SEVMEKLE SEVR ARASINDA TERCİH YAPMAK

SEVMEKLE SEVR ARASINDA TERCİH YAPMAK

Necdet ÖZKAYA

14 Ocak 2007 - Ankara

Dün Ankara’da benim açımızdan iki önemli toplantı vardı :

1.Çukurova Adanalılar derneğinin Çukurova’nın Kurtuluş Günleri ve Çukurova da Ermeni faaliyetleri ve ihanetleri,

2.21.Yüzyıl Enstitüsünün Kerkük’le ilgili toplantısı.

Birincisi Anadolu Ajansının konferans salonunda yapıldı. İkincisi de Etap Altınel otelinde yapıldı. İkisi de her Türkü ilgilendiren konferanslardı. Ama özellikle Türk milliyetçilerinin bu toplantılara yakından ilgi göstermeleri gerekiyordu. Öylede oldu. Talihsizlik her iki toplantının da saati 14:00 de ve aynı günde yapılmış olmasıydı.

Ermeni faaliyetleri ve iddialarıyla ilgili konuşmayı Türk tarih kurumu başkanı Yusuf Halaçoğlu yaptı. Ermeni iddialarının asılsız olduğunu belgeleriyle gösterdi. Ama siyasi olarak dünya çapında Ermeni iddialarının doğru kabul edildiğini belirtti.

Bir çok ülke Fransa örneğinde olduğu gibi Ermeni soykırımı kanunu kabul ettiğini söyledi.

Diplomasi ve siyasi başarısızlığımızın en büyük sebebi tarih şuurunun eksikliğidir diye belirten Halaçoğlu çocuklarımıza tarihimizi öğretemediğimizden dolayı şikayetçiydi. Nasıl öğretecektik, çocuklar nasıl öğreneceklerdi?

Okullarda öğreneceklerdi. Elbette öğretmenler öğretecekti. Ne var ki  TÖS’lü, TÖB-DER’li Eğitim-Sen’li öğretmenler Türklüğü aşağılamakta, tarih kitaplarının ırkçı-islamcı bir anlayışla yazıldığını belirtmektedirler. Başta Kürtler olmak üzere Ermenilerin, Süryanilerin kültürel kimliklerini eritmek ve yok etmek için tarih, edebiyat ve Türkçe ders kitaplarını araç olarak kullandığımızı iddia etmektedirler. Her gün binlerce Eğitim-Sen’li öğretmen çocuklarımızın beyinlerini yıkamaktadırlar.

Son zamanlarda bir çok yazar ve prof. Unvanlı akademisyenler bile Ermeni iddialarının doğru olduğunu yüz binlerce Ermeni’yi kestiğimizi, öldürdüğümüzü konuşup yazmaktırlar.

Nobel edebiyat ödülünü kazanan Orhan Pamuk “Bir buçuk milyon Ermeni’yi, otuz bin Kürdü kestik. ” demekten çekinmiyor. Milletimize, devletimize iftira etmekten dolayı Nobel ödülü kazanıyor.

Elif Şafak adlı bir başka bayan yazar Orhan Pamuk gibi romanında Türklüğe hakaret edebiliyor. Çıkarıldığı mahkemede de beraat ediyor. Orhan Pamukta beraat etmişti. Bu iki yazarın beraat etmesinden dolayı başbakan, dış işleri bakanı memnuniyetlerini ifade etmekten kaçınmıyorlardı, kamuoyunun tepkisinden korkmuyorlardı.

Akşam haberlerini dinlerken Arjantin’in de soykırım kanununu çıkardığını öğrendim. Dış İşleri Bakanlığımız kınamaktan başka bir şey yapmadığını maalesef bir defa daha gördük.

Konferansta ikinci konuşmayı Anadolu Ajansı genel müdürü yaptı. Konusu kurtuluş savaşında Anadolu Ajansının kurulması ve hizmetleri idi. Milli basınla birlikte ajans Türk İstiklal Savaşının haber kalesi olmuştu.

Üçüncü konuşma konusu :

Çukurova’nın, Tarsus’un, Mersin’in Fransız işgali ile ilgiliydi. Başkent Üniversitesi tarih profesörü olan Çukurovalı Kemal Çevik tarafından anlatıldı.

Kemal Çevik ilk kurşunun bilindiğinin aksine İzmir’de Hasan Tahsin tarafından değil, Dörtyol’da Kara Mehmet’in ilk kurşunu attığı resmen ve ilmen kabul edildiğini belirtti.

Ben olayı yakinen biliyordum. Çünkü yazlığımız Dörtyol’dadır. Her yaz birkaç ay orada kalırız. Dörtyol’da çeşitli meslek mensubu birçok öğrencim vardır. Bunların büyük bölümü Adana İmam Hatip Lisesinden mezun olmuşlardır. Bunların en ünlülerinden biri Bayram Türkoğlu’dur. Eczacılık yapmaktadır. İki dönem üst üste Dörtyol belediye başkanlığını yaptı. Partisi son belediye seçimlerinde onu değil, Fadıl Beyi aday gösterdi. Fakat MHP seçimi kaybetti. Dörtyol’a şehircilik, çevrecilik, bayındırlık ve sosyal alanlarda büyük hizmetler yaptı. Sevilen sayılan bir kişi olan Türkoğlu Dörtyol’un tarihine de sahip çıktı. Kitaplar yazdırttı konferanslar verdirtti “ İlk Kurşun Anıtı” da onun zamanında yapıldı.

O senelerde Milli Eğitim Bakanlığı Okul İçi Spor ve İzcilik Dairesi, müsteşar yardımcıları içinde bana bağlı çalışıyordu. Her yıl yaptığımız ‘Büyük İzci Zafer Yürüyüşü’nün toplanma kamplarından birisi Dörtyol’da kurulmaktaydı. Adı da İlk Kurşun Toplanma Bölgesiydi. Her yıl Ağustos ayı içinde yirmisinden sonra  Dörtyol’da toplanması ilçeye yeni, zengin bir renk ve hava veriyordu. Resmi toplantılar yapılıyordu. İl ve ilçe merkezlerinin sivil ve askeri bürokratları, okul müdürleri, öğretmenler ve basın mensupları katıyorlardı. İlçe ve belde belediye başkanlarının da katıldığı Zafer Törenleri, izci ve liderleri için de ayrıca milli bir heyecan veriyor. Katılan her seviyedeki insanlara ve izci öğrencilere milli tarih şuuru kazandırıyordu.

            İzci Zafer Yürüyüşleri vatan coğrafyasını ve tabiatını da tanınmasına fırsat veriyordu. Onlarca şehir ve ilçeleri tanımak izcilerde vatan ve millet sevgisi kazandırıyordu.

Ne yazık ki bu daire Metin Bostancıoğlu’nun bakanlığının 2. Yılında benden alındı. Maalesef bu görev değişikliği daire ve faaliyetlerine büyük zarar verdi. Zafer yürüyüşüne katılan öğrenci sayısı azaltılarak sembolik bir kutlama haline sokuldu. Sonra Dörtyol gibi milli mücadelenin önemli merkezlerinden biri yürüyüş menzilinden çıkartıldı. Dörtyol’da ki Spor Ve İzcilik Okulu da bunun sonucu olarak önemini kaybetti. Çalışamaz ve işlemez duruma düşürülen kamp, geçen yıl Yeşilköy Belediye Başkanının teşebbüsü ile park haline getirildi. İsmi Dosteller Parkı oldu. Açılışını da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yaptı.

Spor ve İzcilik Okulunun yapıldığı alan sazlık ve bataklıktı. Dörtyol Belediyesi nin yardımı ile bataklık kurutuldu, alan sazlıklardan arındırıldı. O dönemde İzci Dairesi Başkanı Cavit Emmioğlu’nun kurduğu izci takımı ile burada bir çalışma kampı düzenlendi. Takımın büyük fedakâlığı ile Spor ve İzcilik Okulu kurulmuş oldu. Bakanlık beş milyar gibi küçük bir yardımda bulunmuştu.

Anadolu Ajansı’nda tertip edilen konferans bitince eşimle ve Hasan Akalın ile birlikte Etap Altınel Oteline geçerek Kerkük’le ilgili toplantının son bölümüne yetişmek istedik. Biz otelin bahçesine henüz girmişti ki Ömer Ay’la karşılaştık. “Hocam toplantı bitti.” Dedi. buna rağmen içeri girdik. Bir çok arkadaşla karşılaştık. Ayaküstü de olsa sohbet ettik.

15 Ocak 2007 – Ankara

 

Dün Anadolu Ajansın da, Etap Altınel Otelinde toplantılar yapılırken bu salona yakın bir otelde ‘Türkiye Barışını Arıyor’ konferansında ise konuşmacıların Türkiye’nin Kürtleri ezdiğini iddia ettiklerini bu günkü gazetelerden okuduk. Bunların başında sicili çok eskilerden malum olan yazar Yaşar Kemal’ de var. Yeniçağ Gazetesinin verdiği habere göre, Yaşar Kemal şunları söylemiş ,

“Savaşanlardan otuz bin kişi öldü. Beş bin köyün birçoğunun evleri yakıldı. İnsanları ülkenin birçok yerine dağıldı. Bir kısmı açlıktan, yoksulluktan kırıldı.” Bunları okuyunca çok yakında Türkiye Cumhuriyeti Devleti yeni bir soykırım iddiasıyla suçlanacak diye korkmaya başladım. Yaşar Kemal’in iddialarıyla Ermeni’lerin soykırım iddiaları arasında ne farkı var?

“Faili meçhul cinayetler olağanlaştı, savaşın bir parçası oldu. Kürtlerin seçkin kişileri seçildi, faili meçhule kurban edildi.”

“Demokrasi Kürt sorunundan geçer” sözleri bana yıllar önce eski Başbakanlardan Mesut Yılmaz’ın ifadesini hatırlattı. O da her fırsatta AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer diyordu.

 

16 Ocak 2007 – Ankara

 

Sayın Halaçoğlu “tarihimizi bilmiyoruz, öğrenmek için de gayret göstermiyoruz” diye şikayetleniyordu. Şikayet eden zat, Türk Tarih Kurumu Başkanı. Aynı zamanda akademisyen, hem doktor, hem profesör.

Ben de kendi kendime, zaman zamanda bir arkadaş grubunda, “tarihimizi kim öğretecek” diye soruyorum?

Eğitim-Sen ci öğretmenler mi? Onlar tarih kitaplarımızın ırkçı, faşist ve şoven bir anlayışla yazıldığını söylüyorlar. Tarihi kitaplarının devletin ideolojisine uygun olarak yazıldığı için öğretilemez, inandırıcılığı yoktur. Kürtlerin, Ermeniler, Arapları, Süryanileri, gürcülere, Abazaları, Zazaları Türkleştirmek için kaleme alınan tarih ve edebiyat kitaplarını okutmak, bu halkların özgürlüklerine, haklarına karşı en hafif deyimi ile ayıptır, diyorlar. Dolayısıyla türk tarihini okutmuyorlar. Aksine öğrencilerin ve gençliğin zihinlerini karıştırmak için ne lazımsa onu yapıyorlar.

Milletlerarası şöhrete sahip olan Yaşar Kemaller, Orhan Pamuklar ve benzerleri milletimize iftira ediyorlar. İtiraz edenlerin sesi çok cılız kalıyor. Çünkü mandacı medya, onlara hak veriyor itiraz edenleri görmezlikten geliyor.

Sadece yazarlar mı, anlı şanlı doçentler, profesörler de “resmi tarihe” inanılmaz diyerek kampanyalar düzenliyorlar, Bu kervana bir kısım siyasetçiler de katılınca tarih öğrenmeyi, öğretmeyi bir yana bırakın insan okuduklarını anlamakta zorlanıyor. Propaganda, beyazı kara, karayı beyaz gösterebiliyor ve insanları inandırabiliyor. Böylesine yalanların kol gezdiği ülkede sağlıklı düşünebilmek ne kadar zor. Zoru başaranların sayısı da az. Sesi de kısık. Ne netameli günler! Ne kalleş günler! İhanet diz boyunu çoktan geçti.

Yaşar Kemal’in konuşması üzerine Taha Akyol, bir yazı yazdı. Kesip deftere yapıştırdım. O kadar tarafsız ki, doğruya doğru, eğriye eğri. Bir başka ifadeyle ne şiş yansın, ne kebap. Bu tavra objektiflik diyorlar. Taha Akyol Milli Mücadele grubundan ayrılarak Ülkücü olmuştu. Milliyetçi Hareket partisinde çeşitli görevler de bulundu. MHP’nin yayın organı olan Hergün gazetesinin yönetimi ona aitti. Orada MHP nin görüşleri, düşünceleri doğrultusunda yazılar yazardı. 12 Eylül askeri darbesinden sonra başta Türkeş olmak üzere yüzlerce binlerce MHP.li gibi o da tutuklandı. Çok uzun süre cezaevinde kaldı. Oradan çıktıktan sonra, gelişmeye, değişmeye uğrayarak MHP’likten koptu. Şimdi başka denizlerde kulaç atmaktadır. Eğer Türkiye’de yeni bir şok yaşanırsa, Taha Akyol’u bir başka menzilde görmek şaşırtıcı olmayacaktır.

Terör örgütünü gerilla diye nitelendiren Yaşar Kemal’i kınayan Taha Akyol, Malazgirt kaybedilse idi Fırat’ın doğusu dahil, bu topraklar İslamlaşmayacak, vatan olmayacaktı. Taha’nın bu tespitini ben yıllar önce yapmıştım.

Büyük İzci Zafer Yürüyüşü’nün iki büyük ayağı vardı. Bunlardan biri Afyonkarahisar’ da büyük taarruzun başlatıldığı tepe Kocatepe, diğeri Malazgirt. Ne demek istediğimi hemen anlamışsınızdır. Malazgirt, 26 Ağustos 1071’i, Kocatepe, 26 Ağustos 1922 ifade etmekteydi.     

Başında bulunduğum izci grubu ile her seferinde Malazgirt’te gittim. Törenlerden sonra öğretmenevine gider, öğretmenler ile sohbet ederdim. Konuşurken görüşlerimden, düşüncelerimden zerre kadar taviz vermezdim. Bir seferinde dedim ki, “Türk Ordusu, Malazgirt’te yenilseydi bu coğrafyanın vatanlaştırılması mümkün olmayacak, Türkler geldikleri topraklara geri dönecekti. Ama Kürt’lerde varlıklarını bu güne kadar devam ettiremeyeceklerdi. Bu şu demektir, milli varlığınızın muhafazası Türkler, yani bizim sayemizde oldu.” dedim.

Birkaç öğretmen, “Sayın Müsteşarım, önümüzde çok çarpıcı bir mukayese koydunuz, konulara değişik bir gözle ve mantıkla bakmamızı sağladınız” dediler.     

 

Yaşar Kemal ve benzerleri bir zamanlar “Tam Bağımsız Türkiye, Kahrolsun Faşizm, Kahrolsun Irkçılık, Kahrolsun Emperyalizmin” derlerdi. Bu ve benzeri görüşlerinden dolayı adları komünistliğe aşırı solculuğa çıkmıştı.

O günlerde Türk Milliyetçilerini kınamak, lanetlemek için faşistlikle ve ırkçılıkla suçlarlardı. Hatta ülkücüleri, milliyetçileri emperyalist güçlerin en önünde ki ABD’nin maşası demekten utanmazlardı.

Aradan geçen bunca seneden sonra dünkü Marksistler, Leninistler Kürtçülüğü ırkçılık diye suçlamıyorlar. ABD’nin silahları altında kurdurulmaya çalışılan Irak’taki Kürt Devlet’ine ABD’nin kuklası demiyorlar.

Bugün gibi hatırlıyorum rahmetli Peyami Sefa başta olmak üzere bir çok milliyetçi yazar ve fikir adamı, “biz de komünist yoktur, hainler vardır“ diye yazarlardı. Ne kadar doğru tespitler yapmışlar. Türkiye’yi Sovyet Rusya’nın uydusu yapamadılar ama, milleti Türk – Kürt, alev-sünni diye bölmeyi başardılar. İnşallah Türkiye’yi Irak’a benzetmeler.  

   

“Türkiye Barışını Arıyor “ toplantısında barış kavramı toplantıda yapılan konuşmalar iyice incelendiğinde savaş anlamına geldiği görülecektir. Zaten Yaşar Kemal, savaş kelimesini de  açıkça söylemektedir.

“Savaşanlardan otuz bin kişi öldü. Beş bin köyün bir çoğunun evleri yakıldı. İnsanları ülkenin bir çok yerine dağıldı. Bir kısmı açlıktan, yoksulluktan kırıldı.”  

“….bu savaş Türkiye’nin belini kırdı. Kendi halkıyla savaşan bir ülke olduk. Gerillanın adını terörist koyduk, bundan da bir umut bekledik.”

Barışı arayan zatın söylediklerini duydunuz mu? Kimin kiminle savaşı var? Teröristte, gerilla demekle onları aklınca yüceltmeye çalışıyor. Bir grup Kürtçüyü, bütün Kürtlerin temsilcisi sayarak kendi halkıyla savaşan devlet diye tanımladığı Türkiye Cumhuriyeti Devlet’ini kınıyor, tenkit ediyor. Dönüp silahlı bölücü çeteye ve çete başına “insan kendi devletiyle savaşır mı?” diye sormuyor. İnsan kendi ülkesini bölmek, milletini ikiye ayırmak için, emperyalist güçlerin amaçlarına hizmet etmek doğru bir davranış mıdır? Demek ne Yaşar Kemal’in ne de diğer konuşmacıların aklına gelmiyor.

Öldürülen masum insanları, askerleri, yakılan yıkılan evleri, okulları, tesisleri, kimler yakıp yıkıyor, yolları mayınlayıp insanların parçalanarak ölümüne kimler sebep oluyor? Onu arayan da sonran da yok.

Taha Akyol’un söylediği gibi,

“1997'de "Ben Kürt yazarı değilim, Kürt asıllı bir Türk yazarıyım" diyordu! Şimdi "Ben Kürt yazarıyım" diyor.” O halde romanlarını niçin Kürtçe yazmadığını açıklamak zorundadır. Kürt olduğunu söylemekten gurur duyuyor, Türküm diyenleri de suçluyor. Hele “ne mutlu Türküm diyene” ırkçı gözüyle bakıyor.

  Taha Akyol’un çok isabetle belirttiği gibi, “"Kürtler azınlık değil, kardeştir" diyen Yaşar Kemal’e soruyor “Kardeşin karşıtı ‘azınlık’ mı?” şüphesiz ki değil.

 Yaşar Kemal’e göre azınlıklar kardeş değildir. Kardeş olmadıklarına göre düşman olurlar. Birlikte yaşadığımız millet kadromuza dahil olan Yahudiler, Ermeniler  ve Rumlar TC uyruklu olmalarına rağmen bizim (Türklerin) düşmanı mı olacaklar, öyle mi?  

Konu Altemur Kılıç’ın da ilgisini çekmiş. “Yaşar Kemal Farkı” başlıklı çok önemli bir yazı yazmış ( Yeniçağ 16.1.2007 ) 

“Mustafa Kemal’in İstiklal savaşında Kürtlerden destek aldığı doğrudur.” Bir başka doğruda Altemur Kılıç’a göre Mustafa Kemal İzmit’te yaptığı basın toplantısında Kürt bölgelerine özerklik sözü verdiği” gerçeğidir.

Taha Akyol bu görüşe katılmıyor: ” İstiklal Savaşı'nda Mustafa Kemal Kürtlerle bir sözleşme imzalamadı; bu iddia uydurmadır. Ama konuşmaları ve Kürt şeyhlerine yazdığı mektuplar meydandadır.” diyor.

Altemur Kılıç aynı yazıda “Mustafa Kemal, Kürtlere özerklik vermek yerine Üniter (tekil) ulus devletini kurdu. Çünkü Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yabancı devletlerin tahriki ile başlatılan isyanlar Mustafa Kemali Kürtlere özerklik vermekten vazgeçirdi” diye belirtmiş.

Taha Akyol, Doğu'nun Ermenistan'a dönüşmesi tehlikesi karşısında Mustafa Kemal “ortak İslam ve hilafet bağı etrafında birleştirerek ülkenin kurtarılmasını sağladı.” diyor.

Türklük şemsiyesi altında soyca Türk olmayan bütün etnik grupları toplandığını Yaşar Kemal’in farkında olmasına rağmen bu önemli hususu söylemekten kaçınarak devleti ve ülkeyi parçalamak isteyenlere yeni kozlar veriyor.

Özcan Yeniçeri’nin (17.1.2007 Yeniçağ G.)

“Barış değil bela aradılar” başlıklı yazısında barış arayanların gerçek niyetlerini çok veciz bir ifadeyle belirtmiş. Aynı yazısında Yeniçeri, milletimizin çok büyük bölümünün Türk Kürt ayırımı yapmadığını belirtirken, “Çobanlar bile Kürt Türk kardeştir, Apo kalleştir.” Sloganı atıyorlar diyor.

  Yaşar Kemal’in yanı sıra bir başka konuşmacı olan Vedat Türkali de toplantıda yaptığı konuşmada; “Ben komünistim. Türkiye Komünist Partisi programında gerekirse Kürtlere ayrı bir devlet kurma hakkını parti programına almıştık. Ama TKP Türkiye için ne yapabildi ki, Kürtler için bir şey yapabilsin.” Diyor, devamında daha korkunç “Gençler 'spor olsun' diye çıkmıyor dağlara, canları pahasına çıkıyorlar. Haklılar da. İnsanlara nefes aldırmadılar."

Diğer Marksist kuruluşlarda programlarına bu fikirleri almış, her fırsatta bunları açıklamaktan, yaymaktan çekinmemişlerdi. TÖPDER, EĞİTİM-SEN Türkiye’de komünistlerin sınıf mücadelesi adı altında Türk düşmanlığı ve Türkiye’yi bölmek için çalıştıkları çok öncelerden belli olmuştu.

 

18 Ocak 2007 - Ankara

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin, Irak’ın bütünlüğünden yanayız, bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına karşıyız, görüşlerine Yaşar Kemal, “Kuzey Irakta kurulacak Kürt devletinden size ne?” demekten hiç tereddüt etmiyor. Türkiye Cumhuriyeti’ne kafa tutan Yaşar Kemal ve onun gibi düşünenler, ABD nin bölgede ne işi var? Diye sormuyorlar. Sormak ne? Üstüne üstlük destekliyorlar.

“Türkiye Barışını Arıyor” isimli toplantıyla ilgili olarak ikinci yazısını da dün (17.1.2007) yazmıştı. Aktüel değerini korudukça ve yeri geldikçe yazacağım diyor Oktay Ekşioğlu. Bilmesine bilir ama, herhalde dalgınlığına geldiği için konunun aktüalitesini arıyor. Konu Türkiye’nin demirbaşı olmuş. Elbet bir gün gelir demirbaş  defterinden düşeriz.

Aslan Bulut, Yeniçağ’da (16.1.2007) “Hıristiyan da bilsin, Yahudi de can sağ iken yurt vermeyiz düşmana” diye yazmıştı. O iradenin gösterilmesine çok az kaldı. Bir kervancı hikâyesi vardı. Eski zamanlardan kalma. Devenin oynamasıyla ilgilidir. Deve bir oynarsa, eşeklerin halini bir Allah bir de kervancı başı bilir.

Atsız Hoca, yıllar yıllar önceydi. Beğenmeyen bırakıp gider. Gidin kendinize Afrika’da boş bir yer bulup oraya yerleşin, Devletinizi kurun diye yazmıştı. Bundan dolayı da hapis yatmıştı. İleri yaşlarındaydı.

Sevmekle Sevr arasında tercih yapmak zorundayız. Ya yurdu sevip sahip çıkacağız, yahut Sevr’e razı olacağız. Vatanın bölünmesinde seyirci kalacağız.

Cumhuriyetimize vatan olmuş bu topraklar: Ya istiklal, ya ölüm! Parolasıyla kurulmuştu. Aradan şunca sene geçmiş, birileri devletin adının Türk olarak konulması yanlış oldu diyorlar. Kürtlerin devlet olması için ellerinden geleni geri bırakmıyorlar.  

“Devrimler döneminde, İstiklal Savaşı ortamındaki bağlar zayıfladığı için isyanlar yoğunlaştı.” diyor Taha Akyol. Kürt isyanların devrimler dönemiyle mi başladı? Osmanlı döneminde Kürt isyanı olmadı mı?  Zihinleri karıştırmanın âlemi var mı?

Oktay Ekşi, "Biz Kürt halkıyız. Biz öteki insanların yararlandığından başka ve fazla şeyler isteriz, özlemi varsa...” diyor. Varsa ne demek düpedüz bu özlemi duyuyorlar. Silahlı, silahsız grupları, partileri bu özlemi gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

Bir takım iyi niyetli insanlar da bunların demokrasi, ‘gerçek demokrasi’ istediğini sanıyorlar. Bunlar Türkiye Cumhuriyetinden imtiyaz istiyorlar. Bu imtiyazı elde edebilmek için ABD, AB, İsrail, Rusya ve Rumlardan Yunanistan’dan yardım alıyorlar.  

Oktay Ekşi, “Siz demokrasi mi istiyorsunuz?” diye soruyor. Cevabını da kendisi veriyor. “Demokrasinin asıl düşmanı imtiyazdır.”

Bana kalırsa "Türkiye Barışını Arıyor" toplantısı için en doğru adlandırmayı ve nitelendirmeyi Fikret Bila, dünkü (17.1.2007) Milliyette yazdığı yazıda yapmıştı:

"Türkiye Barışını Arıyor" başlıklı "Kürt Konferansı”nın sonuç bildirgesinde açıklanan görüşler, PKK çizgisine yakın duruyor.” İkinci cümlede ise teşhisini tam ve isabetle koyuyor.

“Bildirge hem üslup hem içerik bakımından PKK'nın söylem ve talepleriyle örtüşüyor.”

Bildirgede sıralanan maddeleri tek tek okuyup tahlil ettiğimiz zaman bu konferansı PKK toplamıştır demek ki hiç de zor değildir.

Bu toplantıda sadece PKK’nın taraftarları vardı. PKK’nın karşısında olan hiç kimse yoktu. Tek taraflı bir barış, nasıl olacak?

 

 

Ertuğrul Özkök, “Yakamda kırmızı karanfil” başlıklı bu günkü yazısında (18.1.2007 Hürriyet G.) “Öngörüm doğru çıktı.” Diyor belge olarak ta “Eğer 1 Mart Tezkeresi’ni geçirmezseniz, ileride ABD ile savaşmak zorunda kalacaksınız." Demiştim. Bunu yalnız kendisi mi söylenmişti? Bütün yazılanları görmemiş, konuşmaları duymamış olabilir. Hiç olmazsa tevazu gösterip 9. Cumhurbaşkanı Sayın Demirel’in de görüşlerinin doğru çıktığı hakşinaslığını gösterebilirdi. Ama adamın burnu havada.

Yeni bir öngörüsü daha var.

“Iraklı Araplarla aramızda Sünni bir Kürt devletinin bulunması bizim açımızdan iyi midir, yoksa kötü mü?"

Sahte bir tevazu gösterilerek : “Biliyorum, bu hepimizi rahatsız edecek bir soru.” Bu rahatsız edici soruyu ilk defa Cumhurbaşkanı iken Turgut Özal sormuştu. Kardeşi Korkut Özal da bu soruya cevap vermek için bölücülere akıl babalığı yapıyor. Ertuğrul Özkök’ün yazısı tam bir beyin yıkama ameliyesidir.

 

19 Ocak 2007 - Ankara

 

Oktay Ekşi, “Yol haritası...” başlıklı yazısı (18.1.2007 Hürriyet) da “Türkiye Barışın Arıyor” konferansla ilgili 3. Yazısında biliyor ki: "Silahlı çatışmalar karşılıklı olarak acilen durdurulmalı, sivil çözümler üretilmelidir." Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne muhatap olarak PKK’yı gösteriyorlar.

Demek istiyorlar ki, yasa tanımayan asker sivil, kadın erkek, küçük büyük, yaşlı genç ayrımı yapmadan insanları öldüren, yollara mayınlar döşeyen, resmi sivil araçların, resmi kuruluşların binalarını, vatandaşların evlerini, işyerlerini yakıp yıkan, zaman zaman talan eden teröristlere, sırf Kürtler adına bu kötülükleri yapan silahlı çete mensuplarına devlet dokumasın.

Devlet peki ne yapsın?

“..çete mensuplarına artık ses çıkarmasın, Kürtlerin siyasal alanının önündeki engeller kaldırsın" Oktay Ekşi’de bu cümleyi yazanlara soruyor. “Neden "tüm insanlarımızın" değil de sırf "Kürtlerin" önündeki engeller? Hani birbirimizi "öteki" haline getirmeyecektik?”

Etnik ve inanç farklılıklarına dayalı siyasi partilerin kurulmasına izin verilmesini istiyorlar.

Türkiye’yi Yugoslavya’ya benzetmek istiyorlar ki ufak bir fiskeyle yıkılıp tuzla buz olup gitsin.

"Faili meçhul cinayetler aydınlatılmalıdır” bunu her aklı başında insan ister. Peki, yollara mayın döşeyerek insanlarımızın ölümüne, yaralanmasına,  sakatlanmasına sebep olanlar için, niçin bir şey söylemiyorlar.

Öldürmek çetenin hakkı, ölmek ise Türk’ün kaderi. Mademki devletin adı Türk… Devleti korumak vatan için ölmek onun görevi. Yıkmak, parçalamak Yunanlıların, Bulgarların, Arnavutların, Ermenilerin, Arapların, Kürtlerin, görevleri ve hakları.

Dünkü gazetelerde bir başka komik olduğu kadar, ciddi ve vahim bir haber daha vardı.

“Ferhan Şensoy”, Diyarbakır’da ‘Fername’ adlı oyunu sahneye koydu.

Sanatçı, sahnede oyunun 15. dakikasında banka ve kredi kartlarıyla ilgili doğaçlama yaparken, “kredi kartları teröristtir. Bunlar PKK’dan da beterdir” dedi. Bunun üzerine 350  izleyiciden çoğu PKK'ya terörist denmesini protesto için dışarı çıkarken, bir grup da ‘Yaşasın PKK’ sloganı attı.

Oyunun sonun da tekrar sahneye çıkan Ferhan Şensoy, “Diyarbakır, benim kalelerimden biri.” diyor. Son zamanlarda Diyarbakır PKK’lıların, Kürtçülerin kalesi olarak bilinmekte ve tanınmaktadır. Demek ki Ferhan Şensoy, bu kalenin mensuplarından biri olduğunu söylemekten çekinmiyor. Şensoy “Ben ne Kürtlere ne Kürtlüğe karşıyım.”

Ferhan Şensoy, bu ifadesiyle Kürtlerle, PKK’yı özdeşleştirmektedir. Hâlbuki Kürtlerin çok büyük çoğunluğu PKK’lı değildir.

 

Rahmetli Galip Erdem anlatmıştı. 1982 anayasası, 7 Kasım 1982 tarihinde yapılan halk oylamasında % 91,37 oy alarak kabul edildi.

1982 anayasasının kabul edilmesinden birkaç gün sonra uçakla İstanbul’a gidiyordum. Uçakta Korkut Özal’la karşılaştım. Eskiden beri tanışıklıkları olduğu için günün en önemli konusu olan anayasanın %91,37 gibi yüksek halkoyu ile kabul edilmesini konuşuyorlar.

Galip Erdem, ihtilal anayasasının bu nispette yüksek oy almasından dolayı hayal kırıklığına uğradığını ifade edince, Korkut Özal, çantasını açarak, içinden bir Türkiye haritası çıkartmıştır. Harita referandum sonuçlarına göre il il çeşitli renklerle işaretlenmiştir.

Kırmızı renklerle boyanan ilerde hayır oyları yüksek çıkmıştır. Bu iller doğu ve güneydoğu illeridir. Buraları kalemiyle gösteren Korkut Özal ,”Galip bey, meraklanma bu iller, Türkiye Cumhuriyeti’nden intikamlarını alacaklardır.“ deyince, Galip Erdem “Halk oylamasının sonucunu böyle de yorumlanabileceğini hiç düşünmedim. Bilseydim ne kendim, ne de arkadaşlarım hayır oyu vermezdik” demiş.

DEVAM EDECEK

You have no rights to post comments

An itibariyle ziyaretci sayısı:

32 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi