GİRİŞ

Çalışmak için ele aldığım bu şiiri seçmek için birçok sebebim vardı. Lisans Bitirme Tezi olarak Hüseyin Nihal Atsız çalışıyor olmama rağmen bu şiiri seçmemin nedeni oldukça farklı.

Herkes çocukluğunda tadını alıp bir daha asla vazgeçemediği şeylerle yaşar. Bu bazen bir yemek bazen bir oyuncak bazen bir anı bazen ise bir şiir olur. Hüseyin Nihal Atsız’ın “ Geri Gelen Mektup” şiiri; işte benim çocukluğumda tadı damağımda kalan ve hayatım boyunca başucumda duran her bir dizesini satır aralarına kadar bildiğim, o vazgeçilmez “şey”imdir.

Belki de bu şiir olmasaydı ben bugün burada bu çalışmayı yapamıyor olacaktım. Çünkü annem ile babamı birleştiren, tanışmalarına evlenmelerine vesile olan şey bu şiirdir. Farklı görüşten iki insanı aynı duygularda birleştirmiş birbirlerine karşı önyargılarını kaldırıp aşık olmalarını sağlamış, gönüllerindeki perdeleri aralamıştır.

Aslıhan KAYA 

Aslında fikir yazıları ve ideologluğu ile tanınan Hüseyin Nihal Atsız bu aşk şiirini oldukça başarılı yazmıştır. 

 

Ben bu şiiri her okuyuşumda başka âlemlere gidip geliyorum. Şiirin yazılış hikâyesine vakıf olduğumdan her seferinde Atsız iç dünyasına yolculuk ediyor onun ıstırabını içimde hissediyorum. Bu şiiri eğer hayatımda olmasaydı şu an hayatımın parçalarından birisi eksik olacak ve ben bunun farkında dahi olmayacaktım.

 

GERİ GELEN MEKTUP

 

Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden? 
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu? 
Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden? 
Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu. 

Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse; 
Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse; 
Herşey silinip kayboluyorken nazarımdan, 
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse... 


Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla, 
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla! 
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince 
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince 
Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım; 
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım. 

 

Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın, 
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın, 
Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin; 
Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin! 

Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden, 
Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden... 
Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı, 
Vaslınla da dinmez yine bağrıdaki ağrı. 
Dinmez! Gönülün, tapmanın, aşkın sesidir bu! 
Dinmez! Ebedi özleyişin bestesidir bu! 
Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı, 
Görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı. 

Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler, 
Tek bendeki volkanları söndürse denizler! 
Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma 'Kaabil' 
İmkanı bulunsaydı bütün ömre mukabil 
Sırretmeye elden seni bir perde olurdum. 
Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum. 

Mehtaplı yüzün Tanrı'yı kıskandırıyordur. 
En hisli şiirden de örülmez bu güzellik. 
Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur; 
Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik...


                                           Hüseyin Nihal Atsız

 

Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?

Bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?

Şairin daha ilk mısradan acı ve ıstırap içinde olduğunu görüyoruz. Benzetmelerle dolu iki dize ateş gibi bir ruh, alevden yapılmış gibi gözler ve yanardağ gibi içten içe kaynayan bir gönül.  Şiirin sorularla başlaması çok ilgimi çekti. Romanda Selim Pusat sürekli iç hesaplaşma ve bir şeylerin sebebini bulma karmaşası yaşıyor. Hatta bir yerde Selim Pusat Güntülü’ye  “Sen neden seversin?” diye bir soru soruyor. Güntülü tam olarak şu cevabı veriyor “Sevmenin nedeni olmaz Beyefendi. Biz önce sever, sonra neden buluruz.” Diyor ama şiirin ilk kıtası bizi sorularla karşılıyor. Yani bir neden arayışı.Bence bunun sebebi şu dediğim gibi Selim Pusat’ın ağzından yazıldığı varsaydığımız şiir Selim Pusat’ın aklındaki soru işaretleriyle başlıyor zaten bu 3 mısra dışında başka soru cümlesi görmeyeceğiz. Bir de bu şiirin sevgiliye yazılmış yollanmış bir mektup olduğunu unutmamak lazım. Mesela mektup yazmışsınızdır.  Mektuba şöyle başlarız değil mi? “ Merhaba sevgili kişi, Nasılsın? İyi misin? Beni sorarsan…”  İşte ben buradaki soruların bu amaçla sorulduğunu düşünüyorum.

 

Pervane olan, kendini gizler mi alevden?

Yine bir soru, yine benzetmeler ve bariz şekilde pervane ve alev hikâyesine telmih yapılmış. Şair kendisinin de pervane gibi, kendisine zarar verebilecek bir sevdaya kapıldığını söylerken bir yandan da bundan gocunmadığını görüyorum ben. Ben pervaneyim, senin sevdandan yanarım, ölürüm ama kendimi senden uzak tutamam gibi anlamlar çıkarıyorum.

 

Sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu.

Burada ben bir yakınma sezdim. Yani ben bu aşka dünden razı değildim ama sen öyle hoşsun ki zorla kendine aşık ettin anlamı çıkarıyorum.  Ama zorla tutuştu dediği için de bir yakınma olduğunu düşünüyorum.

Atsız aslında aşk şiirlerinde de çok sert ifadelere yer verir. Bir şiirinde “ Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın.” Diyor. Aslında tarzı bu. Ama bu şiirin bu ilk kıtasında Atsız’ın yine kendisine kıyasla oldukça naif davrandığını gördüm ama sadece burada. Buradan itibaren o sert, mutlak, haşin üslubuna ve sevgisine tanık olacağız.

 

Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse;

Yoğun ama çok da alışılmışın dışında olmayan, divan şiiriyle haşır neşir olan birilerinin çok da alakası çekemeyecek bir mübalağa sanatı var burada. Gün ışığı güneşten değil de sevgiliden alsa ancak o zaman günün bir rengi olabilirdi anlamı bir yana bir an için bu gerçek olsaydı ne olurdu diye düşündüm. Zannediyorum böyle bir olasılık olsaydı sevgiliden ışık alan günün rengi Atsız’ın şiirinden hareketle yeşil olurdu. Çünkü yeşil rengi Atsız’ın neredeyse tüm romanlarında karşıma çıkan çok baskın bir imge. Mesela romanlarda güzel kızların, gizemli ve güzel kızların, önemli Türk kızlarının göz renkleri hep yeşil olarak veriliyor.

 

Ay secde edip çehrene, yerlerde sürünse;

Lakin buradaki mübalağanın çok da alışıldık olduğunu düşünmüyorum. Atsız’ın üslubu şimdi şiirde yavaş yavaş kendisini göstermeye başlıyor. Dediğim gibi Atsız sevdiğini arşa çıkarırken yerdiğini de 7 katman aşağıya itebilen birisi bu aşırı mübalağa da üslubuna gayet uygun.  Sevgilinin yüzü öylesine güzel ki parlaklığıyla bilinen ay dahi onun yüzünün parlaklığı karşısında ona secde etmeli, baş eğmeli, kabullenmeli, itaat etmelidir gibi anlamlar taşıdığını düşünüyorum.

 

Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,

Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...

Aşktan gözü sevgiliden başka bir şey göremeyecek hale gelmiş olan sevgilinin artık görmek istediği tek şeyin sevgilinin yeşil gözlerinin nuru olduğunu söylüyor ama şurada bir sıkıntı var.  Yeşil rengine de İslamiyet’te de kutsallık atfedildiği gibi doğanın rengidir yeşil, verimliliğin rengidir. Ama Atsız da durum değişir. Az önce bahsettiğim bu güzel kızların gözleri yeşildir ama ağulu yani zehirlidir. Eğer bakarsanız ona kapılıp gidersiniz, sizi zehirler ve sonsuza dek aşığı yapar. Güntülü’nün Atsız’ın hayatında kim olduğu bilinmiyor ama yeşil gözlü olma ihtimali çok yüksek çünkü dediğim gibi Atsız hep o aşık olunası kızları yeşil gözlü çiziyor.

 

Ey sen ki, kül ettin beni onmaz yakışınla,

Ey sen ki, gönüller tutuşur her bakışınla!

Artık anlatıcı bir neden arayışından çıkmıştır. Asıl kısma gelmiştir. Onmaz kelimesi artık iyileşme ihtimali olmayan şeyler için kullanılır. Bu şiirdeki sevgili onmaz yakışı ve gönül tutuşturan bakışı olan birisi yani bunlar sevgilinin yani Güntülü’nün özellikleri. Fark ettiyseniz ilk mısrada kül ettin beni derken ikinci tarafta gönüller tutuşur diyor. Buradaki çoğul durumu yine dikkatimi çekti. Aşığın rakibi olduğu ihtimali geliyor aklıma ama romanda böyle bir duruma denk gelmedim.  Kül olan savrulur ve gider. Paramparça olur. Külleri toplamak isteseniz de bu pek mümkün olmayacaktır. Aşığın kendisinden ümidi kestiğini artık onanacak bir yarası olmadığı, savrulduğunu düşünüyorum ama bence bu durumdan pek de şikayetçi değil.

Bakış kelimesi burada da geçiyor. Dediğim gibi Atsız için önemli bir konudur bu bakış, yeşil gözlerin bakışı ve onların can yakan tılsımı.

 

Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince,

Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince,

İşte Atsız’ın aşkta da sevgide de aşırılığı dediğim olay bu.  Ben burayla beraber devam eden bir ölüm, öldürmek imgeleriyle karşılaştım.  Herhalde bir çehre uğruna ölmek ve bundan haz almak çok kolay bir iş olmayacaktır diye düşünüyorum. Buradan sevgilinin güzel zarif ama bir o kadar da katı ve acımasız olduğu izlenimine vardım. Hançer gibi keskin ama çiçekler gibi ince bir yüz… yani kimi zaman tebessüm eden ve belki bu nedenle şairin gönlünde ince çiçekler açılmasına sebep olan kimi zaman da kaş çatan hançer gibi bakışları, yüzü belki de sözleriyle şairi yaralayan birisi olmalı.

 

Gönlümdeki azgın devi rüzgârlara attım;

Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.

 Rüzgar ona kapılan her şeyi alıp bir daha getirmemek üzere götürür, şimdi ise şairin gönlündeki azgın devi alıp götürmüş lakin buradaki azgın devin ne olduğu konusu önemli. Selim Pusat’ın bu şiiri kara sevda sebebiyle yazdığını söylemiştim, eğer Güntülü ile fiilen bir yaşantı içerisine girmiş olsaydı  daha da fazla vicdan azabına düşecekti.  Bunu kendisi bir günah olarak algılıyor. Lakin gözlerini sevgiliden asla alamıyor. Fiilen olmasa da gözleriyle ona bakarak günah işliyor, lakin bu durumdan çok da rahatsız görünmüyor.

 

Gözler ki, birer parçasıdır senden İlah'ın,

Bir önceki mısra ve bu mısrada şairin bazı kutsal imgeleri kullandığını görüyoruz. İlah günah gibi. Daha önceki mısralarda geçen ölüm öldürmek imgeleriyle de birleştirdiğimde şairin bu aşkı ölümle bir tuttuğunu görüyorum.  Bu şiir bu mısra sebebiyle oldukça eleştirildi. Ama şairin ne kast ettiğini bilmek artık çok zor olsa da benim kanaatim bu aşırı mübalağanın Tanrı ve insan ruhu ilişkisine dayandığıdır. Sonuçta Tanrı insanlara kendi ruhundan üflediyse Tanrı’nın insandan insanın da Tanrı’dan bazı özellikler taşıması çocuksu bir bakış açısıyla çok da ilginç bir durum olmayacaktır.

 

Gözler ki, senin en katı zulmün ve silahın,

Yine göz imgesi. Zulmeden,vuran yaralayan gözler burada da karşımıza çıkıyor.

 

Vur şanlı silahınla, gönül mülkü düzelsin;

Sen öldürüyorken de, vururken de güzelsin!

İşte şiirin benim için en güzel yeri. Yıllardır divan şiirinde gördüğümüz gönül mülkü gönül ülkesi yine burada da viran durumda. Lakin bir komutan gibi bir hükümdar gibi olan sevgili şanlı silahıyla gelip vurursa gönül ülkesi eski haline dönebilir. Peki bu silah ne olabilir? Ben yine yeşil gözleri ve büyülü bakışları olduğunu düşünüyorum.  Bilhassa ikinci mısra olmak üzere bu iki dize aşka ve sevgiliye teslimiyetin çok güzel birer örneklerini oluşturuyor.

Atsız’ın aşkı savaş olarak gördüğünü söylemeyi buraya sakladım. O normal Davetiye adlı şiirinde “ Buyursunlar bizim için savaş düğündür.” Mısrasını yazmıştır. Bu kişinin aşkı da savaş gibi görmesi çok garip karşılanmamalıdır. Seçilen kelimeler gördüğünüz gibi hep savaşı çağrıştırıyor. Bilhassa kullanılan “p,ş,k,z,s” sesleri de bir savaş meydanında en çok duyacağımız sesler olacağından bu seslerin özellikle seçildiği kanaatindeyim.

 

Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,

Bir yüz ki, yapılmış dişi kaplanla hüzünden.

Sevgilinin yüzünden bu kez büyü taşıyor. Bu yüz öyle bir yüz ki bir dişi kaplanın yırtıcılığı ve sertliği bir diğer taraftan ise hüzünlü ve mağrur.

 

Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,

Vaslınla da dinmez yine bağrımdaki ağrı.

Romanda Güntülü’nün yaşını tam olarak bilmesek de Ayşe Pusat’ın öğrencisi olması sebebiyle 20’den fazla olmadığını biliyoruz. Tıpkı divan şiirindeki gibi bahar kadar güzel ve taze sevgili mazmunu burada da karşımıza çıkıyor. İkinci mısrada kavuşma ile de kara sevdaya çare olunamayacağı fikri de Fuzuli etkisi olabilir diye düşünüyorum. Çünkü Atsız’ın bir Edebiyat araştırmacısı, akademisyeni olduğu düşünülürse bunlar doğal durumlardır.

 

Dinmez! Gönülün, tapmanın, aşkın sesidir bu!

Dinmez! Ebedi özleyişin bestesidir bu!

Bu mısralar da teslimiyetin kanıtı olarak kullanılmış. Vuslatla dahi dinmeyecek olan bu büyük ağrının aslında aşkın sesi olduğu söylenirken şair aşkı tapınılacak bir şey olarak görmüş. Ve bu kez buslatın da dindiremediği bu aşk acısını sonsuza dek bitmeyecek olan bir şarkıya benzetmiş.  Sevgiliye sonsuza kadar kavuşamayacak bir aşığın özleminin şarkısı olarak nitelendirilmiş.

 

Hasret çekerek uğruna ölmek kolaydı,

Görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı.

Ukba ahiret olarak kullanılan bir kelime. Şair yaşamasının sebebini sevgiliyi görmek olduğunu söylüyor. Eğer ahiretten seni görebileceğimi bilsem senin hasretinle ölmekbana zor gelmezdi anlamına geliyor mısralar.

 

Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,

Tek bendeki volkanları söndürse denizler.

Mahşer günü dünyada hayatın biteceği gündür, ölüm motifini burada kullanmakla beraber bu kez ikinci plana saklanmıştır. Buradaki asıl mesele şiirin başından beri sevgilinin her türlü zulmüne boyun eğen teslimiyet gösteren ve bundan haz aldığını belirten şair burada şikayet içerisine girmiştir. Şiirin ikinci mısraındaki yanardağ benzetmesi ile buradaki volkan benzetmesi arasındaki paralellik göze çarpıyor. İçindeki volkandan yani yangın ve acıdan rahatsız olan şair artık sadece içindeki volkanın dinmesini istiyor. Burada mektubun sonuna doğru gelindiğinden sevgiliden bir cevap beklediğine umut ışığı aradığına işaret ediyor olabilir. Ben bunlara razı oldum ama sen de deniz olup bana yardımcı ol demek istiyor olabilir.

 

Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma "Kaabil",

Kabil’in tarihte bilinen ilk katil olduğu söylenir. Kardeşini öldürmüş ona ihanet etmiştir. En baştan beri eşi Ayşe Pusat’a ihanet ettiğinin farkında olan Selim Pusat’ın vicdanının sesinin şiirde bir mısralığına araya girdiği kanaatindeyim. Bir diğer taraftan Kabil kelimesinin kabul eden olduğu anlamına geldiği de düşünürsek burada hala sevgiliden gizlice bir işaret beklediği sonucuna da ulaşılabilir.

 

İmkânı bulunsaydı, bütün ömre mukabil

Sırretmeye elden seni, bir perde olurdum.

Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.

Şair eğer mümkün olsaydı seni yabancılardan gizlemek saklamak için bir perde olabileceğini, sevgilinin gezdiği yerde toprak olmak istediğini hatta bunun için elinde olsa tüm ömrünü bedel olarak verebileceğini söylüyor. Burada ben yine bir teslimiyet duygusu seziyorum muhtemelen mektupta sözlerini bitirmeye yaklaşan şair yine sevgilisine övme durumuna dönmüş.

 

Mehtaplı yüzün Tanrı'yı kıskandırıyordur,

En hisli şiirden de örülmez bu güzellik.

Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur;

Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik!

Şiirin son kıtasında yine bir Tanrı motifi ve yine bir karşılaştırma var. Hep uç noktalarda yazan Atsız için sevgilinin kutsallığını en iyi anlatmanın yolu onu Tanryla özdeşleştirmek çünkü dediğim gibi aşırı bir şair. En duygulu en güzel şiir bile sevgili kadar güzel değil ve bu güzellik gözle görülemez ancak onu kalple görmek mümkündür.

Şiirde baştan sonra aşk ve savaş paralelliği gördüm. Aşkı her mısrada daha da hırçınlaştıran ve hırçınlaştırdıkça bir taraftan nabzı düşürüp hüzün de ekleyen, sevgiliye asla ulaşılamayan ama bunu gam saymayan, sert, bazen aşırı ama oldukça etkileyici bir anlatım var. Bence dili oldukça sade açık anlaşılır aslında belki yorumlayacak pek de bir şey yok.  Ama benim dikkatimi çeken noktalardan biri de şu; şiir baştan sona” ben ve sen” üzerine kurulu, herhangi bir 3. Şahıstan bahsedilmediği gibi kara sevdasının farkında olan şair “Biz” zamirini de asla kullanmamış. Sevgiliyi hep kutsal kendisini hep aciz, yanmış, kül olmuş olarak resmetmiş.

Sonuç olarak şiir; Bir kara sevda şiiri. Asla kavuşulamayacak bir aşk öyküsü. Sevgiliden asla vazgeçmeyen, vuslat hayali de kuramayan ama içinde minik de olsa bir umudun olduğu bir adamın aşırı anlatımlarla süslenmiş mektubu. 

 

 

You have no rights to post comments

Köşe Yazarları


Annemin Ardından...
Cuma, 25 Ağustos 2023
...
TÜRK BAYRAMI: NEVRUZ
Salı, 29 Mart 2022
...

An itibariyle ziyaretci sayısı:

168 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi