İNSANI GAM, DUVARI NEM YIKAR

22.03.2010-Ankara

Hatıralarımı yazdığım bundan önceki defterlerden birinde çocukluğumu, ailemi, bulunduğumuz illeri, ilçeleri. Kasabaları anlatmıştım. Hastalığım dolayısıyla bunlar kalın çizgileriyle gene hafızamda dolaşmaya başladı. Daha doğrusu yakalandığım kanser hastalığının sebeplerini, köklerini geçmişimde aramaya başladım. Duygusallıkla karışık akıl ve mantık dolu bir davranış biçimi.

1940’da kirazların meyve verdiği bir mevsimde Van’da doğumevinde doğmuşum. Doğumu yaptıran doktorun adı Necdet imiş. Bizimkiler bu adı sevdikleri için adımı ‘Necdet ‘ koymuşlar. Ailenin beşinci çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Benden büyük iki ağabeyim, iki ablam vardı.

Fakat annem Rabia Hanım’ın ilk çocuğu idim. Benden büyük olanlar rahmetli olmuş Emine Hanım’ın çocukları. Babamın birinci eşi olan Emine Hanım ölünce babam annemle evlenmiş. Aralarında büyük yaş var. Rahmetli annem, en büyüğümüz olan Abdurrahman Ağabeyimden sadece iki yaş büyük. 18 yaşından küçük olduğu için resmi nikah yapılamadığı için yaşını büyütmüşler. Bu dönemde babam jandarma gedikli başçavuşu imiş. Doğduğumdan bir iki sene sonra mecburi olan bir sağlık muayenesinden sonra kalbinden rahatsız olduğu çıkınca çürüğe çıkartmışlar.  Devlete her bakımdan sağlıklı olan jandarma lazım. Devlet emekli sandığında biriken parasını göndermiş.

Sivas’ın Zara kazasından olan babam Ükkaşe Bey Van’da gurbet elde, beş çocuk ve gene bir kadınla işsiz, güçsüz kalmış. Emekli sandığından topluca gönderilmiş para bir müddet sonra bitmiş, iyice maddi sıkıntılara düşmüş. Zaten İkinci Cihan Harbi yılları, kıtlık, yokluk, fukaralık milleti kırıp geçiriyor. Fakirlik diz boyu değil adam boyu. Verem, sıtma, uyuz, firengi, tifo ülkede kol geziyor. Hekim yok, ekmek bile vesikayla veriliyor.

Babam işsiz. Benden büyüklerin aile bütçesine yardımcı olması mümkün değil. Bu arada bir kardeşim oluyor. Hüsmen. Ancak iki yıl yaşayabiliyor. Hastalık ve fakirlik onu aramızdan alıp götürüyor.

Kara gün kararıp kalmıyor. Bir kapıyı kapayan Cenab-ı Hak bir başka kapıyı açıyor. Ailemiz adına aydınlık bir gün doğuyor. Babam Van nüfus idaresine nüfus katibi olarak göreve başlıyor. Rızka kefil olan Allah kefaletini yerine getiriyor.

Babam Van il merkezinde başladığı sivil görevinden tam çıkaramadığım bir tarihte Van’ın Çatak ilçesine nüfus katibi olarak naklen tayin ediliyor. Yeni bir çevre, yeni bir dönem başlıyor. Aile aç ve çıplak kalmaktan kurtuluyor ama bir sağlık meselesi karşısında bütün ilçe halkı gibi biz de zavallı durumdayız.  Arkadaşlarım gibi ben de sık sık öksürüyor, nezle oluyorum. Kardeşim Cengiz doğmuş.  Bebeğe yeteri kadar özen ve ihtimam gösterecek ne bilgiye ne de maddî imkanlara sahibiz. Sıtmayı okunmuş ipleri bileklerimize bağlayarak iyileştirmeye çalışan bir zihniyet.

İlçede hekimin olduğunu hatırlamıyorum. Ama bir sağlık memuru var. Hastaların en yakın yardımcısı o… En etkili ve önemli ilaç ‘gripin’ sonra ‘ateprin’ derken çıkageldi. Sıtma ilacı.

Kasabanın dişçisi Değirmenci Reşit. Askerlikte sıhhiye olarak görev yapmış. Elinde bir dişçi kerpeteniyle terhis olmuş, Çatak’a dönmüş. Kimin dişi ağrıyorsa değirmenci Reşit’e gitmekten başka çare yok. Ağrılı dişi ağrısızdan, çürük dişi sağlam dişten çok kere ayıramadan çekip gitmiştir. Çok iyi hatırlıyorum. Bir keresinde rahmetli babamın sağlam, ağrısız dişini ağrılı, çürük zannederek çekmişti. Babam çekilen dişin sağlam olduğunu ancak bir gün sonra dişinin ağrısı geçmeyince anlayabilmişti.

Anamın diş ağrılarına Reşit çare bulamayınca araya ‘Deli Dino’ namıyla havalide isim yapmış bir hoca efendi devreye giriyordu. Yazdığı muskalarla annemi tedavi etmeye çalışıyordu. ..başı derde giren herkesin derman arayışı gibi konuyu değerlendirmek gerekiyordu.

Bugün 21. Yüzyılda bile benzeri arayışlar devam ediyor. Cari olan kurumlaşmış modern tıbbın karşısında alternatif tıp diye bir yeni dal doğuyor. Sık sık bana adres vererek alternatif tıbbın üstadlarının adları ve telefon numaraları yazdırılıyor.

Memur çocuğu olmama,  küçük bir ilçede oturmamıza karşın her bakımdan sağlıksız bir ortamda yaşayıp büyüdüğüm bir gerçekti.

Acaba diyorum, bugün yaşadığımız hastalığın kaynaklarından biri olarak o açlık, sefalet içinde geçen çocukluk günleri midir?

 Sonra on beşine varmadan gurbet günleri. İlkokulu Gevaş’ta bitirmiştim. Ortaokul yok. Zara’ya amcamların yanına gönderildim.  Faik ağabeyim de Zara’nın çok uzak bir bucağında Divriği sınırında bir yer. Beydağları eteklerinde bir  yerde. Galiba Beypınarı’ydı.

Okulların açılmasına yakın bir zamanda önce vapurla Gevaş’tan Tatvan’a gittik. Orada Kurtalan’a bozuk düzen bir otobüsle ulaştık. Kurtalan’a trene bindik. Sivas’a kaç gün kaç gece geçirerek gittiğimizi şimdi hatırlayamıyorum. Karayolu ile Zara’ya ulaştık.

Amcamların evi benimle dört kişi olmuştu. Amcamın iki oğlu vardı. İhsan ağabey henüz dönmemişti. Sıtkı ağabey de evde değildi. Abdurrahman beş- altı yaşlarındaydı. İhsan ağabeyin oğlu idi. Annesi doğurduktan sonra oğlunu bırakarak evi terk etmiş. Abdurrahman’ı büyütmek amcamla yengeme kalmıştı.

Abdurrahman şimdi İstanbul’da oturuyor. İki gün önce öğrendim ki o da kanser hastasıymış. Dün ameliyatla rahatsız olan böbreği almışlar. Allh şifa versin.

İki yıl ortaokulu Zara’da okudum.  Evimize rahmet okutan bir  zavallılık. Babamın ayda gönderdiği on lira olmazsa amcamdan harçlık almam bile neredeyse imkânsız. Parasızlıktan mı, cimrilikten mi hala karar verebilmiş değildim.

Amcamın karısı sigara tiryakisi. Ama sigara alacak parası yok. Abdurrahman sokaklardan izmaritleri topluyor. Nenesi onları açıyor. Yeni bir kağıda topladıkları tütünleri sarıyor ve içiyordu. Amcam tütüncüden aldığı tütünleri sarıp sigara içerken eşinin nerden, nasıl sigara içtiğini bildiği halde ne sorar, ne de bir başka tedbir düşünüyordu.

İki yıl kaldım Zara’da. Birinci yıl sınıfı geçemedim. İkinci yıl ikinci sınıfa geçmiştim. Zara’da iki yıl kalmamın bana ne kazandırdığını doğrusu bilmiyorum.   Yaz tatili için gittiğim evimde, babam benim için yeni bir şeyler düşünmüştü.

Faik ağabeyimin mezun olduğu Ernis öğretmen okuluna göndermekti ve öyle oldu. Ortaokulu da ikinci sınıfa geçmiştim. Ama köy enstitüsünden bozma ilköğretim okuluna birinci sınıftan başlamıştım. Böylece üç yıl araya gitmişti. O yıl babam Çaldıran Nüfus Memurluğunu kurmak için görevlendirilmişti. Gevaş’tan Çaldıran’a taşınmıştık.

Öğretmen okulları günleri… Çok kötü geçmemişti. Karnımız iyice doyuyor, üstümüzü başımızı devlet giydiriyor. Kitaplarımızın parası veriliyor.  En büyük sıkıntı okulun konumu. Manzarası güzel, gölün kıyısında. Güneşin grup etmesi çok muhteşem. Okulun tarım bahçeleri var. Dışında da kavun karpuz tarlaları. Kış gelince okul kuş uçmaz kervan geçmez yollara benzer.  Kış geceleri yatakhanelerde soğuktan yatmak ne kadar zordu. Kış kıyamet demezler, iş ve tarım dersinde donmuş toprağı kazarak okula beş altı kilometre uzaklıktan su getirmeye çalışmaktaydık. Okula karayolu ve denizyolu ile getirilen tonlarca odunu indirmek, depolara taşımak, onları sobalık, ocaklık olarak kesmek öğrencilerin tabii görevlerindendi.

Okul müdürü, yardımcıları,  eğitim şefleriyle, bir kısım öğretmenler, okulu bir kolhoz, yumuşak deyimi ile çiftlik, kendilerini de bu çiftlik ağası, öğrenciler de birer ırgat idiler.    

Halbuki devir değişmiş, çok partili hayata geçilmiş,  Demokrat Parti iktidarının birinci dönemini bitirmiş, ikinci dönemine girmişti. Ama okul yönetimi ise hâlâ kırklı yılların kafa yapısına sahiptiler.

Bir gün, okulun kurulduğu günden beri görünmeyen bir olay oldu.  Büyük sınıflar topluca dersleri bırakarak, okulun yakın olduğu, belki de idari yönden bağlı bulunduğu Erciş ilçesine gittiler. Oradan Ankara’ya Millî Eğitim Bakanlığına idareyi şikâyet ettiler. Akşama da okula döndüler.  Boykota katılan öğrenciler hakkında disiplin işlemleri başlatıldı.

Çok geçmeden okula bakanlık müfettişleri üşüştüler. Sonuçta okulun idaresi toptan değiştirildi. İsyancı öğrencilerin ileri gelenleri de çeşitli cezalara çarptırıldılar. Birkaçı da başka okullara naklen gönderildiler. Yani tasdiknameyle uzaklaştırıldılar.

Bu çalkantılı geçiş döneminde okula yeni birkaç genç öğretmen tayin edilmişlerdi. Çok partili öğretmenleriydi bunlar. Gelenlerin içinde ilgi çekici, sevimli, dost ve candan olduğunu her davranışı ile gösteren bir öğretmenimiz vardı.  Psikoloji hocasıydı.  Adı S. Ahmet Arvasi’ydi.

Okulda öğrenci- öğretmen ilişkimiz sonraki yıllarda arkadaşlığa dönüştü. Ahmet Hoca rahmetli oluncaya kadar devam etti. Ama her gün en az bir defa kendisini rahmetle andığıma göre bu arkadaşlık manevi olarak devam ediyor demektir. Allah rahmet etsin.

Öğretmen yetiştiren okullarda öğrenciler son sınıfa gelince tespit edilen okullarda staj yaparlar. Ben de bir arkadaşımla babamın nüfus memurluğu yaptığı Canik İlkokulunda staj yapacaktım. Mevsim kıştı. Hava sanki buz kesmişti.  Böylesine bir kış gecesinde evin iki odalı olmasına rağmen soba kurulu büyük odada oturup kalkıyorduk. Annem babam dahil. Onlar karyolda, biz çocuklar yer yataklarında uyuyorduk.  Ağabeylerim, ablalarım evlenerek evden çıkmışlar, her biri bir başka yerde oturuyorlardı. Ama biz de yedi sekiz çocuk olmuştuk. Yani sofraya her öğünde en az on kişi oturuyorduk.

Bir gece küçükler uyumuş. Babam pijamaları üstünde karyolalarına oturmuştu.  Ben ve annem henüz uyumak için hazırlık yapmamıştık.

Rahmetli babam bir uyuyanlara bir de bana bakarak dedi ki;

‘Oğlum Necdet, bana bir şey olursa, bu kadar çocuk ve annenin sorumluluğu sana kalacak.’ Dedi.

Korktuğu gelmişti başıma babamın. Bu sözün üzerinden henüz üç sene geçmemişti ki rahmanı rahmete kavuştu.  O öldüğü zaman ben henüz İstanbul Eğitim Enstitüsünü bitirmemiştim. Evin en büyük çocuğu idim. Elim henüz ekmeğe erişmemişti.  40-45 yaşlarında bir anne, dokuz kardeşin geçimini, bakımını üstlenmek zorunda kalmıştım. Emekli aylıkları şimdiki gibi hemen çıkmıyordu. Ama mutlaka çıkacağını bildiğim için öğretmen olup ilk maaşımı alıncaya kadar borç harçla kıt kanaat geçinmeye çalışıyorduk.

Babam rahmetli olunca Gıyas enişteyle, Mazhar enişte, evi derlemiş, toparlayarak Van’a getirmişlerdi. Oldukça kahırlı, çetin, yorucu geçen yıllar, genç bir insan bedenim de, ruhumda hangi olumsuzlukları yaratır? Kaygılar, üzüntüler, çileler, sorular, sorular… Acılar kim bilir kaç yıl sonra karşıma ne olarak çıkacaktı? Hesap eden kim ki?

Bu arada vatan millet derdi çok kere birinci plana çıkıyor. Ailevi problemleri bir zaman dilimi içinde çözebileceğimize inanıyorum. Ama millet vatan ve devletin karşılaştığı, karşılaşacağı bir problemi, nasıl ne zaman ve kimlerle çözebiliriz?

Öğretmenliğimin üzerinden henüz bir yıl geçmemişti, 1963 yılında annemleri Van’dan alıp Adana’ya getirdim. Böylece ailemin Adana yılları başlamış oldu.

Babam hariç ailenin bütün fertleri yıllar sonra birlik olmuştuk. Önümüzde çetin, zorlu yıllar vardı şüphesiz. Ama kardeşlerim benim himayemde büyüyecek, okuyacak ve yetişeceklerdi.  Bundan gurur ve heyecan duydum.

Babamın emekli aylığı bağlanmıştı. Ben maaş alıyordum. Cengiz İmar İskan Müdürlüğüne sözleşmeli memur olmuştu. Elimiz rahatlamış, mali durumumuz düzelmişti. Kanal Köprünün 1.5 durağında narenciye bahçeleri arasında iki odalı bir ev tutmuştuk.

Çocukları sınıflarına göre okullarına yazdırmıştık. Oğuz’la Müzeyyen öğretmenlik yaptığım Millî Mensucat Ortaokuluna kaydolmuşlardı.

Türkçüler derneğini bir yıl önce açmıştık. Adana Türk Ocağı faaliyet halindeydi. Hafta içinde akşamları bir iki sefer oralara gidip geliyordum. Adana’nın sağcı, milliyetçi, muhafazakâr çevrelerinde dostlarımın sayısı artıyordu! Bunların büyük çoğunluğu benim gibi Demokrat Partili ve Adalet Partiliydiler.

 

31 Mart 2010

Tedavimin beşinci haftasının ortasındayım. Bu gün kendimi çok yorgun hissettim. Sabah kahvaltıdan sonra saat 11.00 sularında uyudum. Saat 14.30 ışın tedavisi için hastanedeydik. Aynı saatte, aynı insanlar, aynı yüzler. Hastalıklarının adı ortak,  Cibiliyeti, türü değişik. Tedavi şekilleri herkesin kendisine göre, üç ayrı salon. Üç ayrı ışın tedavisi.

Sıra beklerken Adalet kitap okuyor. Ben dinliyorum. Bizden başka okuyan yok. Bu da başka bir manzara. Bu gün sıra çok geç geldi. Bir saattten fazla bekledim.

Yarın 1 Nisan Perşembe. Her Perşembe günü olduğu gibi yarın da doktorumuzla konuşacağız. Tedaviye başladığımız ilk günlerde yutma testinden geçmiştim. Aynı testi yarın bir daha uygulayacaklar. Onun için yarın saat 13.30 da hastanede olacağız.

Gündüzleri şöyle böyle idare edebiliyorum. En büyük korkum geceleri uyuduktan sonra gecenin bir saatinde büyük bir gaz sıkıştırması ile uyanıyorum ki, sabahı zor ediyorum.  Gazı azaltıcı, durdurucu, giderici ilaçlara rağmen gaz sıkıntısı canımı sıkıyor.

Yetmiş yaşını doldurmuş bir insan. Emekli olalı beş yıl olmuş. Amansız bir hastalıkla boğuşuyor. İyi olacağıma, şifa bulacağıma Allah’ın izniyle inanıyorum. Takdir-i İlahi. Ne diyebiliriz ki? Biz ona kalubeladan beri inanmışız.

Gözlerimin önünden içimde kalın çizgilerle çizilmiş günler, olaylar birbir geçiyor.

1965’te evlenmişiz. Bir Şubat ayı. Bir yıl sonra Gülçin doğmuş. Annemlerle oturuyoruz. Adalet ve Gülçin’le birlikte on iki kişilik bir aile olduk. Öğretmen bir hanımla evlenmiştim. Okulumuz evimize yakındı. Kalabalık bir aile içinde her zaman huzurlu olmak mümkün değildi. Derken anneannemi de yanımıza almak zorunda kaldık.

Evliliğimizin ikinci yılında yol üstü, bahçe içinde daha küçük bir eve taşındık. Evin büyük bir kusuru olduğunu yağmurların sel olup aktığı günlerin birinde evi sular bastı. Çünkü yol yükselmiş, ev kod kaybettiği için sular rahatça eve doluyordu.

Askere gitmeye karar vererek, annemlerden ayrıldık. Adalet’in babası kendi evlerinin yanına küçük iki katlı bir ev yaptırdı.  Oraya taşındık. Annemlere de İstiklâl Mahallesinde bir başka ev tutarak onları da oraya taşıdık. Sonra askere gittim.  Ankara Etimusgut’ta Zırhlı Birlikler yedek subay öğrenciliği altı ay sürdü. Asteğmen olarak çıktığımız Zırhlı Birlikler Okulu’ndan, Kars’a tank taburuna kura çektim. Ordunun bir personeli olarak Serhat şehrinde askerlik yapacaktım. Heyecan veren bir durum.

Kars’a gittim, göreve başladım. Birinci Bölüğün takım komutanıydım. Ankara’da zırhlı birliklerden devre arkadaşlarım da vardı. Maaşımız o zamanki şartlara göre çok iyiydi. Bir otel odası kiralamıştım. Bekar lojmanlarında kalmayı tercih etmemiştim. Aylığımın bir kısmını kendime ayırdıktan sonra bir miktarını anneme, arada bir de eşime gönderiyordum.

Öğretmen olan Faik ağabeyimin hastalandığını, istanbul’da Validebey Sanatoryumunda yattığını, yengemin Zara’da çocuklarla maddi açıdan zor durumda kaldığını kendisinden aldığım mektuptan öğrendim. Kendim için ayırdığım parayı biraz daha kısarak, yengeme her ay para göndermeye başladım.

Çarşambayı perşembeye bağlayan gece çok sıkıntılıydım. Göğsümü ve karnımı gaz sıkıştırmasıyla sarsıldım. 03’e kadar rahat uyumuştum. O saatten sabahın ilk ışıklarına kadar anamdan emdiğim süt burnumdan geldi.  Kıvrana kıvrana, zorlana zorlana sabah namazını zor kıldım. Gaz zorlaması azalınca namazımı eda ettiğim odanın kanepesine uzandım. Uzanmamla beraber uykuya dalmıştım. Saat sekizde eşim ‘Kalk ilacını al kahvaltı yapalım.’ Dedi. Bahsettiğim ilaç sindirim için verdikleri ilaçtı. Aç karnına yemekten en az bir saat önce alınıyor.

Her günkünden bir saat önce hastaneye gittik. Çünkü kan alınacak, rendelenmiş elma ile nükleer tıpta yutma testi yapılacaktı. Orada benim gibi sıra bekleyen birkaç hasta daha vardı. Biri genç 35 yaşında bir kadındı. Adalet onunla ilgilenmiş, hastalığını sormuştu. Birkaç yıl önce kansere yakalanmış, tedavi gördükten sonra iyileştiği için tedaviyi kesmişler. Melun hastalık yeniden uyanmış. Vücudunun muhtelif yerlerini sarmış. Tedaviye yeniden başlamışlar. Yüzü tertemiz, gözleri pırıl pırıldı. Sanki korkmuyor gibiydi.

Elmayı bir çırpıda yuttum. Onlar da cihazlarla bunun ölçümünü yaptılar. Orada işimiz kolaydı fakat işlemin başlaması için en az bir saat beklemek zorunda kaldım. Hastaydım. Sabır onun yoldaşıydı. Başka çaresi yoktu.

Saat 13.30’da ışın tedavisinin yapıldığı radyoloji bölümüne geçtik. Salon tıklım tıklım doluydu. Anlaşılıyordu ki bir aksilik vardı. Sıra numaramı aldım. Numaratördeki sıraya göre üçüncü hasta olarak içeri girecektim.  Ama numaralar bir türlü ilerlemiyordu. (628)de kalmıştı ve nerdeyse yarım saat değişmedi. Meğer makine arızalanmış, dolayısıyla arıza düzelinceye kadar ışın yapılmamıştı.

Benzer bir durumu da Cuma günü yaşadık. Saat 14.30’da fiş aldım. Ama ışından çıkınca saat 17.30’u bulmuştu. Bu sefer de cihazın bir parçası değişmiş iki saat boyunca ışın tedavisi yapılmamıştı. Şikayet etmenin, dertlenmenin hiçbir faydası olmazdı.  Çünkü hastaydık, boynumuz kıldan inceydi. Muhtaçtı. Sabretmek, katlanmak zorundaydık.

Pazartesi ışın tedavisinin altıncı haftasına başlamış olacağız. Başlangıçta altı hafta olarak planlanan tedavi hoca ve başasistanın söylediğine göre yedinci hafta da devam edebilir. Dr. Gül Hanımın söylediğine göre son haftada alan daralması yaparak devam edecekler.

Bütün bunlar  tedbire tevessül        etmektir. Takdir Cenab_ı Hakka aittir. Tedbir şüphesiz takdiri bozamayacaktır. Mevlâ’nın  güzel eyleyeceğine iman etmişiz.

 

3 Nisan 2010

Bugün 14.30’da Nihat Karakurun ziyaretimize geldi. Eryaman’dan Maltepe’ye gelmek sanıldığı gibi kolay değildi. Otobüsle metro istasyonuna gelecek, metroya binecek, Demirtepe Ankaraydan geçecek, oradan Maltepe camiinin yanından dik yokuşu tırmanarak bize gelecek. Seksen iki yaşındaki bir adamın kolay kolay becereceği bir iş değildi. Maşallah hoca başardı.

Hoca ile ağırlığı Adana olmak üzere eski günleri, eski dostları, arkadaşları konuştuk. Adı geçenlerin büyük bir çoğunluğu vefat etmişti. Onlara rahmet diledik. En son rahmetli olanlardan birisi Mustafa Yılmazer’di. Onu da kanser yemiş bitirmişti. Allah rahmet etsin.

Mustafa ile Adana İmam Hatip okulunda birkaç yıl öğretmenlik yaptıktan sonra 1967 yılında beraber askere gittik. Etimesgut Zırhlı Birlikler okulunda 6 ay yedek subay öğrenci taburunda öğrencilik yaptık.

Ben Kars’a giderken Mustafa nereye kura çekmişti. Doğrusu hatırlamıyorum.  Benim için büyük ayıp.

Aynı yıl askerliği bitirmiştik. İkimizi de Adana’ya vermişlerdi. Ama ben imam hatip okuluna verilirken, onu Adana Endüstri Meslek Lisesi’ne tayin etmişlerdi. Mustafa’yla aynı okulda görev yapmamamızın sebebi kendi dünya görüşlerine aykırı olduğuna inananların marifetiydi. Ama ne gam! İmam Hatipte Ayhan Aksu, Sıtkı Keskin gibi arkadaşlarımız vardı. Mustafa’nın gittiği meslek lisesinde de Sadık Ödemiş, selim Hoca, Oktay ve Mehmet bey gibi Türkçü, Milliyetçi öğretmenler vardı. Öğrenciler açısından da ayrı ayrı okullarda görev yapmamız daha faydalı olmuştu. Derneğe gelip giden öğrenci fazlalaşmıştı. Her tür okuldan öğrenci geliyordu. Zaman içinde Adana’da Türkçü, Ülkücü sayısı artıyordu. Hemen hemen belli başlı okullarda arkadaşlarımız görev yapmaya başlamıştı. Derneğin çok yakınında bulunan İstiklâl Ortaokulunda Mehmet Poyraz vardı.

Rahmetli Nevzat Çakır Sümer mahallesindeki Atatürk Ortaokulunun müdürüydü. Rahmetli Tevfik Pampal Kız Lisesinde müdür yardımcısıydı. Eşi Nezihe Atatürk’te öğretmenlik yapıyordu. Nevin Çelik de aynı okulda müdür yardımcısıydı. Artan sayımıza rağmen Marksis-Leninist öğretmenlere göre azınlıktaydık.

Nihat Karakurum, tarih öğretmeni olmasına rağmen, okullara yaklaştırmakta mahzur gören idare onu Adana müzesinde görevlendirmişti. Böylece müze de bizim gidip- geldiğimiz bir başka merkez olmuştu. Müzenin yanıbaşındaki terzi dükkanında Ramazan Usta çok önemli bir dostumuzdu. Aslen Kıbrıs Türkü idi. Rahmetli Türkeş’i ve Adana’daki akrabalarını iyi tanıyordu.

Mehmet Poyraz öğretmenlikten ayrılmış Çalışma Bakanlığına iş müfettişi olarak geçmişti. Mehmet İktisadî ve İdari İlimler Akademisi mezunuydu. Ortaöğretim kurumlarında matematik öğretmenliği yapıyordu. Milliyetçi Cephe Hükümeti döneminde ben bakanlığı şube müdürü olarak atanmıştım. Mehmet de iş müfettişi olmuştu. Bütün Osmaniyeliler gibi çok güzel tespih şakırdatırdı.

Zaman nasıl geçmiş sormayın. Onların keskin günlerini anlatmaya çalışacağım. 2004’ yılında bir eylül akşamı kalp krizi geçirdim. Gazi Üniversitesi Hastanesi aciline ambülânsla götürmüşlerdi. Sonra kardiyoloji yoğun bakımına kaldırılmıştım. Normal servisine geçtikten sonra ihtisasını yapmakta olan uzun boylu genç bir doktorla tanıştım. Adı Fatih Poyraz’dı. Rahmetli Mehmet’in oğluydu. Nerden nereye…

Akciğer kanserini yenebilmek için tedavi gördüğüm radyoloji bölümündeki başasistan Gül Kanyakmaz da Osmaniyeli, Sıtkı Keskin’e telefonda bu konuyu anlattım. Amcasının adının Duran olduğunu söyledi. Bir gün sonra Duran’ı dükkâna çağırmış, benden bahsetmişti. O da yeğeni olan doktor hanımı aramış, benimle daha yakından ilgilenmesini istemiş. Işın tedavisi için sıra beklerken Gül Hanım’la karşılaştığımızda o söyledi telefon edildiğini.

 

6 Nisan 2010

Bu gün kemoterapiye almadılar. Çünkü kan değerleri düşmüştü. Doktorumuz hastanede yoktu. Yerine bıraktığı uzman hekim tereddüde düşünce telefon etti. Uğur bey “keselim” demiş. Zaten bu hafta mola verilecekti. Altıncı kür yerine bu etapta beşinci seansta iş bitti. Işın tedavisi de bu hafta sonu büyük ihtimalle bitince bir ara da onlar verecek. Kontroller yapılacak.

Sıra saatler sonra geldi. Sabah 9,45’te hastanedeydik. Saat 13,00’a doğru hastaneden çıkabildik. Söz verdiğimiz için MESEV’e Kenan hocaya gittik. Öğle yemeğini orada yedik. Çok yorulmuştuk. Eve geldiğimizde saat 15,00’dı. Uyumak için uzandım. Tam dalmak üzereydim ki telefon çaldı. İstanbul’dan geleceğini bildiğim İbrahim Arıkan’ın bize gelmek üzere olduğunu öğrenince hemen kalktım, giyindim ve misafirimi bekledim. Saat 16,00’da İbrahim Bey geldi. Yarım saat oturdu. Gelmiş geçmiş bir takım konuları ağırlığı sağlık olan bir sohbet yaptık. İbrahım Arıkan bir kitap bırakarak gitti. Adı çok dikkat çekiciydi:

Ya Yenilenirsin!

Ya da Yenilirsin!

Kitabı kendisi yazmıştı. İç kapakta ise:

Değerli dost,

Dürüst ve mert eğitimci Necdet Özkaya’ya Tanrıdan şifalar diler, saygılar sunarım. 6.03.2010 imza.”

İnsanın maneviyatını yükselten, yaşama ümidini, şevkini artıran dostça davranışlar.

Hastanede yattığım günlerde yüzlerce mesaj telefonuma gelmişti. Hepsi birbirinden güzel iletilerdi. İçlerinden birini uzun süre mesaj kutusunda muhafaza etmiştim. Yanlış anlaşılmayacağına inandığım arkadaşlarıma ve yakınlarıma okumuştum. Mesajı gönderenin ismi yoktu ve şöyle bir şeyler yazmıştı:

“Çok büyük sıkıntılar içindeydim. Beni siz kurtardınız. Yakalandığınız bu hastalıktan Allah da sizi kurtarsın.”

Böylesi bir dua, temenni, dilek karşısında duygulanmamak mümkün mü? Daha niceleri niceleri…

 

10 Nisan 2010

Bu gün öğle saati sonrasında telefon çaldı. Tanımadığım bir ses ve bir kişi adının Orhan Nomer olduğunu belirttikten sonra, Mersin’den aradığını söyledi. İngilizce dil kursunun sahibiymiş. Yirmi altı yıl önce beni tanımış. MHP’nin ilçe başkanlarından biriymiş. Kardeşim Necati’yle de sık sık görüşürlermiş.

Benim için o kadar duygulu ifadelerde bulundu ki istemesem de gözlerim yaşardı. İnsanın kadrinin bilindiğini bilmek kadar başka bir güzellik var mıdır?

Bir iki gün önce de Edip Özgenç aradı. Mersin’in eski milletvekillerinden. Sosyal demokrat. Yıllar öncesine dayanan bir tanışıklığımız var. Ben Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürüydüm. O da milletvekiliydi.

Hastalandığınızı nereden, nasıl öğrenmişse öğrenmiş, telefon etti; Hastalığınızı duyunca, çok üzüldüm. Gönlümün derinliklerinde bir ağabey var. O da Necdet Özkaya! O ağabeye gönül dolusu şifalar dilerim, iyi olacağınıza inanıyorum. Dedi.

Bugün Türk Ocaklarının Genel Kurulu yapılıyor. Kurultaya katılan arkadaşlardan Sıtkı Keskin burada işimiz bitince size geleceğiz dedi. Saim Mete, Bayram Türkoğlu, Dr. Kenan beraber geleceklermiş. Dr. Kenan dışındaki diğer arkadaşlar daha önce de ta Osmaniye’den, Dörtyol’dan beni görmeye gelmişlerdi. Ha unutmadan yazayım. Dörtyol’dan Hüseyin Polat da yakın zamanda tek başına bir akşam gelmişti. Akşam yemeğine misafirimiz olmuştu.

Telefonla sık sık arayanların başında Dörtyol’dan Emin Can, Mehmet Demir, Sami Ocak, Ceyhan’dan Bedirhan Yıldırım, Erzin Milli Eğitim Müdürü Mehmet  Oroz, Adana’dan haftada en az bir gün arayan  Mehmet Turgut, Bekir Öz aramaktalar.

 

10 Nisan 2010

Dün altı hafta, otuz iş günü süren ışın tedavisi bitti. Yazdıkları rapora göre kırk beş gün sonra kontrole gitmem gerekiyor.

Pazartesi günü kemoterapi uygulamasının yaptıran Uğur Beyle de görüşüp onun tam kaç gün ara vereceğini öğrendikten sonra, kısmet olursa Adana, Dörtyol taraflarına gideceğiz.

Gelenler arasında Rıfat Bey, Müberra Hanımı unutmamak gerekir. Boynumdan ameliyat olacağım gün hastanedeydiler. İki gün Ankara’da kaldılar. Geldikleri gün Başkent Öğretmen evinde kalmışlardı. İkinci gün bizde hafta sonu itibariyle eve izinli olarak çıkınca, ikinci gece bizde kaldılar. Gelişlerine çok memnun olmuştuk. Memnuniyetimizi mucip olan bir başka ziyaretçi çift ise Mücella ile Mehmet Mutlu’ydu. Onları da iki gece evinde Gülçin ağırladı. Kardeşim Cengiz’le Oğuz da birer günlüğüne ayrı ayrı tarihlerde geldiler. Oğuz Adana’dan, Cengiz de Eskişehir’den gelmişti. Bu ziyaretlerden sonra resmi bir görev için Ankara’ya gelen Selcen Özkaya ile de bir akşam yemeğinde bizim evde buluştuk. Kendisi matematik doktoru bir öğretmendir. İstanbul’da kuruculuğunu Bedrettin Dalan’ın yaptığı İstek Vakfı Okullarının Genel Müdür Yardımcısıdır. Yemekten sonra aramızda çok güzel eğitim konulu bir sohbet oldu. Kendisiyle amcası olarak kıvanç duydum. Görüşümü hem kendisine, hem de babası Cengiz Özkaya’ya  da söyledim.

Geçen hafta pazartesi akşamı Atilla Gürdal geldi. Kendisi harita astsubayıdır. Erdek garnizonunda görevlidir. Rahmetli Hüseyin Gürdal amcanın torunu Osman Gürdal’ın da oğludur. Elinde çok güzel, büyük bir çiçekle gelmişti. Bu geliş gidişlerin sağlığım açısından faydalı olduğu inancındayım.

Kendimi iyi hissettiğim zaman hastanede yattığım günlerde de evde kaldığım zamanlarda da çokça kitap okudum. Satın aldığım halde okuyamadığım kitapları birer birer raflardan indirerek okudum. Elimdeki en son okuduğum kitap İsmet Boztağ’ın yazdığı Atatürk Soykırım İddialarını Reddediyor.

Tarihin vicdanını sızlatan soykırım yalanı.

Kitabın birinci bölümünde “Celâl Bayar’la Bir Soykırım Sohbeti”

16 Ağustos1980

Celâl Bayar’la baş başa

Bu bölümde önemli gördüğüm cümlelerin altını çizmiştim.

“Ermeniler, yaşayış bakımından en çok bize benzeyen bir millettir. Dinî inançlarından başka, Türklerden ayrıldıkları bir yer yok gibidir.

Bulundukları topraklar ayakaltı bir konumdaydı. Küçük bir toplum bağımsızlığını uzun süre sürdüremedi. Ermenilerin tarihi, hep başka milletlerin yönetiminde geçmiş olaylarla doludur. Bu yüzden “Başkaları ile iyi geçinmesini bilen” bir sosyal yapıyı oluşturdular.

“Teba-sâdaka” olan Ermenilerin bir bölümü Osmanlı idaresinde “Teba-i hadise” olmaya koşullandılar.

“Türkçede bir söz vardır: “Damlaya damlaya göl olur.” Derler doğrudur. Osmanlı ülkesi “Kan değişimini geçiriyordu. Doğunun diğerkâm ahlâkından, Batı’nın egoist ahlâkına geçiyorduk!

HARBORD RAPORU

(AMERİKALI GÖZÜ İLE ERMENİLER)

Bu raporu inceleyen ve bazı pasajlarını kitabına aktaran Yalçın Küçük’ten alıntılar yapıyorum. (Türkiye Üzerine Tezler 5. cilt,288 sayfa)

“Ermeniler, Kafkas berisi toprakların Yahudiler olarak görüyor ve şöyle anlatıyorlar. Bankacıdırlar, aracıdırlar, tefecidirler. Bölgenin çoğunluğu Müslüman olan halklarını sömürüyorlar. Ermeniler, hukuken hiçbir zaman yanlış ve ahlaken  hiçbir zaman doğru olmazlar..”

“Ermeniler özellikle son hareketlerindeki  vahşetler, ne ölçüde kan dökücü, vahşi bir millet olduklarını, bizzat kendileri ispat etmişlerdir.”

“Oysa kişinin “Nefis Müdafaası”ne ise devletin “Öz savunması” da odur. Kişi kendi hayatını; devlet kendi devamını güvende bulundurmak zorundadır.

“1907’de Dersim’de Kürtler, etraftaki köylere baskınlar yapıyorlardı, bu yıl aynı şeyi tekrarladılar. Ancak çok ileri gittiklerinden üstlerine kuvvet gönderildi.”

“İstanbul’daki kolej 1840’ta Cyrus Hamlin tarafından kuruldu, sonradan “Robert Kolej” adının aldı.”

“İlk talebelerin hemen hepsi Ermeni geçlerindendi. Birkaç yıl sonra Boğaz’daki  (şahane???) geçti. Bu koleji bitirenler, zamanla birçok milletin lideri durumuna geldiler. Buradan çıkan Bulgar öğrencileri, Bulgaristan”daki milli hareketin başına geçtiler.

 

12 Nisan 2010

Bugün saat 11,00 sıralarında Dr. Uğur Bey’e gittik. İlaçla tedaviye ne zaman başlanacağını sorduk.

28 Nisan’a gün verdi. Biz de Cuma günü Dörtyol’a Adana’ya gitmeye karar verdik. Nasip olursa, belirtilen günde yola çıkacağız.

 

13 Nisan 2010-Ankara

Saat 11,00’de ziyaretimize Millî Eğitim eski bakanlarından Sayın Ali Naili Bey, Mehmet Çatakay’la birlikte geldiler. Yarım saat sonra Ömer Balıbey de gelince sohbet biraz daha renklendi.

Ali Naili Beyi dinlemek gerçekten büyük bir zevk oluyor. Hem güzel konuşuyor, hem de engin bir siyasi deneyimi var. Milliyetçi bir insanın, siyasetçinin duruşu farklı oluyor. Sayın bakanla tanışıklığımız 1975 yılının Eylül ayına kadar dayanıyor. Beni Adana Atatürk Ortaokulunun Türkçe öğretmenliğinden bakanlığa getiren kendisidir. Görevde iken bize karşı hep sempati ile davrandı.

Türk adamı yetiştirmek için bakanlığı döneminde ciddi işler yapılmıştı. Müfredat programlarında, ders kitaplarında, Millî Eğitim Kanunun ruhuna uygun değişiklikler yapıldığı bir önemli işti. Öğretmen okullarında, eğitim enstitüsünde solcu öğretmenler yerine milliyetçi öğretmenler yetiştirildi. Onlar milliyetçi kadroların yetiştirmesini sağladılar.

Rahmetli Rıza Kardaş (TTK Bşk) müsteşar rahmetli A. Nihat Akay, rahmetli Melin Haser (TTK üyesi) öğretmen okullarının unutulmaz isimleri arasında birinci sırayı alan Ayvaz Gökdemir, yardımcısı Hüseyin Sarı ve isimsiz nice kahramanlar…

Kimler, kimler?...

 
 

You have no rights to post comments

An itibariyle ziyaretci sayısı:

267 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi