Bak Postacı Geliyor-XII

Bu yazı Ayarsız Dergisi'nin Mayıs 2019 sayısında yayınlanmıştır

Geçen ay Ayarsız’ın bana ayrılan sayfalarını, Afşın’a Mektuplar”dan alıntılar yaparak tüketmiş; fakat sanki yazmak istediklerimin tamamını yazamamıştım, yani kısacası yazı, sanki eksik bir yazı olarak vitrinde yerini almıştı. Neden mi? Çünkü o yazının sonuna geldiğimde Nejdet Sançar’ın hayat hikâyesiyle ilgili birkaç satırı yazacak ne yerim ne dermanım kalmıştı.

Bu ayki yazıma başlarken takvim yapraklarının bana hatırlattığı 3 Mayıs Türkçüler gününden midir, yoksa yarım kalan işi tamlamak için içimde yanıp tutuşan sevdadan mıdır bilmiyorum yeniden Nejdet Sançar’a döndüm.  

65 yıllık bir hayat İstanbul’da başlar, İstanbul’da biter.  1 Mayıs 1910’da İstanbul’da doğar, 1935 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirerek edebiyat öğretmeni olur. Balıkesir'de görevli iken, 1944 yılının Mayıs ayında Türkçülüğe karşı başlatılan linç girişimiyle,  yirmi üç ülküdaşı ile birlikte tutuklanır. Tabutluk adı verilen zindanlarda arkadaşlarıyla birlikte çeşitli işkencelere maruz kalır. Bu vahşeti yaşayanlardan biri de Reha Oğuz Türkkan’dır. R. Oğuz Türkkan “Tabutluktan Gurbete”[1] adlı kitabında, “tabutluk” denilen yeri söyle anlatır:

Mahut tabutlukla teşerrüf etmiştim. Tevkifimizden aşağı yukarı bir ay sonra, 3 Haziran 1945 Cumartesi sabahı, benim ağzımdan uydurulan ifadeleri imza etmeyeceğimi söylediğim için “tabutluk” denilen deliğe atılmıştım.

İlk hamlede fazla bir acı duymadım. O küçük delik ışıl ışıl aydınlık içinde olduğundan tetkik zor değildi. Ne çare ki fazla kıpırdayacak halde değildim. İki kolumla tavandan sarktığım için ve ayaklarım da yere değmediğinden tetkikimi ancak başımı sağa sola çevirmek suretiyle yapabiliyordum.(…) işkence odasına 3 Haziran 1944 Cumartesi günü girmiş, 6 Haziran Salı günü çıkarılmıştım. Bu üç gün ve dört gecelik tabutluk ikametinden sonra deliğe ve mezara benzettiğim 18 numaralı hücrem bana cennet göründü.”

Evet, gördüğünüz gibi o günlerde Türk vatanında, Türkçüler böylesine garip uygulamalarla karşı karşıya kalmışlardı. O günlerde derken, bugünküler hallerine şükretsin gibi bir şey söylemek istemiyorum, sadece amacım bir zaman kavramını hatırlatmaktı. Neyse biz yazımıza dönelim ve bir hakkı teslim edelim. Dönemin Askerî Yargıtay’ı,  bütün baskılara rağmen 23 Ekim 1945’te Türk milliyetçisi, bu 23 sanığın haklarında verilen mahkûmiyet kararlarını bozmuş, tahliyelerine karar vermişti.

Nejdet Sançar da bu davada bir yıla yakın tutuklu kaldıktan sonra, uzun süren yargılamalar neticesinde aklanır. Fakat görevine hemen başlatılmaz.  

16 yaşındaki oğlu Afşın’ın ölümü üzerine, 1960 yılında üzüntüden felç geçiren ve uzun tedavilerden sonra; ancak kısmen iyileşebilen bu vatansever öğretmen 1962 yılında Afşın için Yeni İstanbul gazetesinde “Türk Gençliği Nasıl Olmalıdır?” konulu ödüllü bir kompozisyon yarışması düzenler. Ötüken dergisinde ise “Genç Türkçülere Mektuplar” yazı serisini yayımlayarak Türk gençlerine hayatları boyunca fayda sağlayacak birkaç konu üzerinde pratik yollar göstermeye çalışır. Irkına, vatanına ve ülküsüne hizmet etmek isteyen her Türk’ün bir büyük ihtirasla, bir sönmez ateşle yanması lâzımdır, diyerek mücadelesini sürdüren Nejdet Sançar 23 Şubat 1975’te vefat eder.

Istırap ve çile dolu bir ömrün sahibi olan Nejdet Sançar’ın ölümünün ardından ağabeyi Atsız, Ötüken dergisinin Mart 1975 sayısında bir yazı yazar ve der ki:

“Nejdet Sançar öldü demek, Türkçülük cephesi en iyi savaşan tümenini kaybetti demektir. Bu boşluğu ve ön saflardakilerin yıpranmışlığından doğan açığı ikinci, üçüncü sırada hedefe doğru yürüyenler dolduracak, yürüyüşe bir an bile ara verilmeyecektir.

Gerçek insan için hayat, savaştır. Biz bu dünyaya hayvanlar gibi zevketmeye değil, bir görev yapmaya geldik. Bu görev, dirliğimiz boyunca, son günümüze ve gücümüze kadar sürecek Türkçülük savaşıdır. Ölenleri toprak ananın kucağına, tarihin şeref yaprağına, Tanrı'nın esirgenliğine bırakarak Kızılelma'ya doğru ilerlemek olan Türkçülük savaşı…

Nejdet Sançar böyle öldü. Öldüğü gün, yazı makinesinde, ikinci ve geniş basımını hazırlamakta olduğu "Tarihte Türk-İtalyan Savaşları"nın bir sayfası takılıydı.

Belki kimsenin bilmediği acılar içinde yaşayan, yoksulluk devirleri geçiren Nejdet Sançar'ın kaybı, benim için bir kardeş kaybından daha ileri, bir ülküdaş kaybetmenin ızdırabıdır. Afşın, Nejdet Sançar'a karşı sırayı bozduğu gibi, Sançar da bana karşı sırayı bozdu.

Artık yalnız kaldığımız zamanlardaki bazen ciddi ve kederli, bazen şaka ile karışık konuşmalar bitti. Şimdi ben ona ara sıra içimden hitap ediyor, fakat cevabını alamıyorum.

Şu satırları, 1944 davasında Sançar'ın yaptığı savunmanın son cümlesiyle bitireyim:

Türk Irkı Sağ olsun...”

Atsız, ülküdaşım dediği kardeşi Nejdet Sançar için, bir de Ötüken dergisinin 1975 Temmuz sayısında  “Nejdet Sançar’a Ağıt”ı yayımlar:

Bütün ömrünce onun tuttuğu yol

Buzlu bir dağ, kavuran bir çöldü

Nice haksızlığa, kin darbesine

Feleğin kahrına yalnız güldü

Tüketip Türklük için varlığını

En metin ruh ile sessiz öldü.

 

Sessiz ölmek ya da bir “sessiz gemiye” binerek bu gelip geçici dünyadan, ebedi âleme göçmek, gidenler için nasıl bir şeydir bilinmez ama limanda kalıp gidenleri uğurlayanlar için ibret alınacak o kadar çok hikâye vardır ki anlatılmakla bitmez… Peki, ne yapılır? Genellikle Tevfik Fikret’in “Mersiye” sinde dediği gibi yapılır:

Sen de gittin, senin de arkandan

Ağladım, ağladım… Harap oldum!

 

Fakat Peyami Safa öyle yapmamış. 1961’ de Erzincan’da yedek subay öğretmen olarak görev yapmakta olan tek evladı İsmail Merve’nin ölüm haberini aldığında, ağlayıp ağlayıp harap olmamış. Aksine, bir tıp mensubu olmadığı hâlde, bir doktor gibi ölüm sebebinin ne olabileceği hakkında fikir yürütmüş. Ve fakat oğlunun ölümünden üç ay sonra, o da bu acıya dayanamayıp bu dünyaya veda etmiş. Gelin bu olayı, Peyami Safa’nın ölümün ardından arkadaşı Ayhan Songar’ın yazdığı, 18 Haziran 1961 tarihli “Peyami Safa’ya Mektup” başlıklı yazıdan okuyalım:[2]

 

Aziz Peyami Safa, Sevgili Üstad,

Dün akşamdan beri üç ay kadar evvel beraberce götürüp kabrine koyduğumuz sevgili oğlunuzun, Merve’nin yanındasınız. Sizi kaybettiğimiz günden sonra, sizin için tıpkı sağlığınızda olduğu gibi neler söylemediler, neler yazmadılar. “Zavallı Peyami…” bile dediler. Hani Edirnekapı’da değil de Şişli’de olsaydınız uzun uzun konuşurduk. Hiç aldırmazdınız böyle şeylere…

Dedim ki Üstad gitti, artık ne görüşmek ne de telefon etmek kabil, bari birkaç satırlık bir mektup yazayım eski hatıraları tazeleyelim:

(…)

Karım hastalanmıştı altı sene evvel. Bir türlü iyileşemiyor, hastalığı yenemiyordu. O sıralarda tatbik edilen Penicilinin hastalığı büsbütün artırdığını siz söylemiştiniz bana. Bir tıbbî makalede okumuşsunuz… Kestik, iyileşti idi. Ne geniş kültürünüz vardı, neler bilir, neler okurdunuz. Size zavallı diyeler düşünüyorlar mı ki asıl acınacak, hayıflanacak olanlar sizden, sohbetlerinizden mahrum kalan bizleriz…

Sonra neler oldu, değil mi?  Bir gün Merve askere gitti, sonra gene bir gün… Ne sıkıntılı gündü Allah’ım… Erzincan Askerî Hastanesindeki arkadaşalar telefon ettiler, “Merve’yi kaybettik” diye. Size acı haberi vermek vazifesi de bana düşmüştü. Hani hep anlatırdınız, meşhur fıkralar, askere bir hemşiresinin annesinin öldüğünü alıştıra alıştıra söylemesini emreder kumandanı… Kendimi o saf Mehmetçik yerinde gördüm o an… “Merve hasta imiş… Ama çok hasta imiş…” diye lâfa başladım, güya sizi alıştıracaktım aklımca… Ne demiştiniz, pekiyi hatırlayamıyorum, galiba Anlaşıldı, Merve’yi kaybettik Ayhan Bey…” gibi şeyler… Sonra gene hekimliğiniz tutmuş, uzun uzun arazları sormuş, ölüm sebebinin ne olabileceği hakkında fikir yürütmüştünüz.

Bir gün “Şu kapıdan çıktığın anda öleceğini kat’i olarak bilsen acaba korkar paniğe kapılır mısın?” diyordunuz… “Bilmem ki korkar mıyım acaba? Ama siz korkmadınız, hatta merek ederdiniz ne var öbür âlemde?” diye. Bütün şüpheleriniz, bütün meraklarınız tatmin olmuştur artık, biz gelince, bize anlatırsınız bol bol… O zamana kadar Allaha ısmarladık, sevgili Üstadım, nur içinde yat!”

 

Türk edebiyatının ve basının bu pek değerli kalemi o gün  “arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan geçerek”  o çok merak ettiği ebedi âleme doğru yürürken bu fani âlemde kalanlara “öldükten sonra benim gibi yaşamak istiyorsanız, ölmez eserler bırakınız.” der gibidir.  1914’te başlattığı yazarak yaşama serüvenini, bazen Server Bedi, bazen Peyami Safa olarak 1961’in Haziran’ına kadar sürdürmüş, geride bıraktığı eserleriyle de muhteşem bir anıt inşa etmiştir. İşte biz, bu anıtın üzerine altın harflerle, “çağımızın Türk mütefekkiri” diye yazsak, belki onun için çok az şey söylemiş oluruz; çünkü o,  Cemal Oğuz Öcal’ın  “Büyük Kaybımız” adlı şiirinde dediği gibi edebiyat ve düşünce dünyamızın zirvesindeydi.  

Ulaşmıştı sanatın, şöhretin zirvesine,

Kavuştu en nihayet sevgili “Merve” sine…

“Yalnızız” şimdi biz de “Canan” gibi, can gibi,

O eşsiz bayrak adam, Türklüğe kurban gibi…[3]

 

Evet, evlatların ve babaların hikâyesi diyeceğimiz, hüzünlü bir filmin sonuna yaklaşırken biraz daha geçmişe gidip edebiyatımızın bir başka ünlü kalemiyle sizi buluşturmak istiyorum:

 

Bu kalem, Recaizade Ekrem Bey’dir. Tanzimat edebiyatının “Zemzeme” sini ve edebiyatımızda ilk realist roman örneği olarak kabul edilen Araba Sevdası adlı eseri yazan kalemdir…  Bu romanın yer yer realist çizgilerle ve satir diliyle yazılan ana kahramanı Bihrûz Bey, yazarın yaşadığı devirde, İstanbul’daki genç insanlar arasında başlayan alafranga hayat özentisinin örnek bir tipidir. Yahya Kemal göre Ekrem Bey de karikatürize edilmiş haliyle biraz Araba Sevdası’ndaki Bihrûz Bey’e benzer.

 

Bihruz Bey’e benzemek, Batı’nın tesirinde görünmek Ekrem Bey’i anlatmaya yetmez o aynı zamanda acılı bir hayatın da temsilcisidir. Çünkü o, üç çocuğunu yitiren bir babadır.  Piraye, Emced ve Nijâd'ın ölümleriyle yıpranan bir yazardır. Fakat onu en çok üzen, derinden yaralayan, üstün kabiliyetli olduğuna inandığı 15 yaşındaki oğlu Nijâd’ın ölümü olmuştur. Nijâd'ın ölümüyle sarsılan, yıkılan üstad, onun hiç dinmeyen acısıyla neredeyse ömrünün sonuna kadar feryat etmiştir. Öyle ki 31 Ocak 1914'te vefat eden Recaizâde Ekrem, vasiyeti gereğince Küçüksu Mezarlığı'ndaki oğlu Nijâd'ın mezarının yanına defnedilmiştir. Bütün bu acılar, onu ağlayan, ince ruhlu ve içli bir şair de yapmıştır. Şiirlerinde, sık sık, "varlık, ölüm, dünya ve hayat" gibi metafizik problemlere değinmesinin ana sebeplerinden biri, bu acılarıdır. Bu tür şiirlerinde o, bir şairden çok, "ıstırap çeken gözü yaşlı, bir baba veya acılı bir dost" olarak karşımıza çıkar.

İşte size, Nijâd’ın ölümü üzerine yazdığı şiirden iki dörtlük:  

 

Hasret beni cayır cayır yakarken

Bedenimde buzdan bir el yürüyor.

Hayaline çılgın çılgın bakarken

Kapanası gözümü kan bürüyor.

Bu ayrılık bana yaman geldi pek,

Ruhum hasta, kırık kolum kanadım.

Ya gel bana, ya oraya beni çek,

Gözüm nuru oğulcuğum, Nijâd'ım!

 

 

Bir başka “Bak Postacı Geliyor” da buluşmak üzere sağlıcakla kalın!

 

 

[1] R. O. TÜRKKAN, Tabutluktan Gurbete, Boğaziçi yayınları, 1975, s.63-76

[2] Haz. Yücel HACALOĞLU, Peyami Safa, Toprak Yayınları, İst.1962 s. 39

[3] Haz. Yücel HACALOĞLU, a.g.e, s.67

You have no rights to post comments

Köşe Yazarları


Annemin Ardından...
Cuma, 25 Ağustos 2023
...
TÜRK BAYRAMI: NEVRUZ
Salı, 29 Mart 2022
...

An itibariyle ziyaretci sayısı:

132 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi