YEŞİL PANTOLON

YEŞİL PANTOLON

Necdet ÖZKAYA

Devlet Bahçeli’nin Genel Başkan olduğundan beri MHP’yi merkeze çekerek ideolojik yönünü törpülemeye çalışıyor. Ülkücü duruş idealizmini büyük ölçüde kaybetmiş vaziyette.

57 inci hükümet’te  Devlet Bahçeli, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısıydı. Ecevit başbakandı. Türkçenin yozlaşmasını önlemek, çarşılarda, pazarlarda yabancı dil, özellikle İngilizcenin egemenliğini durdurmak için Nevzat Köseoğlu bir kanun tasarısı taslağı hazırladı. Çok emek verdi. Kanunlaştırılması için Devlet Bahçeliye emanet etti. Bahçeli de bu tasarının en kısa zamanda yasalaşacağına söz vermiş olmasına rağmen hiçbir zaman gündeme gelmedi. Nevzat Köseoğlu çalışmasının akıbetini Devlet Bey’den sormam için bana ricada bulundu. Her ne zaman sormak fırsatını buldumsa “Bu bir saatlik bir iştir, kolaydır, telaşlanmayın kanun olarak çıkacaktır.” diye Devlet Bey cevap verdi.

57 inci hükümet sona erdi. 3 Kasım 2002 seçimlerinde MHP’nin Adana birinci sırasında milletvekili adayı idim. Milliyetçi aydınlar hep şu soruyu sordular, sormaya devam etmektedirler: Üç buçuk yıl iktidarın büyük ortağı olarak koalisyonda bulunan MHP milliyetçilik adına ne yaptı? Bu güne kadar savunduğu fikirlerin hangisini ne ölçüde uygulanmaya koyabildi?

Türk kurultayı toplayan Devlet Bakanı Haluk Çay’ı görevinden alarak, Milliyetçi Hareket Partisinden uzaklaşmasına sebebiyet verdi. Daha nice yetişmiş ülkücü, milliyetçi insanların partiden ayrılması için adeta zemin ve ortam hazırladı.

Adana’daki toplantılarda arkadaşların büyük endişeler içinde olduğunu gördüm. MHP’den kopmadan Devlet Bahçeli’den nasıl kurtulunacak? diye soruyorlardı. Cevabı zor olan bir soru…

MHP lideri konuşmuyor. Konuşmaktan kaçınıyor. Basında milliyetçi ve ülkücü olarak bilinen yazarlar Devlet Bahçeli nerede? diye yazmaktadırlar.

Seçimlerden sonra yeni bir milliyetçi ateşinin yanacağı inancımı ve bu konuda umutlu olduğumu arkadaşlarıma yeniden hatırlatarak, Dörtyol’a gittik.

Perşembe günü sabaha doğru sol ayağımın ağrısıyla uyandım. Dizimden aşağı kısım ateş içindeydi ve ağrıyordu. Sesime, gürültüme eşim uyandı. Sol ayağımın küçük parmağı şişmişti. O küçük parmağın koca ayağı nasıl zorladığını hayretle gördüm.

Öğleden sonra İskenderun Özel Gelişim Hastanesine gittik. Orada ünlü bir cerrah var. Dr. Kenan Yüce. Bizim yakın arkadaşımız. Türkocaklı… Gitmeden önce telefonla konuştum.

“Sizin geliş saatinizde muhtemelen ben ameliyatta olurum. Siz başhekimliğe gidersiniz. Ben sekretere sizinle ilgili gerekli tembihte bulunacağım” dedi.

Hastaneye, başhekimliğe girip kendimizi tanıtınca sekreter bizimle hemen ilgilendi. Başhekimle tanıştırdı. Başhekime derdimi, şikayetimi anlattım. Parmağıma baktı, ilk tahmini şeker veya ürik asidin fazlalığından kaynaklanmış olabileceği doğrultusundaydı. Sol ayağımın filmini istedi. Sekreterlerden birini bize rehberlik ve yardım etmek için görevlendirdi. Röntgen odasına girdik. Birkaç dakika içinde işimiz bitti. Başhekim ortopedi uzmanı imiş, filme baktı.”Kırık çıkık yok. Ama başparmakta kireçlenme var.” Sonra sekreterine emir vererek dahiliye ve kardiyolojide Cuma sabahı için bize randevu aldırdı. Güya bu düğüne ve bu vesileyle de olsa birkaç gün tatil yapıp dinlenecek, hısım akrabayla, eşle dosta görüşüp konuşacaktık. En az iki günümüz hastanede geçecek. “Hayırlısı” demekten başka bir şey yapmak mümkün değildi.

