Şair, “Mektup yazdım Hasan’a /Ha Hasan’a, ha sana” diyerek başlar şiirine. Oysa o kadar çok zaman geçti ki postacının yollarını gözlemeyeli, bir dosttan, bir tanıdıktan bir mektup almayalı…

Çağımız, hani şu teknolojinin insanı deli eden çağı, bizim şaşkın bakışlarımız arasında yalnızlığın ormanına doğru pür neşeyle koşarken ne mektubu ne pulu ne de “Bak postacı geliyor, selam veriyor…” şarkısını hatırlamakta. O, kendi elektronik, dijital, sanal âleminde yoluna devam ederken biz de bu kocaman dünyada bir kara nokta gibi yaşamak ve kendimize sığınacak bir yer aramaktan başka hiçbir şey yapamıyoruz ya da yapmak istemiyoruz.

Peki, neden böyle garip bir halde yaşıyoruz? Neden bir şeyler yazmaktan, bir şeyler anlatmaktan bu kadar uzak kaldık? Neden kendimizle ve etrafımızla kavga etmekten kurtulamıyoruz? Neden, neden, neden? Sonu gelmeyen bu sorular zincirini kıracak cevaplarınız hazırsa ne mutlu size; yok bu konuda henüz tam donanımlı değilseniz ya mendil açıp umut toplayacaksınız yaşamaya dair ya da kâğıtla kalemi bir masada buluşturacaksınız. Sonra, sonrası kolay, her şey sizin becerinize kalmış; yapacağınız iş şu: Sevgili, kıymetli, değerli, unutulmayan, aziz, biricik… dostum, kardeşim, arkadaşım gibi veya başka başka sıfatlar arasından birini seçerek başlayacaksınız mektubunuzu yazmaya.

Siz mektubunuzu yavaş yavaş yazarken yüzünüzde aydınlık çizgiler, dudaklarınızda tebessümler belirecek, yüreğiniz bir kuş gibi kanatlanıp bir başka diyara uçacak; kâh bir sevda türküsü taşıyacak Kafdağı’nın ötesine, kâh bir selam götürecek gurbetin bahçesine. Kısacası mutluluğun resmini görmeye başlayacaksınız. Hani şu çizilebilir mi dedikleri mutluluğun…

Evet, bir küçük soluk alma, bir rahatlama yolu olarak da bakabilirsiniz mektup yazmaya. Mektubu yazan rahatlar da kapısının önünde bir postacı- kurye mi demem gerekiyordu?- gören rahatlamaz mı? Elbette, o da bundan nasibini alır. Sadece o mu, belki de siz, biz ya da hepimiz nasipleriniz bir şeylerden diyerek yazmaya başladığım bu yazıda payımıza düşenleri almak ve dağıtmak için “Bak Postacı Geliyor” serlevhasıyla bir yolcuğa çıkıyorum.

Biliyorum yolum oldukça uzun, heybem epeyce dolu olacak, … Dudaklarımda bir ıslık, kuzeyden güneye, doğudan batıya bütün bir âlemi dolaşacağım. Kim bilir hangi evin kapısının önünde duracak hangi kapıyı çalacağım… Kim bilir hangi hasret yüklü pencereden bir baş uzanacak ve “Bana bir şey yok mu?” diyecek, kim bilir, kimler suya hasret kalan toprak gibi yolumu gözleyecek ve bir büyük umutla bekleyecek…

Oysa ben sadece mektuplar, telgraflar dağıtan eski zaman postacıları gibi de değilim. Heybemde bazen bir dergi, bir kitap, bir şiir de olabilir. Bisikletim ve de şapkam da yok, üniformasız bir ulak gibiyim. Bazen günün en erken saatinde çalarım kapınızı, bazen en uç saatinde; çünkü ben de öyle belirlenmiş mesai saatleri de yoktur. Sizin hiç beklemediğiniz bir anda çıkarım karşınıza. Canım ne zaman ve nasıl isterse o zaman başlarım yolculuğa, e ne de olsa bilâ-bedel çalışmaktayım. Bir “kamu spotu” gibi. Neyse lafı epey uzattık. Biz en iyisi dönelim yine yazımızın başına, şair ne diyordu:

 

“Mektup yazdım Hasan’a /Ha Hasan’a, ha sana”

Abdurrahim Karakoç, Hasan’a Mektuplar ve Haberler Bülteni adlı şiir kitabının alt başlığında böyle yazmıştı, ben de okumuştum, büyük ihtimalle siz de okumuşsunuzdur bu şiirleri. Her biri bir diğerinden güzel şiirlerle şair, Türk dilinin en yumuşak, en sert sesleriyle hecenin ve hicvin zirvelerinde dolaşırken, yurdumuzun ve insanımızın ahvalini anlatıyordu.

 

Nasıl anlatıyordu acaba diyerek Hasan’a Mektuplar’ ı, unuttuklarımı hatırlamak amacıyla, kitaplığımın şiir kitapları bölümünden dikkatlice indirip masama itinayla koydum. Bu uzunluğu 15, eni 10 cm. olan şiir kitabının yüzüne, eski bir dostla karşılaşmış gibi bir süre baktım, Çokça okunmaktan olsa gerek, sayfaları dağılmaya yüz tutmuş hatta galiba bir iki sayfası yok olmuştu, kapağı sizlere ömür, terki dünya eylemişti. Koptu kopacak korkusuyla incitmeden açmaya çalıştığım sayfaların arasında Karakoç’un “Hasan’a Mektuplar” ı 22 şiirden oluşurken “Hasan’dan gelen cevaplar” ancak 5’i buluyordu. Yıllar önce büyük bir coşkuyla okuduğum şiirleri şimdi yeniden okurken kâh hüzünleniyor kâh gülümsüyordum. Aslında okudukça bunların birçoğunu ezbere bildiğimi de fark ediyordum sonra da klasik bir pozla aynaya bakıp “Hey gidi günler, hey!” diyordum. Karakoç’un bu şiirli ve sihirli mektuplarında sosyal meselelerimiz o kadar güzel anlatılmıştı ki:

 

Mesela: A. Karakoç, Hasan’a yazdığı 15. mektubunun sonunda şöyle diyordu:

 

“Derler ki “siz susun, biz söyleyelim;

Hep biz yönetelim, hep biz yiyelim”

Artık bu oyuna hayır! Diyelim

Biz sustukça onlar “korkak” diyorlar.”

 

Hasan’sa Karakoç’a cevap verdiği 5. mektubunun sonunda:

 

“Yiğit kim? Korkak kim? Göremiyorum

Şaşırdım bir karar veremiyorum

Nemelâzım deyip duramıyorum

Öfkeler uykumu bölüyor gene.”

diyordu.

 

Uykusuz kalmak ya da bölünen uykularla yaşamak zaten bu memleketi sevenlerin ortak kaderidir. A. Karakoç da bu toprağın kara sevdalı bir şairidir. Bu yüzden memleketimizin hemen hemen her “meselesini” şiirlerinde, bir şair duyarlılığıyla ele almış ve olup biteni bütün çıplaklığıyla dile getirmiştir. Kitabın ikinci bölümü olan Haberler Bülteni’nde Vatandaş Türküsü başlığı altında yazdığı yedi şiiri insan okudukça ister istemez şaşırıp kalmakta ve aradan bunca sene geçmesine rağmen makûs talihimizin tamamen ortadan kalkmadığını görüüzülmekte. Bunların içinde Tohtur Beğ, Hâkim Beğ, Mebus Beğ,” şiirleri var ki edebiyatımızın unutulmaz şiirleri arasında sayılmakta, dertlerimiz ise aynı “ah-vah” larla devam edip gitmekte. Mesela, şairin “Mebus Beğ” şiirinde, gösterdiği yol ve yöntem ne yazık ki bugün de vekillerimiz tarafından ciddiye alınmamakta:

 

“Görevin sırf parmak kaldırmak değil

Biraz da milletin derdine eğil

Meclise hürmet et, ne döv ne dövül

Hizmet belle, söz belleme mebus beğ”

 

Evet, Hasan’a Mektuplar şiir kitabında sadece dertlerimiz, sıkıntılarımız yok. Bunların dışında şairin gurbet üstüne, hasret üstüne, aşk, sevgi ve bahar üstüne yazdığı, öylesine hoş öylesine güzel şiirleri var ki, her birinden birkaç kelime, birkaç mısra toplayıp bir demet çiçek gibi masanıza koysanız yaşadığınız bu fani dünya birdenbire bir cennete dönüverecek ve siz ister istemez şairle birlikte,

 

“İlkbaharı geldi Anadolu'nun,

Silifke'de çiçek açtı nar şimdi.

Her tarafı yeşillendi Bolu'nun,

Sultandağı benek benek kar şimdi”

 

diyeceksiniz sonra da bir anda bulunduğunuz mekândan uzaklaşıp hayal ve düşünce dünyanızda açılan bir kapıdan geçerek yurdumuzun başka güzellikleri keşfetmeye çıkacaksınız. Bu sırada şayet şansınız yaver gider de yolunuzun üstünde şairin “Sarı saçlarını deli gönlüne bağladığı” Mihriban’ı görürseniz, hemen bir kenara çekilip aşkın ateşinde yanmanın lezzetini tadınız ve sonra da şairin

 

“Senin ak alnından, gök gözlerinden

Önce dallar, sonra yapraklar öpsün.

Eğilsin yıldızlar, tutsun elinden

Gecelerden sonra şafaklar öpsün.”

 

diyerek başladığı “Dua”sına hep birlikte âmin deyiniz. Fakat bu arada Karakoç’un “Postacı” sını da unutmayınız.

 

“ Eylen bir haber ver, acele gitme

Sevgilimden mektup var mı postacı?

Yok deyip de beni perişan etme

Sevgilimden mektup var mı postacı?

 

Tel çekmiştim giden ayın üçüne

Cevap gelmez korku düştü içime

Karıştır çantayı bir bak içine

Sevgilimden mektup var mı postacı?

 

O günlerde Abdurrahim Karakoç sevgilisinden bir mektup almış mıydı bilmiyorum. Ama sevgilisinden mektup alan biri vardı, biliyorum. O da sazıyla, sözüyle ve kalp gözüyle yaşadığı hayatı gören ve gördüklerini bizlere gösteren Âşık Veysel’di. Bir bahar mevsiminde sıladan mektup alınca bakın ne diyor:

 

“Yeni mektup aldım gül yüzlü yârdan

Gözletme yolları gel deyi yazmış.

Sivrialan köyünden bizim diyardan

Dağlar mor menevşe gül deyi yazmış.”

 

Yâr bu, hem gül yüzlüdür, hem gök gözlüdür. Kimi zaman ondan gelen iki satırlık bir mektup dertlere derman olur, acıları dindirir, insana yaşama sevinci verir. Kimi zaman tam aksi bir dünyanın kapısını açar ki sormayın gitsin. Ben de şimdilik o kapıyı kilitli tutacağım. Umudun gök başaklar gibi sıralandığı satırlarla yazımı sürdüreceğim.

Evet, sevgili kokan mektuplardan söz ediyorduk, edebiyatımızda ve dünya edebiyatında böylesi mektuplara rastlamak tabi ki çok kolaydır. Çünkü insanoğlu için yazmak bir çeşit konuşmaktır. Bu yüzden insan yazdıkça yaşamakta, yaşadıkça yazmaktadır. Mesela Kıssa-i Aşk romanın kahramanı Mert de sevgilisi Ece’den aldığı mektubu hasta yatağında defalarca, defalarca okumuş, okudukça yaşama umudu artmıştı:

 

“…Birkaç gündür sanat tarihi çalışıyorum. Sırf Signore Luciano’nun verdiği “Yaşadığınız kent ve siz” konulu kompozisyonu yazabilmek için oldukça fazla kaynağı taradım. Gördüğüm o ki bu şehrin sulu sokakları, asfalt caddeleri dün ile bugünün ortaklaşa kurduğu bir zaman dilimini yaşamakta ve yaşatmaktadır. İster yaz ister kış, ister bir sabah erkenden veya isterseniz bir akşamüzeri şehri tanımak için çıktığınız yolculukta bir bakarsınız kentin irili ufaklı meydanları, köprüleri, resmi kurumları hatta komşu evleri el ele vererek gayet sağlıklı bir şekilde size “hoş geldiniz medeniyetler kentine” diyor. Olduğunuz yerde kalakalırsınız ve bir büyük hayranlıkla seyredersiniz onları. Çağları aşıp günümüze ulaşan bu şaheserleri bazen bir daha, bir daha gezip incelersiniz.

Severek, hoşlanarak yaptığım bu gezilerde inan yorgunluk nedir duymuyorum; ancak bir an gelip de senin eksikliğini hissedince… bana ne “Fondaco dei Turchi”den, “Son Nefes Köprüsü”nden, “Teatro La Fenice”den vs.vs.diyor bir taş basamakta oturup Adriyatik’in engin sularına bakıp bakıp dalıyorum. Dalgalar mı mor, ben mi morarıyorum, mavilikler neden kararıyor, niçin gülemiyorum… Hasretin Rialto Köprüsü kadar eski, Murano Adası kadar parlak… Ah sevgili, sensiz bu dünya pek tatsız, pek yavan ve pek alçak!

 

Tarih, 17 Mayıs 2003, İmza, senin Ece’n/ Venedik”[1]

 

 

Evet, ne diyorduk: “Bak postacı geliyor selam veriyor/ herkes ona bakıyor merak ediyor”

Bir başka mektupta görüşmek üzere sağlıcakla kalınız…

 

 

 

[1]M. Hayati Özkaya, Ece ile Mert, Kıssa-i Aşk, Fener Yayınları, s.288,İst.2013

 

You have no rights to post comments

Köşe Yazarları


Annemin Ardından...
Cuma, 25 Ağustos 2023
...
TÜRK BAYRAMI: NEVRUZ
Salı, 29 Mart 2022
...

An itibariyle ziyaretci sayısı:

52 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi