BAK POSTACI GELİYOR-VI

 

“Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına”[1]

Bu yazı Ayarsız  Deergisinin Kasım 2018 sayısında yayınlanmıştır

diyen şairin sözleri yüreklerde yankılanıp ufuklara sığmazken takvim yaprakları da kuruyan yapraklar misali zaman ağacının dallarından düşüp bir bir kaybolurken “talihin elinde oyuncak olan” bizler, bu duruma sevinsek mi, üzülsek mi bilmiyorum. Oysa bilinen ve gerçek olan bir şey var ki hepimiz bir mirasyedi gibi o, ele avuca sığmayan zamanı çok rahat harcamaktayız... Baksanıza günlük telaşlarımızın arasında farkına varmadan sonbaharın son ayı olan eyyam-ı Kasım’a da ulaştık.  Halk arasında “günler uzaldı, geceler kısaldı derler, kasım yüz, gerisi düz derler, dokuz iyi gitmezse otuzu gözle derler…”

Bildiğiniz gibi Arapçada “kasım” ayıran, bölen, taksim eden anlamında bir kelimedir. Yunus Emre de herhalde “kasım” kelimesinin bu özelliğinden nasibine düşeni yeterince alacağını tahmin etmiş olacak ki bir şiirinde “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme/ Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.” demiştir.

Yunus’un şiirindeki bu menkıbeyi Arif Nihat Asya’nın “Molla Kasım” [2] yazısında ayrıntılı okuyabilir, farklı bir bakış açısıyla Molla Kasım’a verilen ulvi görevi keşfedebilirsiniz, diyerek konumuza dönelim.

Kasım kelimesi, tam da bu ayda, Kasım ayında, benim ve bizim için sözlükteki tanımıyla birebir uyuşmaktadır. Neden mi? Çünkü bu ayda benim ve bizim çok değer verdiğim(iz) insanlardan bazıları bu fani dünyadan ayrılıp ebedi âleme göçmüşlerdir. Mesela Ağabeyim Necdet Özkaya bu ayın 3’ünde, annem 8’inde hepimizin ATA’sı olan Mustafa Kemal ise 10’unda aramızdan ayrılmıştır.

Arif Nihat Asya,  10 Kasım için “Takvimlerin Bu Yaprağı Siyah Kalacaktır[3] derken şunları yazar:  

 «Yaşasın» diye çok bağırmıştık ve henüz yaşayacak çağdaydı, yaşamadı. Sıhhati, hayatı için ettiğimiz dualar geri geldi

Şair: “Ömrüne katmak için Tanrı ömrümden alsın.” diyordu. Şair, sesini duyuramadı.

Onun, bu yurdu kurtarmakla gösterdiği harikayı fen, onu kurtarmakta gösteremedi. Ve büyüklük onda kaldı.

Karların, kışların, çöllerin, kurşunların, mermi rüzgârlarının yıkamadığı bir gövdeydi ve daha altmışında yoktu.

Eli, Meçhul Asker abidesindeki ele benzerdi. Parmağının gösterdiği yere bir millet koşardı. Gözlerini bir kere dolaştırmakla bir ufuk çizerdi. Sesi kumanda etmek için yaratılmış seslerdendi: İçerde, dışarda dediği olurdu.

Bu yurda baş oluşuyla 30 Ağustos Bayramını kazandığımız, 23 Nisan’ı, 29 Ekim’i yaptığımız adam, bize bir matem günü de armağan bıraktı gitti; takvimlerimizin bu yaprağı siyah kalacaktır.

Bu yurda, bu millete gösterdiği ihtimamın, dikkatin onda birini, yirmi de birini kendi şahsı için, kendi şahsına ve sıhhatine gösterseydi daha, çok yaşardı… Şahsını en sonraya bıraktı ve kendine sıra gelmedi.

Bana sorarsanız taşına destanının ilk mısraları kazılmalı… Altına «Gerisi milletinin hafızasında» diye yazılmalı. Başka söz istemez.

Türk bayrağı O'nun aziz ölüsünü gölgeleyecek ve şu yurdun yükseklerinde yapılacak türbesini bir Bozkurt bekleyecektir. Başka süs istemez.

Vasiyetnamesi gençliğin ezberlediği meşhur hitabe, mirası istiklâl olan bir vatan babasıydı. Ey O’nun çocukları, gidiniz; mezarının başında yurdunun istiklâl marşını okuyunuz. Başka ses istemez.”

Arif Nihat’ın,  türbesini bir Bozkurt bekleyecektir, dediği Mustafa Kemal’in ismini tarih altın harflerle yazmaya devam edecektir. Çünkü o, Türk milleti için bir destan kahramanıdır adeta. 30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros antlaşmasıyla Türk’ün lügatinden çıkarılmak istenen hürriyet ve istiklâl kavramlarının onun başlattığı hareketle “Ya istiklal ya ölüm” nidaları şeklinde nasıl bir haykırışa döndüğünü bilmem anlatmaya gerek var mı? Eski Afganistan Kralı’nın onun için söylediği söz bir gerçeğin altını çizmektedir: “O büyük insan, yalnız Türkiye için değil, bütün doğu milletleri için de en büyük önderdi.”

Bu büyük önderin ömür çizgisine baktığımızda insanüstü bir şeylerle karşılaşıp hayretler içinde kaldığımız için diyoruz ki Mustafa Kemal Atatürk’ü, siz bir başka liderle, devlet adamıyla, komutanla karşılaştırmaya kalkmayın; çünkü sonunda mukayese ettiğiniz kimseler karşısında Atatürk’ün hep bir üstün yanı olduğunu apaçık göreceksiniz.

Gelin,  Trablusgarp’a giderken Urla tahaffuzhanesinde[4] Rus vapurundayken arkadaşı Salih Bozok’a yazdığı mektubun zarfını birlikte açalım ve satır aralarından onun ne kadar iyi bir evlat, iyi bir dost, iyi bir asker ve aynı zamanda okuyan, bilen bir lider olduğunu bir kez daha görelim.

                                                                                                                         4 Ekim 1911     

     Bilirsin ki Trablusgarp meselesinin ortaya çıktığından beri oraya gitmek teşebbüsünden geri durulmadı. Bir defa Şam vapurunda üç gece kalındıktan sonra döndürüldük. Ondan sonra Mısır ve Tunus yolu ile gitmeye teşebbüs ettik.   

     Harbiye Nazırı, ümit kestiği için vazgeçirtildi. Bir defa Ömer Naci ve daha iki kişi ile Mısır üzerinden hedefe yürümek üzere (2 Ekim 1911) İstanbul'dan hareket olundu. Harbiye Nazırı da ister istemez muvafakat etti. Lüzum ve fayda görürsem bazı arkadaşları isteyeceğim. Şimdilik temin edilecek noktalar var. Benim nerede olduğumu duyurmayın. Daha bir müddet için validemi dahi haberdar etmeyin. Ara sıra benim tarafımdan İstanbul'dan mektup gönderin.

       Eyüp Sabri sizi görecek. Ona ilmühaberlerim ve borçlarım hakkında malumat verdim. Ruşen ve Necati beylere gizlice söyleyin, ilmühaberlerimin Beşinci Kolordu idaresinde kalması ve maaş tahsisatımdan borçlarım ödenmekle beraber kalanın valideme verilmesi lazımdır. Bunu Harbiye Nazırı da yazacak, unutmazsa!

       Senin vasıtanla valideme verilmek üzere Kerim Beye (Abdülkerim Paşa) kırk lira bıraktım.

      Mısır'a vardıktan sonra sana malumat ve adres vereceğim… Arkadaşlar ne âlemdedir? Vatanı kurtarmak için şimdiye kadar olduğundan ziyade gayret ve fedakârlık elzemdir. Endülüs tarihinin son sayfalarını okuyunuz.

        Faydalı sohbetlerinizde bulunamadığıma üzgünüm. Beni unutmayın… Beraber yaptığımız talim programını takipten çok güzel neticeler alınır. Yorulmasınlar, eski tembellikle hiçbir şey olmaz. Başka kâğıdım yok, Nuri'ye ayrıca mektup yazamayacağım. İstersen bu mektubu aynen gönder veyahut bahisle bir mektup yaz ve o kıymetli kardeşimize de ki "Benim için hatırası kalp ve vicdanımdan bir an çıkamayan bir öz kardeş varsa Nuri'dir." Bu müzlim seferi onunla beraber yapmak isterdim. Allah nasip ederse mücadele sahasında birleşiriz. Eğer mukadderse ahirette kavuşuruz.

       Salih, senin de gözlerinden öperim. Kalbinin vefasına vicdanının saffet ve nezaketine şükran borçluyum. İstanbul'da kalan Kerim Bey'e mektup yazın. O zavallı oradaki mücadelede yalnız kaldı. Mektuplarınız ona kalp kuvveti verir. Allahaısmarladık.

Mustafa  Kemal

Evet, yukarıdaki mektupta benim özellikle koyu puntolarla belirttiğim Mustafa Kemal’in 1911’de arkadaşlarından okumalarını istediği kısma dikkatinizi çekmek istiyorum. Çünkü bu beş kelimeden oluşan cümle korkarım ki bugün etrafımızdaki coğrafyayı saran ateşin etkisiyle bizleri de yakından ilgilendirmektedir. Peki,  Endülüs tarihinin son sayfalarında ne vardır?  Cevap: Çok dramatik bir ana oğul muhabbeti vardır. Şöyle:

1492 tarihi, Müslüman Arapların 800 yıl süreyle ellerinde tutup Endülüs Devleti’ni kurdukları İspanya’daki hâkimiyetlerinin sona erdiği tarihtir

Son hükümdar XI. Ebu Abdullah Muhammed, Gırnata’yı teslim ettikten sonra ailesi ile birlikte sarayı terk eder. Dağdaki patikayı tırmanırken, tepeden son bir defa şehre bakar ve ağlar. Annesi Ayşe, "Ağla oğlum ağla! Vaktiyle bir erkek gibi savunamadığın şeyler için şimdi bir kadın gibi ağlamak yaraşır sana" der. Son hükümdarın Gırnata’ya elveda demek üzere dönüp baktığı ve hıçkırıklara boğulduğu bu nokta bugün  “Arabın ağladığı yer” diye anılır.  

İşte bu hazin sonu hiçbir zaman kabul etmeyen Mustafa Kemal ve arkadaşları önce Trablusgarp’ta sonra Balkan savaşlarında rol alırlar. Sofya Ateşemiliterliği görevini yürütürken Çanakkale savaşı başlar. Bunun üzerine, ancak cesaret ve asalet sahibi insanların sergileyeceği bir davranışla der ki: “Vatanın müdafaasına ait fiili görevlerden daha önemli bir görev olamaz. Arkadaşlarım savaş cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da ateşemiliterlik yapamam.”

Sonrası malumunuzdur. İngilizler ve Fransızlar güçlü donanmalarıyla kasım kasım kasılarak Çanakkale’ye yaklaştıklarında,  bir hafta içinde İstanbul’a ulaşacaklarını zannediyorlardı. Fakat umduklarını bulamadılar. Akif’in bahsettiği “Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...”  olanlar Seddülbahir’de, Alçıtepe’de, Arıburnu’nda, Anafartalar’da kısacası denizde ve karada boylarının ölçüsünü alarak gerisin geriye dönerken İngiliz Başbakanı Lloyd George, “Yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dahi çağımızda Türk milletine nasip oldu.” demek zorunda kalır.

Ve sonrası yine malumunuzdur ki 1919’un Mayıs’ında Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’da yaktığı ateş, kısa zamanda yurdumuzun dört bir tarafında bir yanardağ olup tutuşmuştur. Bu ateşin adı milli mücadeledir. Bu, Türk milletinin “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır.” sözüne yürekten inanışıdır. Öyle ki bu inanç ve kararlılıkla cepheden cepheye koşanlar “Annem beni yetiştirdi bu vatana yolladı / Al sancağı teslim etti, Allah’a ısmarladı” derken yurdumuzun dağlarında çiçekler açıyor, gümüş dereler taşıyor, yiğitler cepheden sılaya “allı turnalarla” haber salıyorlardı. Ve tarih yeniden yazılıyordu. Ve artık yüzyıllardır makûs talihini ortadan kaldıramayan Türk,  “mevzubahis vatansa gerisi teferruattır” diyen bir kahramanın önderliğinde başı dik, alnı açık yürümekteydi.

Bu büyük ve destansı hikâyemizi yine bir “Kasım” ayında aramızdan ayrılan şair Faruk Nafiz Çamlıbel (1898- 8 Kasım 1973) alegorik(temsili istiare) tarzda yazdığı bir şiirinde bakın nasıl anlatıyor:

At

 

Bin gemle bağlanan yağız at şâha kalkıyor,

Gittikçe yükselen başı Allâh'a kalkıyor!

 

Son mâcerâyı dinlememiş varsa anlatın;

Râm etmek isteyenler o mağrûr, asîl atın.

 

Beyhudedir, her uzvuna bir halka bulsa da;

Boştur köpüklü ağzına gemler vurulsa da...

 

Coştukça böyle sel gibi bağrında hisleri

Bir gün başında kalmayacaktır seyisleri!

 

Son şanlı mâcerâsını târîhe anlatın :

Zincîr içinde bağlı duran kahraman atın

 

Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor;

Asrın baş eğdi sandığı at şâha kalkıyor!

 

Dün bin bir güçlükle mücadele ederek şaha kalkan bu “at”  yani Türk milleti, bir daha karanlığın ve zulmün pençesinde kalmamak için ilmin, tekniğin, sanatın kapısını sonsuza kadar açmak; laboratuvarlarda, kütüphanelerde ter dökenlere ciddi imkânlar sunmak ve onlara gereken desteği vermek zorundadır. Ancak bu şekilde gelişen ve değişen dünyayla yarışabiliriz. Yoksa sabahtan akşama kadar birilerine kızıp bağırmak, bizi bir adım ileriye götürmez

Son söz Mustafa Kemal’in olsun: “…Bugüne kadar elde ettiğimiz başarılar bize ancak gelişmeye ve uygarlığa doğru bir yol açmıştır. Yoksa bizi gelişmeye ve uygarlığa henüz ulaştırmış değildir. Bize ve bizden sonra geleceklere düşen görev bu yol üzerinde tereddütsüz ilerlemektir.”(Ağustos, 1923)

Bir başka “Bak Postacı Geliyor” da buluşmak üzere sağlıcakla kalın!

 

 

 

 

 

 


[1] Ömer Bedrettin Uşaklı

[2] Arif Nihat Asya, Çekirdek: 2 Aramak ve Söylemek, Ötüken,1975, İst. s. 395

[3] Arif Nihat Asya, Çekirdek: 1 Top Sesleri, Ötüken,1975, İst. s.26

[4] Tahffuzhane: Hastaların iyileştirilmesi için büyük limanlara yakın kıyılarda kurulmuş olan sağlık kuruluşu.