Cuma günü saat 09.00 da hastanede olduk. Dahiliyeci, kardiyolog, hariciyeci kendi dalı ile ilgili olarak tahliller, filimler istediler. Kardiyolog kalbimin ultrasonunu çektirdi. Normal çıkan hemen hemen hiçbir değer yok, kalbimin arızası giderek artmaktadır.

Biyokimya, idrar tahlili, hematoloji sonuçları ve T3,T4,TSH ’ler de endişe verecek bir durumun olmadığı anlaşılmaktadır. Şeker ve ürik asit riskinin olmadığını gösteren tablo karşısında, hekimler parmağındaki şişliğin sert bir şekilde çarpma sonucunda olabileceği ihtimaline karşılık, antibiyotik ve ağrı kesici ilaçlar verdiler, birkaç gün ayağa basmamı, geniş ayakkabı giymemi tavsiye ettiler.

Cumartesi günü Ankara’ya dönmeyi planlamıştık ama araya hastaneye işi girince dönüşümüz Pazara kaldı.

Ankara’ya dönüşümüzün üzerinden henüz on gün geçmemişti ki, 29.5.2007 Salı günü öğle sularında göğsümde şiddetli bir yanma hissetmeye başladım. Dün de birkaç kere yanmıştı. Kendimi ve ailemi tedirgin etmemek için sesimi çıkartmadım. Kendimce bazı tedbirler aldım. Mesela 100 mili gramlık aspirini ikiye çıkarttım. Ama yanma ertesi gün de devam edince Gazi Üniversitesi Hastanesi Kardiyoloji Bölümünde Dr. Fatih Poyraz’a telefon ettim.

“Necdet amca hemen bir arabaya atla, hastaneye gel” dedi.

Göğsümdeki yanmayı çok ciddiye alan Dr. Fatih Poyraz EKG çekti. Ultrason da  kalbimin durumunun gördü. Bir gecede olsa hastanede kalmamın müşahede altında tutulmamın sağlığım için yararlı olacağını söyledi. Eşim, yaklaşık işlemlerini yaptırmak için hasta kabule gitti. Bu arada bana müstakil bir oda bulundu ve hemen oraya yatırıldım. Birkaç saat arayla kan alınarak tahliller yapıldı. Endişeli bir gecenin sonunda Dr. Fatih Poyraz alınan kan tahlillerinin sonuçlarını görünce,

“Necdet amca, sizi şimdi taburcu edelim. Haftada içerisinde eforlu EKG’nizi çektirir ona göre davranırız” dedi. Biz çıkmak için hazırlık yaparken sabah kontrollerini yapmak için odaya gelen hemşireler, bizim çıkacağımızı anlayınca hayretle ne yaptığımızı sordular. Biz de,

“Çıkıyoruz” dedik.

“Siz bugün anjiyo olacaktınız. Akşamdan beri ilaç yüklememizin sebebi buydu” dediler. Tavırlarından bölümün kıdemli hemşiresi olduğunu sandığım hanım,

“Kalp krizi bile geçirmeyi beceremediniz.” Demesin mi? Aklınca şaka yapıyordu.

“Ben, bu söylediğinizi üç sene önce becermiştim. Bedeli çok ağır oldu” dedim.

4 Haziran 2007-Ankara

Akşam 17.00 suların da milletvekili aday listeleri Yüksek Seçim Kurulu Başkanlığına verilmiş olacak. Her seçimde olduğu gibi, bu seçimde de listelerde yer bulamayanların isyanlarına şahit olacağız. Kargaşaların partilerin seçim sonuçlarını az veya çok etkilediği bir gerçektir.

Liste sıralaması genel merkezin ve genel başkanı yetkisinde ve iradesinde olması demokrasimizin büyük noksanlığıdır. Bu düzenlemede genel başkana ufak bir itirazı ve muhalefeti bulunan hiçbir kimsenin aday listelerinde seçilecek bir sırada olması mümkün değildir. Onun içim tek adamla yönetilen partilerde parti içi demokrasi gelişemediği gibi fikir ve görüş tartışmaları da yapılmamaktadır. Başarılar veya başarısızlıklar tamamen günün şartlarına ve tesadüflerine bağlıdır.          

Adaylar, listeler belirlenip açıklanıncaya kadar büyük bir stres yaşarlar. Şahsım da ve nefsim de bunları yaşadığım için ne kadar zor olduğunu biliyorum. Geçen 2002 seçimlerinde MHP’nin Adana 1. Sıra adayıydım. Milletvekili seçilecek kadar oy almama rağmen parti Türkiye barajını geçemediği için seçilememiştim. 2007 seçimlerinde aday olmadım. Zira param yoktu. Sağlığımda bu kadar ağır işi kaldıracak durumda değil. Siyaset ortamı ve zemininde aday olmamı engelleyen bir başka hususta MHP dışında herhangi bir partiden aday olmak düşüncelerime anlayışıma aykırı geldi. MHP’den aday olmak için de başvurmadım. Çünkü Devlet Bahçeli ile birçok konuda uzun zamandan beri aykırı düşünmekteyim. Aykırılıklara rağmen aday adayı olsaydım büyük ihtimalle listelerde yer alamayacaktım.

Bütün tahminler ve kamuoyu yoklamaları MHP’nin barajı geçmekte zorlanmayacağını göstermektedir. Kıran kırana bir seçim olacaktır.

Partiler arasından şaşırtan ölçüde kaymalar olmaktadır. İlhan Kesici ’yi, CHP’de, Ertuğrul Günay’ı AKP ‘de görmek önceki seçimlerde kolay kolay olmayacak olaylardı. Daha birçok kişi saf değiştirmede mahzur görmemektedir. Bu değişikliklerin seçmen nezdinde veya partilerin içlerinde nasıl sonuç vereceğini şimdiden kestirmek mümkün değildir.

***

Bugün Fatih Hastanesinde tomografi cihazı ile kalbimin fotoğrafı çekildi. Bir tür anjiyo, 2000 resim çekilmiş. Bu kareler bir araya getirilerek okunacak ve rapor yazılacak. İnşallah başarılı olmuştur. İşin püf noktası “nefesinizi tutunuz” komutundan sonra ağzınıza burnunuza hakim olabilmekmiş.

Hastaneye Eyüp Kıvcı’yla gittik. Hastane başhekimi Eyüp’ün öğrencisi gibi imiş. Onun için işlerimiz sıradan bir hastanın durumundan farklı oldu. Tomografinin çekildiği oda çok soğuktu. Üstüme örtü örtülmesine rağmen çok üşüdüm. Hatta bir ara dişlerim birbirine vurdu. Heyecanın da tesiri olmuştur. Damardan ilaçlı bir su verdiler. İçinde değişik kimyevi maddeler bulunuyormuş. Aklımda kalan iyot oldu. Guatır hastası olduğumu söyleyince, her zaman yanımda taşıdığım dosyamdaki tahlil sonuçlarına bakarak, ilacın verilmesinin bir mahsuru olmadığını doktorlar ifade edince teknik elemanlardan çekimlere başladılar. Damardan o kadar ilaçlı suyu alınca idrar zorlamaya başladı. O kadar sıkışmıştım ki, dinlenme odasında beklemeden tuvalete yetişmeme yardımcı olması için Eyüp arkadaşıma rica ettim. Yetişmeye yetiştim ama altıma işemekten kurtulamadım. Pantolonumun sol tarafı kasıklarımdan paçama kadar ıslanmıştı. Kıpkırmızı oldum, utancımdan ne yapacağımı şaşırdım. Rezil olmuştum, kapıyı açıp, Eyüp’ten yardım istedim. Eyüp,

“Hocam, utanmana sıkılmana gerek yok. Hastasınız, hastanedeyiz. Başınıza gelen hastalığınızla ilgilidir.” Diyordu. Söyledikleri doğru olmasına doğruydu. Ama sol tarafı yarı beline kadar ıslanan bendim.

Başkalarının bu ıslaklığı görmemesi için Eyüp’ü siper edinerek en yakın kanepeye oturdum. Ama Eyüp arada bir;

“Hocam, bu hatıra hiç unutulmaz değil mi?” diye soruyordu. Ben de istemeden gülerek,

“Öyle, öyle, sahiden unutulacak bir olay değildir” demek zorunda kalıyordum.

Bir ara Eyüp beni yalnız bırakarak bulunduğumuz ikinci kattan aşağıya indi. Nereye ve niçin gittiğini bilmeden onun dönüşünü bekledim. Zaman benim için donmuş, geçmek nedir bilmiyor. Aklından tek geçen “Eyüp dönse ve biz mümkün olduğu kadar, kimseye görünmeden bir taksiye atlayıp eve gitmekti”

Eyüp dönünce öğrendim ki, hastanenin idare müdürüne giderek durumu anlatmış, ondan yardım istemiş. Müdüre hanım bulunduğumuz yeri öğrenmiş, size iki ayrı boy doktorların ameliyathanede giydikleri pantolonlardan gönderirim, hastanız üstünü değiştirir, içinde bulunduğu durumdan kurtulur”  demiş.

Eyüp bunları anlatınca onu çok takdir ettim. Medeni cesaretin insan ilişkisinin güzel bir örneği. Herkesin yapamayacağı bir işi yapmıştı. Becerikli olmak ayrı bir üstünlük.

Az sonra bir görevli elinde pantolonlarla çıka geldi. Eyüp baktı,

“Bunların ikisi de size olur Hocam” dedi. Yakınımızda bulunan bir büroya girdik. İçeride bir bayan görevli çalışıyordu. Ondan müsaade isteyerek odanın kapısını kapatıp iç bölümdeki tuvalette Eyüp’ün getirdiği yeşil pantolonun birini giydim. Islak pantolonumla, külotumu bir poşete koyu dışarı çıktım. Bu ayıptan kurtulmanın rahatlığıyla filmin çekildiği zemin katına indik. Çekilen karelerinin raporunu yazacak olan doktordan sonucun Çarşamba günü öğleden sonra alabileceğimizi öğrendik. Ali Hoca’nın arabasıyla gelip bizi almasını beklemek, hem de bir bardak çayla bir simit yemek için kantine gittik. Çay içip, Ali Hoca’yı beklerken Eyüp’le birbirimize bakıp bakıp gülüyorduk. Ayağımdaki yeşil pantolonu günün hatırası olarak saklamak gerektiğini aramızda konuştuk.

Ali Hoca, geldiğini kapıda olduğunu telefonla haber verince dışarı çıkmak için kalktık, dış kapının önünde iri yarı bir adam olan, Eyüp’ün çok yakın arkadaşı hastane başhekimi ile karşılaştık. Beni yeşil pantolonla görünce Eyüp’e,

“Yoksa hastamızı yatırdılar mı?” diye sordu. Eyüp,

“Yok” diye cevap verdi. Kendimizi aceleyle dışarıya attık. Bizi bekleyen arabaya binerek evin yolunu tuttuk. Sokağın başında arabanın durmasını rica ettim, ama Ali Hoca yasak olmasına rağmen sokağın içine girdi. Evin kapısına kadar arabayla geldi. Yeşil pantolonu giymemin sebebini bilmemekle beraber, bir tuhaflık olduğunu da görüyordu. Onun için sokakta kimsenin beni bu kıyafetle görmesini istemiyordu.

Evde temizlik yapan kadına vaziyeti hissettirmeden banyoya giderken, mutfakta iş yapmakta olan eşimi çağırdım. Ben önde o arkada ebeveyn banyosuna girdik ve durumu komikleştirmek için;

“Anjiyonun yapıldığı hastanede eşantiyon olarak pantolon veriyorlar” dedim.

6 Haziran 2007-Ankara

Fatih Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde yaptırdığın koroner anjiyografi sonuçlarını alıp Dr. Beyhan Bey’e göstermek üzere eşimle beraber hastaneye gittik.

Filmleri ve ilgili uzmanın raporunu okuyan Dr. Beyhan Bey, anjiyografinin bilinen yöntemi ile yapılarak, gözle kalbin, kalbe giren damarların ve kan akışının görülmesi gerekir dedi. Hastaneden çıktıktan sonra Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesine Dr. Fatih’e gittik. Raporu okuyunca Fatih,

“Necdet amca, hemen hastaneye yatışını yapalım, yarın sabah olmazsa Cuma günü anjiyo yaparız. Ben şimdi Hocamla da bir görüşeyim” dedi. Rıdvan Hocayı aradı.”Üç sene önce bir hastamız vardı. Adı Necdet Özkaya idi. Kalp krizi geçirmişti, bize getirmişlerdi stent takılmıştı….”  Tahsilat bu tanıtmadan sonra Hoca, beni hatırladığını Fatih’e söyledi, ancak anjiyo pazartesinden önce yapamayacağını belirtti.

Dr. Fatih’le anlaştık. Pazartesi erken saatte, sekizde hastanede olacağız. Hayırlısı Allahtan.

Fatih hastanesinde tanı amaçlı yapılan koroner anjiyografi işlemi sonucunda damarlarda bulunan tıkanıklığın açılması mümkün değildir. Gazi’de yapılması düşünülen anjiyodan tıkanıklığın ameliyat esnasında çeşitli yöntemlerle açılması imkanı vardır.

***

Arif Nihat Asya ve Zeki Sofuoğlu

Not ettiğim konuların bir bahsinde eski Müsteşar Yardımcısı Zeki Sofuoğlu ile ilgili hatıralarımı yazmıştım.

Zeki Sofuoğlu’nu hatırlamama Nevzat Köseoğlu vesile olmuştu. Kültür  Bakanlığı ile anlaşmışlar, Arif Nihat Asya ile ilgili bir kitap hazırlayacaklardı. Hocanın uzun yıllar öğretmenlik yaptığı Adana’daki öğrencilerinden Zeki Sofuoğlu ile görüşüp konuşmak istediklerini belirtmişti. Görevi seve seve üstlendim. Önce Ankara’daki numarasını aradım, cevap vermedi. Yeğeni İsmail’i Adana’da buldum. Amcasının İstanbul’da oturduğunu öğrendim. İstanbul’daki telefonu çaldırdım. Biraz sonra telefon açıldı. Telefona çıkan hanıma kendimi tanıdıktan sonra Zeki Sofuoğlu Hocamla konuşmak istediğini söyledim.

Karşılıklı olarak hal hatır sorup sevgi ve saygılarımızı sunduk. Konuyu açtım.

“Merhum Arif Nihat Asya benim hocamdı. Nevzat Bey’e elimden geldiği kadar yardımcı olurum. Ayaklarımdan sıkıntım olduğu için dışarıya çıkmaya imkanım yok. Zahmet edip eve buyurur iseler, kendileriyle sohbet etmekten zevk duyarım.” dedi.

Zeki Sofuoğlu ile yaptığım telefon görüşmesini Köseoğlu’na anlattım. Hoca’nın ev adresini ve telefon numarasını verdim.

Aradan aylar geçtikten sonra Nevzat Köseoğlu’nun editörlüğünü yaptığı kitabın çıktığını öğrenince bir gün onun Yüksel Caddesindeki çalışma ofisine gittik. Gelmişten geçmişten konuşarak zevkli bir iki saat geçirdik. Dönüşte de Arif Nihat Asya adını taşıyan kitabı da aldım. Büyük boyutlu ve hacimli bir kitap. Abidevi bir eser. Başta arkadaşım Nevzat Köşeoğlu olmak üzere eserin yazılmasında, basılmasında emeği geçen herkesi kutluyorum.

Eser, Kültür ve Turizm Bakanlığının Anma ve Armağan Kitaplar Dizisinden Çıkmış 3. Kitap. Diğer ikisi Necip Fazıl Kısakürek ve Semiha Ayverdi ile ilgili.

Bakanlık Atilla Koç imzalı önsözünü ikinci paragrafında şairle ilgili olarak şunlar yazılıdır;

“1975 yılında aramızdan ayrılan Arif Nihat Asya, ülkemizin zor dönemlerinde yoksulluk içerisinde yetişmiş, idealist bir eğitimci ve fikir adamı, ‘arifane’ bir şair, tarihine, toplumuna ve milletine karşı sorumluluk duyan bir aydın. Bu gün kırk yaş ve üzeri insanlarımız içerisinde onu fikirlerinden etkilenmeyen, ‘Fetih Marşı’nı bilmeyen, yazarın adını bilmezse bile ‘Bayrak’ şiirini duymayan pek kimse yok gibidir. İstedik ki Arif Nihat Asya’da genç kuşakları tarafından tanınsın, bilinsin.”

Bu amaçla hazırlanan eserde Arif Nihat Asya’nın hayatı, kişiliği, fikirleri, sanatı ve şiiri uzman kalemler tarafından ele alınmıştır. Böylece hem bir anma-armağan kitabı, hem de bir başvuru kaynağı ortaya çıkmıştır.

Önsözde Arif Nihat Asya’nın genç kuşaklarca tanınması, bilinmesi istenmiş. Bu dileğe katılmamak mümkün mü?

Kitabın başvuru kaynağı olacağı ifade edilmiş. Merhum, hayatta olsaydı eminim ki “başınızı yavaş vurun kırılmasın” derdi.

Eserde, konuyla ilgili olarak; “Öğrencisi Zeki Sofuoğlu İle Söyleşi” başlığıyla verirmiş. Söyleşiyi yapan İbrahim Altay, “…Arif Nihat ismi heyecanlandırmış, gözlerinin ışığı parlamıştı. Onun öğrencisi olmuş ‘Bayrak’ şiirinin yazılışı ve ilk okunuşuna şahit olmuştu. Daha sonraki yıllarda ise dostluğu, sarsılmaz bir ülküdaşlık halinde ömrünün sonuna kadar devam etmişti.”

Bunları okuyunca rahmetli Ahmet Arvasi’yi hatırladım. Rahmetle, minnetle, şükranla. Van Ernis İlköğretmen Okulunda başlayan bu öğretmen öğrenci ilişkisi, sonra arkadaşlığa, dostluğa ve ülküdaşlığa dönüşmüştü. Arif Nihat Hoca Türkçü, Ülkücü olmasına rağmen hiç MHP’li olmamıştı. Arvasi Hoca ise MHP’nin Merkez Karar Organın da görev yapmıştı. Hem Ülkücü hem MHP’liydi. Hoca fikir adamı olduğu kadar, aksiyon adamıydı. Mamak askeri cezaevinde uzun süre tutuklu kalmıştı.

Hastalandı. Askeri Mevki Hastanesine kaldırıldı. Oradaki doktor arkadaşlarımızın yardımıyla Arvasi Hoca’yı ziyaret imkanı bulmuştum. Kısa süreli oldu ama, ben öğretmenimi ziyaret etmekten, o da kendisini ziyaret eden eski bir öğrencisini görmekten mesut ve bahtiyar oldu.

Söyleyişi dikkatle okuyunca Arif Nihat Asya’nın nasıl bir öğretmen olduğunu anlamak mümkün olmaktadır. Kendisinde bir öğretmen ve eğitimci olan Zeki Sofuoğlu öğretmeni hakkında bakın neler söylüyor;

“Arif Nihat merhumla talebeliğin sırasında tanıştım. 1933 yılında Cumhuriyetin  10.yıldönümünde, Adana Erkek Lisesinin orta kısmında 1. sınıf talebesiydim. 3 sene orta mektep de  okuduktan sonra liseyi de Adana Erkek Lisesinde okudum. Lise 1,2 ve 3. sınıflarda edebiyatı dersi hocamız merhum Arif Nihat Asya idi.

Ali Nihat Asya derslerini renkli bir şekilde veren, talebenin alakasını daima verdiği ders üzerinde tutma kabiliyetine sahip bir şahsiyetti. Zevkli ders verirdi. Nüktedandı, espiriler yaparak, gerekli olan yerlerde çok güzel hakkını vererek şiirler okurdu. Talebesinin sevgisini kazanmıştı. O yıllarda hocaya karşı en küçük bir saygısızlık yapıldığını bile görmedim.

Hoca’nın “dikkat edin” veyahut “orda sen ne yapıyorsun” gibi bir uyarıya sınıfta herhangi bir öğrenciye yaptığını duymadım. Çünkü herkes dikkat ve alaka ile Hocayı takip ederdi.”

Bana da merhum Arvasi Hoca’yı sorsalardı, herhalde üç aşağı beş yukarı aynı cümlelerle anlatırdım. Yahya Kemal’in Sessiz Gemi şiirini ilk defa onun sesinden dinlemiş, şiiri sevdiğimiz kadar, okuyanı, okuyucusunu da sevmiştik. Arvasi Hoca sadece benim değil, bütün okulun sevip saydığı bir öğretmendi. 

Öğretmenliği nev-i şahsına yani kendine özel bir meslek olduğunu söyleyip duranlar, bu görevlerini kanunlara, yönetmeliklere geçirenler boşuna bir iş yamamışlar. Bir gerçeğin altını çizmişler.

Meslek, adına bakılarak anlamlandırılırsa bilgi öğretmek demektir. Öğretmen de öğretmek işini yapan kimsedir. Bu anlamlar öğretmenliği ifade etmeye yetmez. Öğretmen mürşit olabilmektir. Yani doğru yolu gösterebilmeli, kendisi de doğru olmalıdır ki, inandırıcılığı olsun. Kılavuzluk, eğitim biliminde ki adıyla öğrencisine rehberlik yapabilmelidir.

Öğretmenlik mesleğinin diğer bir önemli özelliği de terbiye ediciliğidir. Eğiticiliğidir. Öğretmeliği mürebbiyelikle eş anlamlı tutmuyorlar ama, kavramın mürebbiyelik vasfı da vardır. Öğretmen aynı zamanda bir drama ustasıdır. Branşı ne olursa olsun psikoloji bilmek zorundadır. Öğretmen bir kaşiftir. Öğretmen bir mucittir.

Zeki Sofuoğlu’ndan Arif Nihat Asya’yı okuyunca gördüm ki öğretmen aynı zamanda bir nakkaştır.

“Genç dimağları bir nakkaş gibi işliyordu demek ki” ibaresine karşılık, Zeki Sofuoğlu cevap veriyor.

“Evet, Arif Nihat merhum bize dersleri zevkle öğretirdi ve başka bir yerde duymadığın şeyleri Hocadan öğrenirdik.” diyor ve art arda misaller veriyor.

Öğretmen, okulun dışında da o öğretmenlik yapmaktadır. Arif Nihat Asya gibi. Sofuoğlu, Hoca Adana ile çok kaynaşmış vaziyetteydi. Adana’da kendisine göre çok edebi bir çevrede meydana getirmiştir.

Söyleyişinden öğrendiğimiz bir başka hususun altını bir kere daha çizerek belirteyim, Arif Nihat Asya ile Zeki Sofuoğlu arasındaki münasebet öğrencilik bittikten sonradan devam etmiştir. Tıpkı bizlerin Arvasi Hocayla münasebetimizin devam etmesi gibi.   

 

Sofuoğlu Bey, daha önce de temas etmiştim. Emsali arkadaşlarına göre biraz daha ağdalı ve terkipli konuşuyordu. Şimdi anlıyorum ki, Arif Nihat Hoca’nın kendisinde uyandırdığı ve benimsettiği Divan Edebiyatına olan aşinalığındandır.

Ali Naili Erdem Milli Eğitim Bakanı iken Sofuoğlu Müsteşar Yardımcısı, ben de Orta Öğretim Genel Müdür Yardımcısıydım. Bakan Bey’in bir nevi özel kalem müdürlüğü yapan bir müşaviri vardı: Kamil Bey. Bu zat mecaz, teşbih, cinas vb. edebi sanatlar bilmeyen bir kimseydi. Kelimeleri çıplak manasıyla anladığı için müsteşar ve yardımcıları arasından adı Düz Kamil’e çıkmıştı.

Kamil Bey’in de bulunduğu bir mecliste Sofuoğlu, üçüncü bir kişiden bahsederken ‘tek’ eşsiz anlamında,

“…. o zat arkadaşları arasında yekta bir zattır” deyince Düz Kamil Bey,

“efendim o zatı ben tanıyorum. Adı yekta değil, Salih tir” diyor. Zeki Bey, bu cehalet karşısında şaşırıyor ama, yapacak fazla bir şey yoktur.

Hatıra veya anı diyebilirsiniz. Tercihi size kalmış. Netice itibariyle bunlar hep geçmişten sizde kalanlardır. Acıları vardır. Tatlıları vardır. İnsanı hüzünlendirenler olduğu kadar, neşelendiren, hatta hatırlar hatırlamaz sizi kahkahaya boğan geçmiş anlar vardır. O anları yeniden yaşamak hele hele başkalarına da yaşatmak çok önemli olsa gerek.  Ben bunları düşünüp yazarken aynı vadide yazılmış Nevzat Köseoğlu’nun ‘Geçmiş Zaman Peşinde’ isimli kitabı elime geçti. Daha doğrusu Köseoğlu kitabını kardeşi Kenan’la eve gönderdi. Çünkü yakın zamanda oraya kadar yürüyüp yazıhanelerinden kitabı almaya sağlığım müsait değildi.

Hastaneye pazartesi günü yatmadan önce Cumartesi ve Pazar günleri okumak istediğimi asker arkadaşıma ricada bulundum, o da nezaket göstererek imzalayıp kitabını gönderdi;

 “Necdet Özkaya kardeşime sağlık ve huzur dilekleriyle sevgiler. 07.06.2007 imza”

Kitabı elime alıp içindekilere bakınca 120. Sayfada yer alan bahis dikkatimi ve ilgimi çekti. Çünkü Zeki Sofuoğlu’nun ağzından yazılan öğretmeni Arif Nihat Asya’yı okuyordum. Bir yandan da düşünüyordum: Bir insanın tahsil hayatı boyunca çok sayıda öğretmeni olmuştur. Ama aklında kaç öğretmeni kalınmıştır? Derin izler bırakan, öğrencisinin şahsiyetinin oluşumunda rol oynayan öğretmen, gerçek anlamda öğretmendir.

Arif Nihat Asya öğretmendir, Mustafa Zeki Sofuoğlu öğretmendir, S.Ahmet Arvasi öğretmendir. Tevazu göstermeden, çünkü tevazu gibi görünen birçok davranış aslında riyakarcadır. Onun için gönül rahatlığı ile Necdet Özkaya’nın da bir öğretmen olduğunu söyleyebilirim.

Nevzat Köseoğlu’nun kitabında,

“Bir yılımı belki de hayatımı kurtaran öğretmenim” dediği bu öğretmen kitaptaki ifadesiyle Zühtü Hoca. Nevzat Köseoğlu’nu dördüncü ve beşinci sınıfta okutmuş. Birden üçe kadar Behice Hoca gelmişti. İspir’e ilk gelen hanım öğretmenlerdendi. Bu insanlar hem aile dostlarımız hem öğretmenlerimizdi, severken döverken de rahat ve cömert davranırlardı. Bu satırları öğrencilerimden okuyan olursa hemen beni hatırlayacaklardır. Beni hatırlayacakları bir başka ifade de şu olacaktır: “Zühtü Hoca’dan ne kadar dayak yediğimi hatırlayamıyorum. Yememiş olmam imkansız.”

Yüzlerce öğrencime Necdet Özkaya nasıl bir öğretmendir? Diye sorulursa birçok niteliklerimi saydıktan sonra, yedikleri dayakları da hatırlayacaklardır. Ama sevgi ve saygılarını hiç kaybetmeyeceklerdir.

DEVAM EDECEK

You have no rights to post comments

An itibariyle ziyaretci sayısı:

346 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi