ÜÇ ARKADAŞ

10 Temmuz 2008-Dörtyol  

“İnsanın önünde aşılacak yol pek kısa kalınca, daha yaşanabilecek günlerin sayısı azala azala sana yaklaşınca geçmişi düşünerek gözlerini geriye doğru çevrilmesinde büyük bir haz duyuluyor. Bu sayede arkadaşsız kalmış bir dünyada hayat uzatılmış oluyor.” “Galiba bunun için olacak ki genellikle yazarlar hayatlarının sonlarına doğru anılarını yazarlar.”  Halit Ziya Uşaklıgil, (İzmir Hikayeleri)

 

      12 Temmuz 2008-Dörtyol  

“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm

Ölümsüzlüğü tattık bize ne yakın ölüm.”

                                    Erdem Beyazıt

“Ölümden ne korkarsın

Korkma ebediyen varsın!”

                                        Yunus Emre

Ayvaz Gökdemir’le Kars’ta tanışmıştık. Sene 1967’nin sonu veya ilk ayları olabilir. İkimiz de askerlik yapmak üzere Kars’ta bulunuyorduk. Ben tank taburunda, o topçu alayında idi. Üçüncü bir arkadaşımız daha vardı: Nevzat Köseoğlu. Kader üç ülküdaşı bu serhat şehrinde, aynı görevi yapmak üzere buluşturmuştu. Önce ben gitmiştim sonra Nevzat Köseoğlu, en son Ayvaz Gökdemir Kars’a gelmişti. Rize Otelinde kalıyorduk.

Köseoğlu ile Gökdemir Ankara’dan birbirleriyle tanışıyorlardı. Onlarla yeni tanışan bendim. Ne kadar çabuk, ne kadar candan birbirimizi sevmiş, birbirimizle anlaşmıştık. Sonra ruhlarımız ezelden, ta kalu beladan beri birbirlerini tanımış sevmiş gibiydiler….

Aynı fikir ve his kaynaklarından beslenmiş arkadaşlardır. Dünyaya aynı açıdan bakıyorduk. Türkiye meseleleri ve çözümleri üzerinde ortak kanaatlerimiz vardı.

Aynı siyasi harekete ve düşüncelere sahiptik. Milliyetçilik ve ülkücülük ortak sıfatımızdı.

Mesai saati bitip sonunda otelde buluştuktan sonra Burhaneddin beyin Saray Pastanesine giderdik.

 

21 Temmuz 2008-Dörtyol

Ayvaz Gökdemir arkadaşımdı. Arkadaştan da ileri kardeşimdi. Şüphesiz ki aynı ananın, babanın çocukları değildik. Aynı Allah’ın kulları, ayın peygamberin ümmeti, aynı milletin çocukları, aynı vatanın evlatları idik. Aynı dili konuşuyor, aynı duyguları paylaşıyorduk. Aynı kıbleye yöneliyor, dünyaya Türk gibi bakıyor, olup bitenleri Türkçe okuyor ve Türkçe değerlendiriyorduk.

O bir dostu, o bir arkadaştı, o bir kardeşti. Bir elmanın iki yarısı gibiydik. Onun için vefatından sonra, yakın uzak yerlerden, ailesinin bir ferdi gibi bana başsağlığı dileğinde bulunmalar oldu….onları hiç yadırgamadım. Biz birbirimizi nasıl arkadaş kardeş olarak bilip davranıyorsak, başkaları da bizi öyle bilip davranıyordu.

Dostluğumuzun, arkadaşlığımızın mazisini sual edenler derim ki Kalu beladan beri.Mânâ aleminden madde âlemine, askerlik münasebetiyle tecelli etti. Vücut buldu.

Askerlik, ordu, Mehmet, Mehmetçik, gazilik, şehitlik ikimizin de tüylerini diken diken ediyordu. Biliyor ve iman ediyorduk ki, milletimiz ordu milletlerin en çok sap ve en çok dövüşeniydi.

Doğuşu bir kur kavga değildi. İlâ-yı kelimetullah ilke edinen milletimizin bir medeniyet mücadelesiydi. En son dinin en güzel eserlerini en doğru fikriyatını ve en doğru tatbikatını cihana göstermekti. Örnek alınacak bir hayat, örnek alınacak bir düzen kurmaktı.

Geçici de olsa mensubu olduğu ile övündüğümüz askerlik ocağının aynı zamanlar Peygamber ocağı olduğunun idraki içindeydik. Yurdun dürt bir yanından toplanıp gelen rütbeli, rütbesiz bu vatan evlatları ile birlikte talime çıkmak, ders görmek, nöbet tutmak, aynı havayı, ruhu teneffüs etmek insana yarı bir tecrübe, ayrı bir birim kazandırıyor. Hayatın bir başka safhasında benzer duyguları tatmak, benzer heyecanları yaşamak mümkün değildir.

Kars’a gitmeden öne rahmetli Türkeş’e veda etmek bir emri olursa almak için gittiğimde;‘ordu bir milletin özüdür, hülasasıdır. Kışlalarda, alaylarda bunları müşâhade edeceksiniz.” Demişti. Doğru bir görüş, gerçek bir tespitti.

Bu tespitleri Ayvaz Gökdemir İle, Nevzat Kösoğlu ile her akşam vazife dönüşü kalmakta olduğumuz Rize Otelinde yeniden yeniye yapardık. İnce tahliller yapar kendimizce doğru buluğumuz mantık ve yargılara ulaşırdık.

Saray pastanesinde Karslı sivil arkadaşlarla yaptığımız sohbetlerin tadına doyum olmazdı. Başta siyaset olmak üzere her konuyu konuşur, tartışırdık. Sohbetlerimizin müdavimlerinin başında avukat Yasın Bozkurt ile pastanenin sahibi Burhanettin beyle, kerestecilik yapan Alay bey gelirdi.

Her gece Milliyetçi Hareket Partisinin müteşebbis heyetini kurar, Rize Palas’a o mutlulukla uyumak için dönerdik. Bir sonraki akşam, müteşebbis heyetin dağıldığını esefle öğrenmiş olurduk. Bir türlü verilen sözler, alınan kararlar hayata geçirilmezdi. Garip fakat izahı olmayan bir durum. Daha doğrusu izah etmek istemediğimiz bir durum.

Saray pastanesindeki sohbetler şakayla, lâtifeyle karışık devam ederdi. O günün Türkiye’sinde “sol”un her türü, baskın bir şekildeydi. Örgütlüydü. Sesleri çok gür çıkıyor, diledikleri eylemleri diledikleri yerlerde, diledikleri zamanlarda yapabiliyorlardı. İktidarda AP’si vardı. Ama arkalarına CHP’yi alan sol, sendikalar da, öğretmenler arasında, üniversitelerde hatta liseli öğrenciler arasında yaygın ve güçlü bir durumdu.

Türkiye’nin en nazik meseleleri, en zayıf tarafları kaşınarak iltihaplı yaralar haline getiriliyordu.

Kars ’da o dönem (1967-69) CHP birinci partiydi. TÖS ise çok etkiliydi. Demokrasi ve özgürlük adına etnik ve inanç ayrılıklarını istismar etmekte, bölücülerle yarışır haldeydi.

Kars’ın sosyoloji  yapısı çok kırılgan ve nazikti. Bu tür politik görüşlerin zemin bulması için uygundu.

Saray pastanesinde sohbetlerin önemli konuları arasında vatanın, millet, devlet, ordu, gençlik, gençliğin eğitimi. Marksizm’in ve solun yarattığı gerginlik vb…..

Dört kişilik bir masada başlayan sohbetler zaman içerisinde büyüdü, uyandırdığı ilgi, şehirde duyuldu. Pastanenin asma katını kapladı. Sohbete katılanların sayısı arttı. Değişik mesleklerden, yerli yabancı bir çok kimse sohbet halkamıza katılır oldu.

Herhalde saray pastanesi ne bizden önce, ne bizden sonra böylesi sohbetlere bir daha şahit olmamıştır.

Bizim askerlik yaptığımız  1967-69 yıllarda Kars çok canlı, çok zengin bir şehirdi. Sözü sohbeti dinlenir kimseler vardı. Aşık geleneğini devam ettiren üç-beş şehrimizden biriydi.

Zenginlik kaynaklarının başında hayvancılık gelirdi. Süt ve sütten elde edilen yağ, peynir, özellikle kaşar üretimi halkın en büyük geçim kaynağıydı.

Kars’tan henüz Iğdır ve Ardahan ayrılarak il olmamışlardı. Dolayısıyla ticaret ve ekonomi canlıydı. Diğer illere toplu bir göç başlamamıştı. Hatta Rize, Trabzon gibi illerden Kars’a çeşitli alanlarda iş yeri kurup yerleşen aileler vardı.

Kaldığımız Rize otelinin sahipleri Rizeliydi. Kardeşlerden biri de fırıncılık yapardı.

Rize Palas’taki sohbetlerimizde en az pastanedeki kadar canlı ve etkili olurdu. Soğuk kıs gecelerinde gürül gürül yanan büyük kömür sobasının etrafında toplanışımız bende hep Faruk Nafiz’in Han Duvarlarındaki “han”ı hatırlatırdı.

Nevzat Kösoğlu ile Ayvaz Gökdemir otelin ikinci katında beraber kalırlardı. Kösoğlu pazar günleri yataktan çıkmadan, yorganın altında iki dizini bitişik nizamda diker, üstüne yazı makinesini koyar, tuşlara tek tek vurarak ağır aksak yazmaya başlardı. Yazılar da sohbetleri gibi derin ve muhtevalı konulardı. Daktilo merhum babasından kalmaydı. O makine bir sadakayı cariyeydi. Çünkü ondan çıkan yazılar milletin ilim, irfanına, dinine diyanetine hizmet ediyordu. İnançların yenilenmesine ve kuvvetlendirilmesine aracılık yapıyordu. Makine hayırlı olur da onu kullanan insan hayırlı olmaz mıydı. Babası için amel defteri Nevzat’tan ve onun yazdığı kitaplardan dolayı hiç kapanmayacaktır. Hüsn-i şehâdet sadece ebedi âleme göçüşün son merhalesi olan musalla taşıyla yani cenaze namazı ile sınırlı değildir. Hüsn-i şahadetten kıyamete dek devam eder, hatırlamalar rahmet dileklerine ve Fatihalara vesile olur.

Ayvaz Göktemir de Kösoğlu gibi hayırlı bir evlat, mümin mütevekkil bir kul, hazreti Peygambere aşk mertebesinde bağlı, onu en iyi anlayan ve anlatan bir kul. Milletimizin halis belir evladı. Okuyan, yazan, konuşan, düşünen bir evladı. Türk olmanın gururunu taşıyan Müslüman olmanın hamdını ve şükrünü eda eden bir dost, bir arkadaş.

Hayat, sağlık, evlâd ü iyal, mal mülk, makam, mevki vb. hep geçici, emanet olduğunun şuuru ve idraki içinde kendisiyle, Allah’ı ile barışıktı. Mütevekkildi. Her şeyin ondan geldiğini bilir, inanır, iman ederdi.

Büyüklerimizden kalma bir mübarek söz vardı. Hikmet yüklüydü. Üç kelimeydi ama mânâsı hem geniş, hem derindi:

“Allah var, gam yok!”

Eski medeniyetimizin bütün inceliklerini ve hususiyetlerinin ifade ediyordu.

Ayvaz Gökdemir  de Nevzat Kösoğlu  da bu inanışın iki değerli kalemi düşünürüydü. Onlarla sohbet insana her zaman yeni düşünme ve muhakeme zeminleri açardı.

Kars’ta ilk tanışmamızda, “bana seni eskiden beri biliyorum.”dedi. Salih adında Ernis Öğretmen Okulundan yüksek öğretmen okulunu giden bir arkadaşımız vardı. Benden bir sınıf aşağıdaydı. Canikli’ydi. Bir adı da Tımar olan bir bucaktı. Rahmetli babam orada nüfus memuruydu. Salih de oralıydı. Dolayısıyla arkadaşlığımız tatil aylarında da devam ederdi. Ayvaz’la yakından huyuyla suyuyla duygu ve düşünceleriyle tanıyınca, yemin billah ederek, “sen aynen Necdet Özkaya’ya benziyorsun.” Dermiş. Ondan dolayı Ayvaz Gökdemir yıllar öncesi adımı, sanımı duymuş. Yüz yüze tanışıklığımız ise Kars’ta nasip oldu. Takdir-i İlâhi. Kısa zamanda birbirimizi sevdik, arkadaş olduk, dost olduk. Dünya ve ahiret kardeşliğine inandık.

Ayvaz bizden evvel ahret yurduna göçtü. Ümit ediyor ve diliyorum İlâhi rahmete ve  gufrana nail olmuştur. Ondan kalan eserler ve aziz hatıralar bizim için teselli kaynağı olmuştur.

Yetim ve öksüz olmak her zaman insanı mahzun ve mükedder eyler. Dost yetimi, arkadaş öksüzü olmak ise insanda tesellisi zor bir acı ve gurbet duygusu uyandırır.

 

28 Temmuz 2008-Dörtyol

Ayvaz Gökdemir’ i merkeze alarak Kars’ta geçirdiğimiz günleri hatırlarken sevgili arkadaşımın ne kadar şakacı, latifeden hoşlandığını mizahı sevdiğini belirtmem lazım.

Günlük mahalli bir gazetede müstear isimle yazılar yazıyordum. O isimle yazılanları benim yazdığımı Nevzat da biliyor Ayvaz da….

20 Temmuz 1969’du. Apollo 11 aracı ile insanoğlu “ay”a ayak bastığı gün akşamında taburda nöbetçi subaydım. Bir başka nöbetçi arkadaş;

“Gece çok güzel, ay çok parlak gel benzinliğe, cephaneliğe doğru gidelim. Hem nöbetçileri kontrol eder, hem de yüksek bir yerden “ay”a bakarız. Belki yürüyüşü biz de görürüz.”dedi. çıplak gözle, hatta taburdaki dürbünlerle bile bunun mümkün olamayacağını anlattım ama, ikna edemeyeceğimi anlayınca onunla gittik ama, ay yüzünde hiçbir şey göremedik.

Bir gün sonra da bu olayı otelde anlatınca Nevzat da  Ayvaz da çok gülmüşlerdi. İnsanoğlunun aya gidişiyle ilgili yazdığım yazının başlığı ise “İmam mâni olmasaydı!” diye koymuştum.

Arkadaşlarım bu ismi çok zekice bulmuş, bir yenileşme veya batılaşma maceramızın kimi zaman açık, kimi zaman üstü kapalı olarak ifade edilen fikirlerin düşüncelerin kapsayıcı bir ifadesiydi. Demişlerdi.

Okullar tatil olunca Adana’da oturan eşim ve kızım Gülçin Kars’a iki yaz üst üste gelmişlerdi. Yani yaylaya çıkmışlardı. İlk geldikleri yazdı. Gelmeden önce iklim farklarını anlatarak Kars’a göre hazırlıklı gelmelerini belirtmeye çalıştım. Tren Kars istasyonuna girip durunca, gördüklerime inanamadım. Eşim de, kızım da Çukurova’ya göre giyinmişlerdi. Kars Haziranın ikinci yarısı olasına rağmen kıs günlerini aratmayan soğuk bir günü yaşıyordu. Benim üstümde askeri paltom vardı. Onlar kısa kollu ince birer elbise giymişlerdi.

Acele olarak kapalı bir fayton kiralayarak onları bir an önce kalacağımız otele ulaştırdım. Hasan efendinin odun sobasını yakmış, içerisini adam akıllı ısıttığını otaya girince anladık.

Gülçin odadaki yatakların birinin üstüne oturup biraz ısınınca birdenbire “anne babam ne kadar kocaman olmuş.” Dedi. bu söze çok gülmüştük. Aradan bunca sene geçtikten sonra aklımıza geldikçe hâlâ hatırlar ve güleriz.

Gülçin şimdi iki çocuklu, hukukçu bir anne, büyük çocuğu İrem önümüzdeki dönemde liseye başlayacak.

İkinci yazın sonunda terhis olacaktım. Adalet o yıl Kars’taki iklim şartlarına göre hazırlıklı gelmişti. O yaz Saray Pastanesinin sahibi Burhanettin Beyin ana cadde üzerinde bulunan Dörtyol ağzındaki büyük evinin arka tarafta avluya bakan kısının bize kiraya verdi. Onlarla bizim aramız bir bölmeyle kapatılmıştı.

İhtiyacımız olan kap kaçak, çatal bıçak, yorgan, yatak hepsi ama hepsi eşten dosttan emanet olarak alınmıştı. Sürahi olarak kullandığımız kap bir büyük rakı şişesiydi. Bu şartlar içerisinde bile zaman zaman Nevzat’la Ayvaz’ı akşam yemeğine davet eder ev ortamı içinde uzun süren sohbetler yapardık.

Nevzat’ın nöbetçi olduğu bir akşam Ayvaz’ı yemeğe davet etmiştik. O gün yemeğe komşumuz olan İmam Hatip Müdürünü de çağırmıştık.

Rahmetli Ayvaz, masaya koyduğumuz sürahi olarak kullandığımız su dolu rakı şişesini göstererek,

“Müdür bey, burada üçümüzden başka kimse yok. Bu akşam kafamızı iyice çekebiliriz.” Deyince müdür halden hale girerek, ne söyleyeceğini şaşırdı. Onun gösterdiği tepkiyi hiç unutmadık. Askerlikten laf açıldığında hep bu sürahi olayının hatırlardık başkalarına da bu olayı anlatır zevk alırdık.

Vefat etmeden bir-iki ay önce bir arkadaş meclisinde rahmetli bu konuyu anlatınca, dinleyenler “bunları yazmalısın” demişler. “Ben de yazılması gerektiğini düşünüyorum.” Diye cevap verdim. Onun yazdığını sanmıyorum.

Suyu rakı şişesinde görünce rakı zanneden müdürle kırk yıl sonra Dörtyol’daki yazlık evimizde  beni ziyarete gelen bakanlık müfettişleri arasında müdürüde  görünce çok şaşırmıştım.

“Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.” Atasözünün doğruluğu bir kere daha anlaşılmıştı.

Ayvaz Gökdemir, milliyetçi cephe olarak adlandırılan S. Demirel Hükümetinde Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğüne atanmıştı. Mayıs1975’ti. O genel müdür olduktan sonra taşrada görev yapan arkadaşları içind6e herhalde ilk arayıp Ankara’ya Bakanlıkta birlikte çalışmak istediği ilk isim “ben” oldum. Eşim, annem, kardeşlerim ve bazı arkadaşlarımla görüştükten sonra kabul ettim. Kabul etmekte biraz zorlandık. Çünkü Adana Kültür Derneği’nde çok yararlı çalışmalar yapıyorduk. Başkanlığı bırakıp Ankara’ya gitmek,

Bu faaliyetleri büyük çapta aksatacağı ihtimali vardı. Bir ihtimal de zaman içerisinde gerçekleşecekti. İşimizi, ailemizi, dostlarımızı, akrabalarımızı terk ederek tanımadığımız, bilmediğimiz bir şehre gitmek, orada her işe yeniden başlamak ne kadar zordu. Zorluğuna rağmen bakanlık merkez teşkilatında çalışmak, Ayvaz Gökdemir’le yeniden arkadaş olup birlikte çalışmak ayrı bir heyecan ve zevk veriyordu.

Eylül 1975’te Ankara’ya taşındık. Genel Müdür yardımcısı olacaktım. Bin bir zorlukla Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğünde bulunan bir şube müdürlüğü kadrosu bulundu. Oraya atamam yapıldı. Bu zorluklar, çıkartılan engeller arkadaşımın üzülmesine sebep oluyordu. Sabır göstermenin, tahammül etmenin zamanıydı. Biz de onu yaptık tek güvencemiz müsteşar olan Ahmet Nihat Akaydı. Nitekim onun çabası ve gayretiyle münhal bulunan kadro bulunmuştu. Genel müdür yardımcısı olarak atanacağımı düşünerek, Adana’dan ayrıldım. Şube müdürü olarak göreve başladım. (Zaman içinde verilen sözler tutuldu. O ayrı bir konu.)

Türkiye, Ayvaz Gökdemir’in o yılları anlattığı kitabına koyduğu isim gibi “Buhran” lı günleri, dönemleri yaşıyordu.

Buhranın merkezinde Milli eğitim Bakanlığı, Bakanlığın içindeki Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü hedefteki isim Ayvaz Gökdemir. Dostluklar, düşmanlıklar onun şahsında toplanıyordu.

Henüz otuz üç yaşındaki bir genç adamın bu kadar ağır ve sorumluluğu yüksek bir görevi gerilimli, şiddetli çok fazla ortam ve şartlarda tahammül etmesi çok zordu… Adeta “ateşle imtihandı.” Elbette ki günler hep kavgalı, gürültülü geçmiyordu. Sakin günler de sevinçli günler de vardı. O dönemleri bire bir dönüp anlatacak değilim.

Elimdeki kitap “Buhranın Kaynağında” o dönemlerin hikayesidir.

Kitabın 7 Mart 1980’de bana imzalayarak vermiş.

“Yarcan beraberim Necdet Bey’e çilesini ve şerefini bir birlikte paylaştığımız bir hizmet devresinin hikayesinden birkaç sayfayı saygı ve sevgiyle.”

Aradan yirmi sekiz sene geçmiş.. Ayvaz’ın vefatından beş on gün sonra Vecdi Aksakal’la Nevzat Kösoğlu’nun bürosuna Ötüken’e gittik.

Sohbetimiz genellikle Kösoğlu’nun yeni çıkan Enver Paşa ile ilgili büyük hacimli kitabıydı. Konu Enver Paşa olunca Süleyman Demirel’le Ayvaz Gökdemir de söz konusu oldu. Çünkü Enver Paşa’nın kabrinin Türkiye’ye naklinde zamanın Cumhurbaşkanı Demirel ile o dönemde bakan olan Gökdemir’in iradesiyle oldu. Söz sözü açınca Gökdemir’in “Buhranın Kaynağında” adlı kitabından bahis açtım. Vecdi Aksakal kitabı bilmediğini beyan etti. Kösoğlu kitabı ilk çıktığında eni konu okumuştum. Ayvaz kitapla ilgili düşüncelerimizi sorunca,

“Bir genel müdür böyle bir kitap yazmamalı ama içinde öyle bölümler var ki, Türkçe ve edebiyat kitaplarına örnek metinler olarak konulacak güzellikte ve mükemmelliktedir.” Dedi. Bu söz doğru bir tespittir.

Kitabı bir de bu gözle okuyunca gördüm ki değerlendirmesinde Kösoğlu haklıdır. Nevzat başka bir düşüncesini daha söyledi. Bildiğim, tanıdığım bir çok kelimenin kullanışını ve cümle içinde kazandığı anlamı ondan öğrendim. Dedi. Kösoğlu gibi bir çok kitabı, makalesi olan bir arkadaşımızın bu ifadeleri, Gökdemir’in Türkçeye ne kadar hakim olduğunu ve kelime hazinesinin ne kadar zengin olduğunu gösterir.

Kitabın önsözünden başlayarak önemli gördüğüm her satırın ve her cümlenin altını kırmızı kalemle çizerek bir kısım paragrafları da büyük parantezin içine alarak okumuştum.

“Önsözden itibaren altını çizdiğim cümleler içinden bir ikisine yeniden baktım:

“17.asrın hakim devlet adamı Koçi Bey, Sultan lV. Murad’a sunduğu meşhur ve marif risalesinin bir yerinde, “Aldırış etmemekle âlem elden gider.” Diyor. Bir başka yerinde, “Herkes Allah’ın tenbihine mazhar olmaz.” “ona göre anlayıp ibret almak lazımdır.” Hakimane ikazında bulunuyor.”

İbret almak mı, alınsaydı diyor Akif, “hiç tarih tekerrür eder miydi? “ tarih tekerrür etmekle kalmadı, çığ” gibi büyüyerek karşımıza çıktı. Dünkü “anarşi” dediğimiz hadise bölücülük olarak bir kürtçü akıma dönüştü. Hâlâ ciddi bir tedbir yoktur.

 

You have no rights to post comments

An itibariyle ziyaretci sayısı:

74 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi