmek istiyorsunuz? Hangi yetkiyle ve neye dayanarak dolapları kontrol edeceksiniz?” diye sordum.

Sonradan albay olduğunu öğrendiğim birisi;

“Oooo! Ayağa kalkmadığın gibi, üst üste attığın ayaklarını bile indirmiyorsun! İstifini bozmuyorsun! İnsan “üst”lerine karşı böyle mi davranır? Dedi.

“Hiçbirinizi tanımıyorum. Amirim olduğunuzu da sanmıyorum. Zira bizim hiçbir amirimiz sizin davrandığınız gibi davranmaz” dedim. “Ne dolabımı açarım. Ne sigaramı söndürürüm.” Dedim.

Başta okul müdürü olmak üzere öğretmen arkadaşlar bu sert muhaverenin sonucunun nereye varacağını ayakta merakla beklerken zil çaldı. Derse gitmek zorunda olduğumuz için biz ayağa kalkıp sınıflara yönelince onlar da dışarı çıkmak zorunda kaldılar. Çıkarken bana,

“Yarın seninle sabah saat 10.00’da bakanlıkta özel kalemde görüşelim,”dediler.

Bir gün sonra Ayvaz beyle beraber bakanlığa gittik. Erkut Özel Kalem Müdürüydü. Önce onunla bir sohbet ettik. Sonra o iki albaya Ayvaz beyin geldiğini haber verdi. Ayvaz bey dışarı çıkıncaya kadar, ben Erkut’la sohbete devam ettim.

Ayvaz bey dışarı çıkınca canı sıkılmış, suratı asılmıştı, ama korkmamış, yılmamış, ezilmemişti. Olur olmaz bahanelerle insanların tutuklanarak cezaevlerine konulduğu, sıkıyönetim dönemini yaşıyoruz. Arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu Mamak askeri cezaevinde. MHP ve ülkücülerin mahkemesi bütün acımasızlığı ve şiddetiyle devam ediyor.

Milli Eğitim Bakanlığında görevlendirilmiş, biri havacı diğer topçu albayına, bir edebiyat öğretmeni hem de öğretmenler odasında öğretmenlerin yanında karşı çıkması ancak Ayvaz bey gibi cesur insanların işidir.

Bu olaydan, bir zaman sonra Ayvaz bey öğretmenlikten istifa ederek ayrıldı. İstifa etmesinin albaylarla olan tartışması tek başına bir sebep olmayabilir. Genel Müdür olmadan Gazi Eğitim Enstitüsünde yıllarca edebiyat öğretmenliği yapmış bir elemanı bakanlık müşavirliği görevinden alıp imam-hatip lisesinde öğretmenliğe atamanın insafla, mantıkla izahı olabilir mi?

Müstebitlere boyun eğmeyerek görevinden istifa eden Ayvaz Gökdemir’in tavrı ben de Namık Kemal’i hatırlatan bir davranış olmuştur. Hak duygusu, namus ve irfanından başka sermayesi olmayan Ayvaz Gökdemir bir müddet sonra Türk Ansiklopedisi çalışmalarına başladı.

“Ama bilinmelidir ki; bütün varlığımızla-sıfatımız, mevkiimiz ne olursa olsun-Türk milletinin ve Türk devletinin bölünmesi istikametinde fikir ve eylem geliştirenlerin karşısında olacağız.” sözleri, bende Namık Kemal’in;

 

“Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin

Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten!”

 

Benim gibi bütün arkadaşları da şahittir ki millet yolunda Ayvaz Gökdemir de hiçbir gayretten cefadan kaçınmadı.

Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken’in özetleyişi ile; “Kemal İslâm-Türk geleneğine bağlı muhafazakâr bir meşrutiyetçiydi. Batı medeniyetini onun zihinciliğini, teknik ilerlemelerini, siyasi devrimlerini benimsiyor. Bunlarsız yaşama gücünü yaşama gücümüzü kaybedeceğimize inanıyor, fakat kendi varlığımızdan, Türk-İslâm tarihinden kuvvet almadıkça bu yeni medeniyete maymun taklitçiliği ile gidemeyeceğimizi de biliyordu.”

Kemal, ismini kaldırıp yerine “Ayvaz” adını koyduğumuz taktirde onu tanımlayıp tasvir etmiş oluruz.

Bir ramazan günü öğle vakti Ayvaz Beyle birlikte namaz kılmak için Kurtuluş Camiindeyiz. Vaaz bitmek üzere olmalı ki vaiz dua kısmına geçmiş.

“Dünyanın dört bir yanında, özellikle Filistin Müslümanları gibi kan, gözyaşı, eza ve cefa içinde yaşayan halkların kurtuluşu için dua etmekte, cemaatte koro halinde amin demektedir. “

O sıralarda Ruslar Azerbaycan’a baskın yaparak girmiş. Hürriyet ve istiklâl için meydanları doldurun, azatlık isteyen on binlerce Azeri üzerine acımasızca tanklar ve diğer zırhlı araçları sürerek Bakü ‘de toplu kıyımlar yapmaktadır. Azeri halk korku ve endişe içinde ne yapacağını şaşırmış durumdu.

Hoca efendinin duasında Azeriler ve Azerbaycan yok. Oturduğu yerden kalkıp aslan kükreyişini andıran bir sesle,

“Hoca efendi! Hoca efendi! Türkler için niye dua etmiyorsun?” Diye sordu.

Camide bir an büyük ve derin sessizlik oldu. Şaşıran vaiz, korkmuş bir adamın tavrı içinde sönük ve bir cılız sesle ancak;

“Yaparız efendim! Yaparız!” Diyebildi.

“Öyleyse yapınız efendim! Yapınız! Diye yüksek ve öfkeli bir sesle cevap verdi. Ayvaz Bey” Şaheser bir medeni cesaret örneği göstermişti. Eminim ki camii yerine bir başka mekan da bu müdahale olsaydı Ayvaz beyin bu davranışına şahit olan topluluk onu ayakta alkışlardı. Aklımda kaldığına göre o gün bizimle birlikte Vecdi Aksakal ile Enver Yıldırım da vardı.

Türk milliyetçiliğinin geleneğinde Ayvaz Bey gibi ferdi cesaret örnekleri vardır. Namık Kemal, M. Emin Yurdakul, Ziya Gökalp gibi.

Rüştiye öncesi Mehmet Ziya Gökalp, bir tören esnasında herkes “Padişahım çok yaşa!” diye bağırırken O ”millet çok yaşa!” Diye bağırmıştır. Ayvaz Gökdemir’in ifadesiyle “devir istibdat devridir ve Sultan Hamid hürriyeti yıkıcı bir fikir olarak kabul etmekte ve hürriyetçilere aman vermemektedir.”

“Jurnalcilik, istibdat Devri’nin en tiksinti verici ahlâksızlığıdır ve maalesef çok yaygındır.”

Sevgili arkadaşımla arada sırada Abdulhamid’i ve dönemini tartışırdık. Çünkü o dönem ve dönemin padişahı Sultan Abdulhamid hakkında tarih son sözünü söylemiş değildir. Kimine göre Abdulhamid büyük adam, dönemi de bereketli, huzurlu ve mesut bir devirdir. Otuz üç yıllık saltanatı, bitmek üzere olan imparatorluğun ömrünü uzatmıştır.

Kimine göre de Abdulhamid kanlı, karanlık bir dönemin sembol ismidir. Özellikle hür fikirli hür vicdanlı, şahsiyetli aydınların zulüm gördüğü bir dönemdir.

Sorardık Ayvaz beyle birbirimize. O günleri yaşasaydık. Abdulhamid’in yanında mı, yoksa karşısında mı olurduk?

“Uzun uzun tahliller yapar, dönemin önemli olaylarını ve bunlar karşısında Abdulhamid’in tutumunu konuşur. Yaptığımız dönemin muhakemesi sonucunda her seferinde Ziya Gökalp’ten yana olurduk. Mehmet Akif gibi hürriyetten yana tavır alırdık.” Diye karar verirdik.

 

***

 

28 Şubat sürecinde Erbakan hükümetinin istifa etmesinden sonra Refah ve Doğruyol milletvekillerinin sayıları hükümet kurmaya yetmesine  rağmen  Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümeti Tansu Çiller’e vermedi. Mecliste milletvekili sayısı itibarı ile üçüncü sırada olan ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a hükümeti kurma görevini verdi. Doğruyol’dan istifa eden milletvekillerinin kurduğu Demokrat Türkiye Partisi Hüsamettin Cindoruk’un Genel Başkanlığında koalisyona dahil oldu. Diğer ortak DSP idi. Bülent Ecevit başbakan yardımcısı olarak partisini hükümet ortağı yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı DSP’ye verildi. O dönemi Milli iradeye aykırı olarak niteleyen her aydın gibi Ayvaz Gökdemir de çok rahatsızdı. Üstelik milletvekiliydi. Hükümet kurma hakkı elinden alınan DYP’liydi. Mağdur edilen sadece Refah-DYP yani Refah-Yol koalisyonu değildi. Siyasi entrikalar yolu ile iktidar Türkiye’de el değiştirdi.

Ayvaz bey, Düşünce Tarihimizden Portreler adlı kaleme aldığı kitabında, en son kişi rahmetli Erol Güngör’dür. Güngör bizim çağdaşımız olur. Şahsen tanıdığımız, fikirdaş, ülküdaş olduğumuz bir ilim adamıdır, akademisyendir. Konya Üniversitesine rektör olan rahmetli Erol Güngör’ü tebrik etmek için rahmetli arkadaşımız Ayvaz Gökdemir ile Konya’ya gittik. Önce rahmetli paşa ağabeyimiz Fikret Kılıçkaya’yı bulduk. Onunla birlikte üniversiteye rektörü ziyarete gittik. Bir Pazar günüydü. Konya’nın meşhur Meram Bağlarına o gün akşama kadar çok zevkli bir sohbet yapmış ve vakit geçirmiştik.

Ayvaz Bey’in yerinde tespit ettiği gibi Erol Güngör “Tıpkı Gökalp, Akif, Mümtaz Turhan gibi sessiz, az konuşup çok dinleyen fakat konuştuğu zaman da dinleten bir karekter. İlk bakışta soğuk görünen, gerçekte çok samimi, sıcak ve neşeli, duygu dünyası çok zengin bir adam. Beğendiği nüktelere, her türlü argoyu kullanır ve kaba da olsa bol bol nükte yapmaktan hoşlanır. Kendisinin anlattığı eğlenceli fıkralar da dahil patlamalı kahkahalar atarak gülerdi.

Konya gezimizi bir kere de rahmetli Ayvaz Gökdemir’in ağzından dinleyelim.

“Rektörlüğümün üçüncü dördüncü günüydü. Konya’da beraberdik. Meşhur ve mağfur “paşa”mız Avukat Tevfik Fikret Kılıçkaya, Necdet Özkaya ve Konya’dan daha birkaç arkadaşla birlikte bir öğle vakti Meram’a gidip oturduk. Az konuşan Rektör çok konuşan ve çok renkli bir kişiliği Fikret ağabey’le ilim, kültür, siyasi motifleriyle dokunan bir sohbet akıp gidiyordu. “Paşa”nın Beyoğlu sokaklarında Konya Ovasına kadar her yerde Yunus’la nasıl iyi geçinip koy kola yürüyebildiğini, buna mukabil Mevlana ile niçin geçinemeyip hep kavga ettiğini filan dinledik. Rektör: “Ne istiyorsun adamdan, 700 sene kavga etmek için ne sebebin var?” diyordu. Fikret bey “Çok hırçın Paşa! Celalli ve geçimsiz! Sebep ben değilim!” gerçekten bir kavga varmış gibi sebep ve mazeret sıralamaya çalışıyordu. Söz bir ara anayasa, insan haklarına filan intikal etti. Necdet Özkaya “Bizim anayasa komisyonu her şeyi okumuştur ama Allah bilir, Hz. Peygamber’in Veda Hutbesinden haberleri yoktur!” dedi. Bu Veda Hutbesini sen okudun, iyi bilin de mi?” deyiverdi. O sakin, sessiz ve mütebessim Erol Güngör, birden vücudundan elektrik geçmiş gibi titreyip doğruldu: ne diyorsun sen yahu, ben o mübarek metni belki bin kere okudum! Ve bilir misin ki o en kusursuz, o en büyük insanın mesuliyet şuuru karşısında ağlamadan okumaya muktedir değilim.” Dedi. Hem kendisinin, hem mecliste bulunan herkesin gözü dolmuştu.

“İslamiyet kitaplarda okunan değil, yaşanan bir hakikat olduğu ölçüde kıymet kazanacaktır. Biz onu bir sahabenin, bir velinin ve geçmişte herhangi bir kahramanın hayatından ziyade kendi hayatımızda görmeliyiz. Bu günün insanı, bu günün problemleri karşısında İslam ile yüz yüze gelmelidir.” Diyordu.

Ayvaz Gökdemir de bu konularda tıpkı Erol Güngör gibi düşünüyordu.

Kutlu Doğum Haftasının birincisinde Ayvaz Gökdemir’in yaptığı konuşmayı hatırladıkça gözleri yaşarmaktadır.

Erol Güngör’ün önemli düşüncelerini fikriyatına temel olan görüşlerini Ayvaz Gökdemir’in hülasa edici ve yüksek tahlil gücünün verdiği güven duygusu içinde okuyalım:

“Bize milli hareketin neden ibaret olduğunu ilk defa öğreten Ziya Gökalp olmuştur. Onun yetiştirdiği veya onun temel fikirleri etrafında yetişmiş olan nesillerdir ki bize bağımsızlığımızı kaybetme tehlikesinden kurtardı. Milli mücadeleyi hazırlayan ve başaran ve yürüten asker-sivil Türk aydınlarının büyük çoğunluğu o devrin Türkçü, şimdiki adıyla milliyetçi aydınlardır.”

“Türk milliyetçiliği üzerinde şimdiye kadar yazıları ve konuşmalarıyla bizleri aydınlatmış pek çok fikir adamımız vardır, fakat bunlar içinde düşüncelerine her noktada katılmamakla beraber benim önemli saydığım iki kişi bulunuyor; Ziya Gökalp ve Mümtaz Turhan. Bunların kuvveti sadece çok parlak birer zekaya sahip olmalarında değil aynı zamanda sosyal ilimlere dayalı bir milliyetçi görüşünü işlemelerinden ileri geliyordu. Ben burada yanı geleneği devam ettirmeye gayret ettim.”

Erol Güngör’ün devam ettirdiği geleneği Nevzat Kösoğlu, Ayvaz Gökdemir gibi milliyetçilerin takip ettiğini, günümüzde ise milliyetçi tefekkür dünyamızın en önemli kişisi ise, Nevzat Kösoğlu’dur. 

Ayvaz Gökdemir, Erol Güngör için “Mesleğinin bilgilerini ve metodunu Türkiye’nin meselelerine uygulayarak Türk aydınlarının dikkatine sunan bir bilgin-mütefekkirdir.

Ayvaz Gökdemir de Erol Güngör gibi “Milletimizin hüviyet değiştirmesi değil, kendine dönmesinde ve dünden bugüne intikal eden kültür mirasına sahip çıkmasında fayda görmektedir.”

“Halka dayanan bir modernleşme cereyanı, milliyetçi mütefekkirlerin altını çizdikleri çok önemli ilkelerinden biridir. Eskilerin deyimiyle düsturudur.”

Ayvaz Gökdemir’le Erol Güngör’ün fikir birliği ettiği konulardan bir de “demokrasi”dir.

Her iki de demokrasinin terbiye edici vasfını vurgulayarak şöyle yazmaktadırlar:

“Türkiye’de iyi kötü çok partili hayat memleketteki siyasi elitin yapısını da değiştirmiştir. Halk çocuklarının eğitim imkânlarına kavuşması ve bünyeyi zorlaması sayesinde idari ve siyasi kadrolar, eski devirdeki gibi birer aile işletmesi veya parti malı olmaktan çıkmıştır. Akrabalık yoluyla kapalı birer zümre halinde muhafaza edilen bazı meslek istisna edilse, Türkiye’de demokrasi içinde hizmet kadroları millileşmiştir. Halkın kendi çocuklarını kendine bağlı olarak muhafaza edebilmesi, bu noktada en mühim meselesidir ki bu da eğitim sisteminin milli ve demokratik bir bünyede işlemesine bağlıdır.”

Erol Güngör’ün aynı konudaki görüşü ise;

“Demokratik rejimin devam etmesi Türkiye’deki münevver zümrenin halka yaklaşması için de en sağlam ve emin yol olacaktır. Başarının ölçüsü halkın tasvibi olduğuna göre, bu tasvibi almak zorunda bulunanlar, halkı tanımaya ve onunla birlikte çalışmaya mecburdurlar. Bizim kanaatimize göre zaten Türk münevverinin politikada en büyük kusuru kendi milletini tanımamış olmasıdır."

“…. Münevverin yüksek mevkilere gelebilmesi için onu bu mevkilere getirecek olan liderleri tanıması ve onların beğeneceği tarzda hareket etmesi kafi geliyordu.”

Bu düşüncelere katılmamak mümkün değildir. Erol Güngör de Ayvaz Gökdemir de bu fikirleri kendi ve en yakın arkadaşlarının hayatlarının gözlemleyerek benimsemişlerdir. Ayvaz Gökdemir öğretmen okulları genel müdürü iken, rahmetli Hüseyin Sarı genel müdür yardımcısı idi. O günlerde günlük bir gazetede , yazı yazan rahmetli Ahmet Arvasi, demokrasinin faziletini anlatan bir yazısında;

“Demokrasi olmasaydı Eldelekli Hüseyin Sarı genel müdür yardımcısı olamazdı.”diye yazmıştı.

Ama demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak kabul edilen siyasi partilerin bünyesinde demokratik uygulamanın hemen hemen hiç olmadığını her gün her parti de çokça görmekteyiz.

Liderin karşısında kongrede herhangi bir partilinin genel başkanlığa aday olabilmesi bile pek mümkün olmamaktadır. Lider ve kadrosunun uygun görmediği bir kimsenin milletvekili adayı olması ve seçilmesi ise söz konusu olamaz.

Vali müsteşar, genel müdür, daire başkanı gibi önemli görevlere getirilenler için sicilleri ve hizmette gösterdiği başarı göz önüne alınarak atama yapılmamaktadır. Siyasi iktidarın görüşlerini benimsemeyin hiçbir memurun yüksek mevkilere getirmesi söz konusu olmamaktadır.

İl ve ilçelerde daire ve kurumların başına getirilecek olan kamu görevlileri için o ilin iktidar milletvekillerinin ve il ve ilçe başkanlarının olumlu görüşlerinin alınması usulü çok partili hayata geçtiğimiz günlerden bu günlere kadar devam edegelmiştir.

 

Atamalarda zaman zaman bir takım ölçüler, şartların aranması için çıkartılan yönetmelikler, uygulamada gene siyasi makam tarafından delinmekte veya zaman içinde tanınmayacak bir şekilde değiştirilmektedir.

Siyasi davranışlarda hep seçilmişlerin tavrı önem kazanmıştır. Daha dün TÜBİTAK yönetiminin oluşmasında başbakanın tek yetkili olması için kanun yürürlüğe girdi. Demokrasi içinde yeni bir şef diktatoryası veya seçilmişlerin hegemonyası.

Ayvaz Gökdemir’in Erol Güngör’ü anlatırken onun çok yakın arkadaşı rahmetli Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’nun şehadetine müracaat etmiş;

“Merhum Erol Güngör son yirmi yılın tanıdığı simalar arasında “bir yıldız” isim olarak başta gelmektedir.”

Ayvaz Gökdemir, çok beğenip takdir ettiği Erol Güngör gibi “Kesin şekilde halkçı ve demokrattır. Bunlarsız milliyetçiliğin olamayacağının ilmi idraki içindir.

Ayrıca demokrasi pratiğinin Türk milletinin refah ve saadetinde, milli kültürün inkisafında, vatanın imarında, devletin güçlendirilmesinde oynadığı rakipsiz müspet rolü kütün gerçekçiliği ile müşahade ve tespit etmiştir. Marksist cereyanın Türkiye için bir “Ölüm denemesi” olduğu yolundaki tespiti, milli düşüncenin bir bedahet hükmü ve üzerinde her an dikkatle durulması gereken bir milli gerçekliğimizdir.

“…. başarısında onun demokrasi devrinde ve öncekilere nasip olmayan bir hürriyet ……………….yetişmiş olmasının payı, şahsi kabiliyet ve meziyetlerinde en küçük bir indirim yapmaksızın ayrıca hesaba katılması gereken bir ehemmiyettedir.

Halk, millet, milliyetçilik, devlet, vatandaş, hürriyet, milliyet vb. Kavramlar, zenginlik,……v.s…..derken bir şeyin altını önemle çizelim. Çizerken de Erol Güngör’ün Osmanlı dönemini belirtirken kullandığı örneği aynen vereyim.

Van medresesindeki köylü çocuğu ile İstanbul’daki şeyhülislam aynı tip tahsilden geçerler ve köylü çocuğu bir gün İstanbul’a gelip şeyhülislam olur.

Mimarbaşı da olur, başbakan da olur. İslamköylü Süleyman Demirel’e gelinceye kadar kaç köylü çocuğu Osmanlıya veziriazam olmuştur!

Ayvaz Gökdemir, siyasete atılıp partinin kendi içinde hiyerarşisini ve bürokrasisini görüp yaşayınca,

Dost meclislerinde;

“Lidere, genel başkana karşı çıkılmaz. Onun iradesine rağmen bir şey yapılamaz.”  Sözünü münasip düştükçe söyler dururdu. Çünkü en ufak bir kımıldamanın nelere mal olacağını bizzat yaşayarak görmüştü. Önce G. Antep’ten kendi memleketinden milletvekili seçildi. Süleyman Demirel, Doğruyol’un Genel Başkanıydı. Seçimlerde G. Antep’te önseçim yapılacaktı. Ayvaz Bey önseçimden birinci çıktı. Ama delegenin iradesini genel başkan ve genel merkezdeki etkili bir çevre tanımadı. Mehmet Baltalı önseçime girmeden Antep listesinin başına getirildi. Çünkü zengin adamdı, paralı adamdı. Zor bela rahmetli arkadaşımızı H. Ali Demirel’in yardımı ile ikinci sıraya koydurtabildik. Kısmetinde varmış ikinci sırada olmasına rağmen seçilip geldi. Bir sonraki seçimde Kayseri’den, üçüncüsünde Erzurum’dan gelel merkez aday gösterdi.

Demokrasi denilen ve çok kutsanan mekanizma, ancak gerçek demokrat bir kültürde ve ancak o kültürü benimsemiş toplumlarda neşvü nema bulabiliyor.

An itibariyle ziyaretci sayısı:

60 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi