BİR ARİF AĞA (KIRILMIŞ) VARDI

BİR ARİF AĞA (KIRILMIŞ) VARDI
Necdet ÖZKAYA

12 Eylül 2006-Ankara

Bir Arif Ağa (Kırılmış) vardı. İri yarı bir adamdı. Yüzün üstünde kilosu, bir seksen üzerinde boyu vardı. Adana halinde kabzımallık yapardı. Arif Ağa’yı 60’lı yıllarda tanımamıştım. 70’li yıllarda sol terörün Adana’yı kasıp kavurduğu günlerde tanıdım. Oğuz’un ve rahmetli Yavuz’un arkadaşı idi. Sanıyorum onlarda rahmetli İsmet Usta’nın dükkanında tanışmışlardı.

Adana’ya sık sık gittiğimiz yılların birinde gene belalı ve can sıkıcı, üzücü bir olay vesilesiyle tanıştık. İlk bakışta insana güven ve cesaret veren bir görüntüsü vardı. Zaman ilerledikçe anladım ve gördüm ki Arif Ağa’nın her çevreden her türden arkadaşları ve alışverişi vardı. Çevresinin genişliği büyük ihtimalle mesleğinden kaynaklanıyordu.

Hanımından ayrı yaşıyordu. Bir kız iki oğlu ile kalıyorlardı. Kendisiyle tanışıklığınız, dostluğumuz ilerledikten sonra çocuklarının anasıyla yeniden bir araya gelmesi için uğraşmalarımız sonuç vermedi.

Arif Ağa’nın adananın güney mahallelerinde oturan Arapların içinde çok  dostları vardı. Bunların içinde de falcılar, kâhinler vardı. Kimin neyi kaybolmuşsa Arif Ağa’yı bulur, o falcılara ulaşarak yitiklerini bulmaya çalışırlardı.

Arif Ağa kabzımallık anlatırken, derdi ki,

“Sabahleyin evden on çuval yalanla çıkarım, akşam eve piyasaya bir çuval yalan borçla dönerim” derdi.

Rahmetli Arif Ağa, aradan bir Ankara’ya bize turfanda sebze gönderirdi. Onun sebze zamanlarda kış aylarında taze domates, taze biber, patlıcan, fasulye Ankara’da bulunmazdı. Hele hele karpuz, salatalık gibi şeyleri mevsim dışında bulmak mümkün değildi.

Ocak veya Şubat aylarından biriydi. Ankara karakışı yaşıyordu. Muhtemelen Pazar günüydü, kapı çalındı. Açtık Arif Ağa bir kasa taze sebze ve karpuzla çıka geldi. Küçük kızım Elçin henüz üç dört yaşlarında idi. Sebze kasasının üstünde karpuzları görünce içeriye annesine seslendi,

“Anne gel bak! Şıkır şıkır karpuzlar gelmiş!” diye bağırdı.

Hey gidi günler, hey! Hayali cihan değer” dedikleri gülerler bir gün.

Şıkır şıkır karpuzlar günlerinin üstünden çoook yıllar geçti; Yıllarla beraber ne acılar, ne kederler, ne sevinçler, ne güzellikler geçti. Ne can yakan olaylar, ne insanı yerinden hoplatan sevinçler. Nice ömürler, nice mevsimler geldi geçti.

Elçin büyüdü, ilkokul, ortaokul, liseyi bitirdi. Ankara Üniversitesinin Siyasal Bilgiler Fakültesinin Dış İlişkiler Bölümünden mezun oldu. Marmara Üniversitesinde master’e başladı, Hollanda’nın ……Üniversitesinde tamamladı. Geri döndü Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinde işe girdi. Evlendi, şimdi dört yaşında bir çocuğu var. Annesi yirmi yıl önce emekli oldu. Ben de kırk üç yıl çalıştıktan sonra iki yıla yakın bir zamandır emekliyim.

Arif Ağa’nın oğlu Ahmet’i komünistler kurşunlamışlardı. Öldü diye bırakıp gitmişler, ama Ahmet ölmemişti. Bacağından, kasığından yaralanmış, çok kan kaybetmiş, acile kaldırmışlar, kaldırıldığı hastanede ameliyat etmişler. Fakat iyileşememiş, yara yerinden kan karışığı cerahat akıyormuş.

Arif Ağa’nın gözü korkmuş. Oğlunu iyi tedavi etmemişler, Adana’da tekrar ameliyat olursa en azından Ahmet’in bacağını kaybedeceği endişesine kapıldığı için beni telefonla aradı. Ahmet’i Ankara’ya getirmek istiyordu. “Hemen getir” dedim. Zaten evde bir yaralı vardı. Kardeşim Oğuz. İkincisi de gelsin. Ne yapalım? Arif Ağa’nın oğlu Ahmet’i, Yavuz’un yerine koyup, bakmamız boynumuzun borcu değil miydi? Ülkücüleri her zaman, her yerde ve her şartta korumak ve kollamak ülkücülüğün bir gereğiydi. Gerekeni yapacaktık.

Bir iki gün sonra Arif Ağa hastaneye yakın bir otele Ahmet’le beraber yerleştiler. Bir gün sonra Dr. Ümit Bey’e gittik. Ahmet’i muayene ettikten sonra hemen hastaneye yatırdı. Arif Ağa, Ankara’da birkaç gün kaldıktan sonra Adana’ya döndü. İşi uzun süre beklemeye tahammül edebilecek bir iş değildi. Ayrıca evde iki çocuk yalnız başına Adana’dalar. Bütün şehirlerimizde olduğu gibi Adana’da da ne can, ne mal, ne ırz emniyeti vardı. Belanın nerede, ne zaman, nasıl geleceği hiç belli değildi. Onun için bir baba olarak Adana’ya hemen dönmek zorundaydı. Ahmet’i önce Allaha, sonra benimle Dr. Ümit Bey’e emanet ederek Adana’ya gitti.

Birkaç gün sonra Dr. Ümit Bey, Ahmet’i ameliyat etti. Ameliyat doktorun tahminimden daha fazla uzun sürdü. Ama ameliyat başarılı olmuştu ya uzun sürmüş, kısa   sürmüş, hasta için önemli değildi. Yorgunluğu doktor ve ekibi çekiyor.

Ahmet hastanede iki veya üç hafta kaldı. Her gün Demirlibahçe, Demirkapı sokağındaki evimizden yürüyerek Ahmet’i sormaya hastaneye gidiyordum. Akşam üstüde Oğuz’un tedavisi için Kızılay’daki doktorun muayenehanesine gidiyorduk. Ahmet hastane yemeklerini ilk günden itibaren yiyemediğini söylemişti. O na her gün sefertasında yemek götürüyor, kirlenmiş çamaşırlarını yıkanması için eve getiriyordum.

Eşim Adalet Hanım, öğretmenlik yapıyordu. Evde üç çocuk var. Oğuz yaralı. Özel bakım istiyor. Ahmet’in çamaşırlarını yıkamak, ütülemekte Adalet Hanım’a ilave edilen yeni işiydi. Allah var bütün bunları of demeden yaptı. Tabii yatılı yatısız misafirlerde çabasıydı. Kendisinden Allah razı olsun. 

O günler yaman günlerdi, zor günlerdi, acı dolu, kanlı günlerdi. Nice ocakların söndüğü, nice canların kara toprağın girdiği günlerdi.

Ve o günlerde öldükten sonra büyük devlet adamı olarak ilan edilen Ecevit iktidardaydı.

Arif Ağa, bir eli telefonda, Ahmet’in sağlığını sormak için Adana’dan arıyordu. Daha sonra Ahmet’in hastaneden çıkmasına yakın Ankara’ya geldi. Daha önce kaldığı otele yerleşmişti. Oğuz’u gönderdim. Akşam bize yemeğe davet etti. Oğuz eve erken dönerek yengesine Arif Ağa’nın akşam yemeğine geleceğini haber vermişti. Tabii Arif Ağa gibi cüsseli, iştahı yerinde bir misafiri iyi ağırlamak için çok yemek yapmak gerekiyordu. Adalet Hanım’da öyle yapmıştı. Misafirlerimiz gelmeden önce masayı hazırlamıştık. Arif Ağa Adana’dan bir kutu baklavayla gelmişti. Elinin boş olarak gelmesi ağalık şanına yakışmadığı gibi, Arif’in cömertliğine de sığmazdı. Büyük neşe ile sofraya oturmuştuk. Birinci tabaktan sonra Arif Ağa, “Artık yiyemeyeceğim, doydum. Allah ziyade etsin.” dedi. Hepimiz çok şaşırmıştık, onun iştahını çok yakından bilen Oğuz, daha çok şaşırmıştı. Oburluk derecesinde yemek yiyen Arif, birinci tabaktan sonra doymuştu. Israrımız fayda vermedi. Arif Ağa yemin billah ederek doyduğunu belirtiyordu. Yapılacak bir şey yoktu.

Sofradan kalktıktan sonra, çay, kahve içerken uzun bir süre sohbet ettik. Ertesi gün hastaneden Ahmet’i çıkarmak için Arif Ağa ile Hacettepe’de buluşacaktık. Arif Ağa’nın korkularından biri de Ahmet için hastane masraflarının yüklü olacağı idi. Korktuğumuz başımıza gelmedi. Hiçbir sosyal güvencesi olmayan Arif Ağa’ya hastanede çok cüzi bir masraf çıkardılar. Doktorun kendiside ücret almamıştı. Arif Ağa, Ahmet’in ucuz yoldan iyileşmiş olmasından dolayı çok mutlu olmuştu.

Solcu-ülkücü kavgasının çok şiddetli olduğu bir dönemde, Tepebağ Mahallesi ülkücülerin denetimindeydi. Ali Dede Mahallesinde evinin defalarca kurşunlanması üzerine Arif Ağa’da İsmet Usta gibi Tepebağ Mahallesine sığınmıştı.

12.9.1980 askeri müdahalesi sonunda ortalık muayyen bir ölçüde durulmuştu. Arif Ağa ve çocukları da yeni duruma uyma çabaları içindeydiler. Her iki taraftan alay alay insanlar tutuklanarak, askeri cezaevlerine sevk ediliyorlardı. Arif Ağa, hem kendisi hem oğlu Ahmet için belli etmese de endişeleniyordu. Neyse ki korkuları gerçekleşmedi.

Asker rejim yumuşamıştı. Sivil siyasi hayat yavaş yavaş canlanıyor ve şekilleniyordu. O günlerde Adana’ya uğramıştım. Bütün eski arkadaşlarımı arayıp bulduğum gibi Arif Ağa’ la da görüşmemiz nasip olmuştu. Çocuklarının anneleriyle resmen boşanmışlardı. Arif Adana’da siyasetle ilgilenen bir hanımla yeniden evlenmişti. Hanım, aynı zamanda bir iş kadınıydı. İnönü Caddesine yakın sokakların birinde yazıhaneleri vardı. Aklımda yanlış kalmadıysa sokağın bir ucu Atatürk Bulvarına diğer ucu da Ziyapaşa Bulvarına uzanıyordu.

Yeni yazıhanelerine, ziyaretine gittim. Hanımıyla da tanıştık. Arif’i çok sağlıklı görmedim. Biraz muhabbet ettikten sonra, şaka olsun diye           “Yeni Hanım, seni diyete sokmuş galiba çok kilo vermişsin” dedim. Arif Ağa kendisine mahsus gülüşüyle, güldü.

“Hocam söylediğiniz Allah için doğru. Ama sadece boğazıma dikkat ettiğim için değil, rahatsızlığım da var” dedi.

Bu görüşmemizden sonra Arif Ağayla bir daha görüşemedik. Bir gün kardeşim Oğuz telefon etti.

“Arif Ağa öldü” dedi.

Arif Ağa’ya ve bu vesileyle ahirete intikal etmiş bütün arkadaşlarıma Fatiha okudum, Allahtan rahmet diledim.

Arif Ağa ve benzeri insanların aramızdan birer birer çekilip gitmeleri çevremizi donuklaştırıyor. Her gidişin ardından çevremiz yoksullaşıyor. Canlılığını, rengini sesini kaybediyor. Dümdüz ve sığ adamların meydana getirdiği çevre asık suratlı, durgun oluyor, insana bıkkınlık veriyor.

***

Mustafa Bey (Demirkıran), Adana Orman Bölge Müdürlüğünde Memurdu. O’nu tıraşlı görmek mümkün değildi. Beyaz gümüş renkli saçları hep taralıydı. Favoriler hep kısa kesilmişti. İnce kırı fazlalaşmış bir bıyığı vardı. Yaz kış pırıl pırıl, tiril tiril giyinir. Üstünde başında ne bir karışıklık ne bir leke olurdu. Adana’nın kışın yağmurunda, yazın tozlu sıcağın da bu kadar temiz giyinmeyi nasıl becerirdi? Merak ederdik ama esrarını da nedense sorup öğrenmezdik.

Orman idaresinde başkatip olarak görev yaptığını hatırlıyorum. Nezaketi, saygısı, oturuşu, kalkışı tam bir kalem efendisi olduğunu gösteriyordu. Evi eski ailelerin oturduğu o zamanki Adana’nın en gözde mahallesi olan Reşatbey de idi. Babadan kalma bir evde oturuyorlardı. Geç evlendiği için çocukları Mustafa Bey’in yaşına göre küçüktüler.

Çalıştığı daire Reşatbey mahallesinde setin üstünde idi. Evi dairesine yakındı. Dolayısıyla Mustafa Bey derneğe gelip giderken zorlanıp yoruluyordu ama, evinden işyerine gidişi gelişi kolaydı.

Ormancı Mustafa Bey, Döşeme Mahallesinde ki Adana Kültür Derneğinin devamlı gelen üyelerindendi. Kimin masasında oturursa orada seviyeli bir muhabbet başlardı.

Ağır ve duraklayarak konuşurdu. Bazen kelimeleri ve cümleleri arasında bir sigara yakıp bitirdiğim zamanlar olurdu. Buna rağmen ne ben, ne de bir başka arkadaş Mustafa Bey’le sohbet etmekten kaçınılmazdık.

Orta boylu olmasına rağmen yıllarca masa başında okuyup, yazmaktan olsa gerek omuzlarında hafif bir kamburluk vardı. Seyrekte olsa sigara içerdi.

Cebinde kalın bir defteri vardı. Galiba ajandaydı. Çünkü arada bir onu cebinden çıkartır. Gün ve tarih hesaplardı. O deftere beğendiği, güzel şiirleri yazardı. Bunlar her türden şiir olurdu. Divan, halk, tasavvuf edebiyatından seçme şiirlerdi. Bazen yeni tarz şiirleri de yazar okurdu. Osmanlıca kelimeleri kullanmaktan hoşlanır. Kullandığı bazı kelimeleri muhatapları anlamayınca canı sıkılır. Zaman zaman bana, “Hocam arkadaşlara lügat öğretsek çok faydalı olur” derdi.

Mustafa Bey, en fazla lise mezunuydu. Ama üniversiteli gençlere, öğretmenlere taş çıkartacak bilgiye ve lügate sahipti. “Azizim, Mirim” diye hitap edişleri hala kulağımda yankılanmakta, Mustafa Bey’in hayali gözümde canlanmaktadır.

O dönemin şartları içinde, devlet dairesinde memur olan birinin Türkeş’çi olarak bilinen Türkçü bir derneğe üye olması, gidip gelmesi cesaret isterdi. Her hafta Devlet Dergisi satın almak, Ötüken, Töre gibi dergileri okumak tehlikeli ve belalıydı.

Mustafa Bey’in nesline milliyetçilik duygusunu kimler aşılardı, doğrusu çok iyi bilmiyorum. Çünkü araştırmak, sormak, incelemek gibi alışkanlığımız yoktu. Herkesin yaşına başına bakmaksızın anadan doğma milliyetçi olduğunu zannederdik. Bu zannımıza rağmen, o nesil cumhuriyetin uyandırdığı, ateşlediği milliyetçilik ruhunu okudukları okullardan ve o dönemin öğretmenlerinden almışlardır. Zira kuvayı milliye ruhu canlılığını henüz yitirmemişti. 1. Dünya Savaşına, İstiklal Savaşı’na katılanların bir çoğu hayatta idi. Onların anlattıkları, Çanakkale, Yemen, Sakarya, Dumlupınar hikayeleri bulundukları çevrelerde milli bir havanın oluşmasını sağlıyordu. O havada yetişen çocuklar, ilerlemiş yaşlarına rağmen o duyguları uzun süre muhafaza edebiliyorlardı.

Bu arada çıkan milliyetçi dergiler ve gazetelerin de bunda payı olduğu bir gerçektir. Selim Güngör Hoca, rahmetli Atsız Bey’in çıkarttığı Orkun dergilerini iki cilt halinde ciltletmiş, uzun süre muhafaza ettikten sonra bana hediye etmişti.

1944 olayları yurt sathında milliyetçi duyguların yükselişine vesile olmakla beraber milliyetçilerin “tehlikeli eşhas” arasında sayılarak ülke çapında takip edilmeye başlanması, milliyetçileri ister istemez sindirmiştir. 

Sinen, sindirilen, bastırılan, baskı altında tutulan milliyetçi duygular ve hareketler, mutluluklar, milliyetçi derneklerin açılması ile birlikte yeniden uyanmış ve dirilmiştir. Ne yazık ki bu derneklerde kısa bir süre sonra yurt genelinde kapatılmıştı. Özellikle küçük yerleşim bölgelerinde kurucuları polisin sıkı takibinden korktukları ve usandıkları için başka şehirlere göç ederek bu amansız takipten kurtulmayı denemişlerdir.

Bu takip bizim neslimizin sahneye çıkışına kadar, bir manada 60’da ki 27 Mayıs askeri müdahalesine kadar devam etmiştir.

Bizim ve bizden sonraki nesillerin maceraları, talihleri, talihsizlikleri devam etmektedir.

Adana’da Mustafa Bey ve neslinin milliyetçi oluşlarında rahmetli Remzi Oğuz Arık ile rahmetli Arif Nihat Asya ve rahmetli Cezmi Türk’ün büyük rolleri olmuştur. Elbette ki başka kimseler ve yayın organlarında vardır.

Millet, milliyet ve milliyetçiliğin değişik birçok tarafı olmakla beraber milliyetçilik, millet odaklı bir dünya görüşüdür. Milleti esas değer olarak alan bir sistemi oluşturmaya çaba gösteren bir akımdır.

Mustafa Bey ve benzeri arkadaşlarımız, fikriyattan ziyade milliyetçi davranışları esas alarak kendilerine göre bir ölçü, bir kriter geliştirirlerdi. Onlara göre milliyetçi kimse elbette ki milletini, vatanını ve bayrağını sevmek, gerekirse bunların uğrunda ölebilen kimsedir.

Milliyetçi bir kimse,

             Terbiyeli, kibar ve naziktir.

             Küçüklerini sever, büyüklerini hem sever, hem sayar.

             Şefkatli ve merhametlidir.

             Cömert, çalışkan ve cesaretlidir.

             Görevini ihmal etmez, başarıyla yerine getirmenin gayreti içinde olur. 

             Yalan söylemez, haram yemez.

             Kimsenin malına, canına, namusuna göz koymaz.

             Emanette ihanet etmez, verdiği sözü tutar.

             Kimsenin hakkına tecavüz etmez.

             Elinden geldiği kadar dini vecibelerini yerine getirir.

             Helâlı haramdan ayırır.

             Dürüsttür.

             Eline, diline ve beline sahiptir.

             Fedakarlık ve feragatlik milliyetçiliğin vazgeçilmez iki özelliğidir.

Benzeri insani ve ahlaki vasıfları çoğaltarak milliyetçi bir kimsenin uyması ve yaşaması gereken kuralları sıralarlardı. Kendileri de bunları bir hayat tarzı olarak benimsemiş, uygulamaya çalışırlardı.

Bu insanların imanları, kelamları ve amelleri arasında gerçekten ahenk vardı. Ellerinden geldiğince bilgilerini ve fikirlerini geliştirmeye çalışırlardı. Vakitlerini boşa geçirmez, bu sözler konuşmaz. Şakalaşırlar, latife yaparlardı. Orda da latifenin latif olmasına itina ederlerdi.

Mustafa Bey, yukarıda işaret ettiğim gibi seri konuşmazdı. Durarak, ağır ağır konuşurdu. Ağzından ses kolay kolay çıkmazdı. Zor çıkan kelimelerle muntazam cümleler kurardı.

Mehmet Turgut, Mustafa Bey’in bu tarz konuşmasının sebebini çok merak ediyor, öğrenmek istiyordu. Günün birinde Dernekte Mustafa Bey’in yalnız başına bir masada oturduğunu görünce selam vermiş, oturmuş. Hal hatır sorduktan sonra asıl merak ettiği soruyu sormuş;

“Mustafa Bey, affedersin, kusuruma bakma, çok alkol aldığınız için mi bu kadar ağır ağır, dura dura konuşuyorsunuz?”  diye sorunca;

Mustafa Bey, afallayıp şaşırmış, ağzından ilk kelime belki bir dakika sonra ancak çıkmış;

“Ben hayatımda hiç içki içmedim ki” demiş

Mehmet’e de teessüf ederek üzüntülerini ifade etmiş. Mehmet baltayı taşa vurduğunu fark etmiş ama, ne yapsa nafile, olan olmuş bir kere. Söz ağızdan bir kez çıkar. Geri alınması mümkün değildi.

12 Mart müdahalesi sonunda, Nihat Erim CHP den istifa ettirilerek O’nun başkanlığında yeni bir hükümet kurulmuştu. Türkiye bu müdahale ile komünist bir darbeden kurtulmuştu. Türk silahlı kuvvetleri cumhuriyetimizi, vatanımızı, devletimizi bir kere daha tehlikeden kurtarmıştı. Demokrasinin kesintiye uğraması, ara rejimlerin açılması, kısa ömürlü hükümetler döneminin başlaması, ülkenin geleceği açısından tartışmaya değerdi. Lakin ülkede komünist bir rejimin kurulmasından elbette iyiydi. Ülke çapında tutuklama başlamıştı. Kaçak olanlar, aranıp bulunamayanların en yakın güvenlik birimlerine teslim olmaları isteniyordu. İsimleri radyodan yayınlanıyor, resimleri duvarlara ve muhtelif yerlere asılıyor, basın yolu ile ilan ediliyordu.

Aramızda Mustafa Bey’in de bulunduğu birkaç arkadaşımızla birlikte radyoyu dinliyorduk. Haberleri bitinceye ben ve Mustafa Bey evlerimize gitmek için dernekten çıktık. Çifte Minareli Camiye kadar beraber yürüyecektik. Aşağı yukarı 500 metrelik bir mesafe. Mustafa Bey,

“Hocam, ben Mardin’de askerlik yaptım. Jandarmaydım.” Senesini de söylemişti de hatırlamadığım için yazamadım. Mustafa Bey’in o günkü yaşını düşündüğümde 40’lı yıllarda askerlik yaptığını sanıyorum.

“Kanun kaçaklarını yakalamak için, sık sık göreve çıkardık. Çıkarken kimi yakalamak için, nereye, ne zaman, nasıl gideceğimizi kimse bilmezdi. Göreve çıkan erler, onbaşılar bile yola çıktıktan sonra görevlimizin amacını ve hedefini öğrenirlerdi. Radyodan ilan edilen isimler, kendiliğinden güvenlik güçlerine teslim oluru mu?” diye sordu.

“Büyük çoğunluğu olmaz” dedim.

“Olmaz tabii, halbuki biz,” eliyle, ayağıyla hareket tarzlarını göstererek,

“Rap! Rap! “ diye başladığında yolun yarısına gelmiştik. Diğer yarısını tamamlayıncaya kadar ‘rap,rap’ ların sonu gelmedi. Ağzından başka bir şey çıkmıyordu. Mustafa Bey’in nutku tutulmuştu. Sadece Rap! Rap! Rap! diyor, iki elini birleştirerek, bir sağa, bir sola sallıyor, sonra ileri gidiyor Rap! Rap! seslerinin ardı arkası gelmiyordu.  Çifte Minareli Camiye varmıştık. Kanalköprü’ye bizim mahalleye gidecek otobüsü karşıdan gördüm, durağa yaklaşmak üzereydi. Otobüsü kaçırmamak için,

“Mustafa Bey, şu rap rapları keste, sonunda ne olduğunu, onu söyle. Çünkü otobüse yetişmem lazım” dedim.

Mustafa Bey, yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Söylediklerini sanki unutmuş gibi,

“Ne rap,rapı?” diye sorunca,

“Nerdeyse on dakikadır Rap! Rap! diyorsun ya! İşte onu.” Deyince, hatırladı. “Haaa, baskınları rap, rap!.. diye habersiz (!) yapar, aradığımız haydutları, katilleri, hırsızları yakalardık.” Dedi.

Bu sahneyi Ahmet Sofuoğlu ile  ailece her görüştüğümüzde Nafiye Hanım,

“Necdet Bey, ‘rap rap Mustafa Beyi’ anlatır mısınız?” derdi. Sofuoğlu’nun müsaadesini alarak, anlatırdım. Hep birlikte gülerdik.

Artık sofuoğlu da yok, Mustafa Bey de. Adana’ yı eskisi kadar ve eskisi gibi özlemiyorum. Çünkü dostlar, arkadaşlar ve ağabeylerin çoğu göçüp gittiler. O güzel dostluklar, münasebetler, ilişkiler birkaç arkadaşın hafızalarında, hatıralarında kaldı.

Can yoldaşı dostlar çekildi gittiler

Ecel çiğnedi hepsini birer birer

Yan yana oturmuştuk hayat sofrasına

Bizden önce giden ahbaba selam olsun…..

Mustafa Bey’in adı kendi aramızda Rap! Rap! Mustafa’ya çıkmıştı. Ama bunu ancak birkaç arkadaş kendi aramızda konuştuk katiyen yaygınlaştırmadık.

Mustafa beynin bir başka güzel hikayesi de şöyledir:

Sofuoğlu Ahmet Bey’in Yağ Cami yakınında ki manifatura mağazasına, alışveriş yapan müşterilerin dışında dostlar, arkadaşlar sık sık sohbet etmek için gelirlerdi. Zira Ahmet Bey’in baldan tatlı bir sohbeti vardır. Mağazanın sakin bir köşesinde oturulurdu. Müşterilerle Ahmet Ağabey’in bacanağı Esat Bey’le tezgahtarlar ilgilenirdi. Ahmet Bey, mağazanın amiriydi. Ona çok az iş düşerdi. Arada bir hatırlı bir müşteri veya Ahmet Ağabey’in arkadaşlarından biri alışverişe gelmiş ise, hele yanında aileden biri varsa, şayet arkadaşının hanımı ise onlarla bizzat kendisi ilgilenir, büyük bir nezaket ve sabırla onları memnun ederek göndermeye çalışırdı.

Bir cumartesi günü vakit ikindiye yakın. Avukat Ahmet Kahyaoğlu ile Ahmet Sofuoğlu demli çaylarını yudumlayarak sohbeti koyulaştırmışlar ki, içeriye Ormancı Mustafa Bey girivermiş, selam vererek o da sohbette dahil olmuş.

Bir müddet iki Ahmet Bey’in konuşmalarını sessizce dinlemiş. Konuyu anlayınca kendiside arada bir konuşmaya katılmaya başlamış. Ama Mustafa Bey’in ağzından laf kolay kolay çıkmadığı için sohbetin tadı tuzu kaçıyor, iki arkadaş nezaket gereği itiraz etmeden sabırla Mustafa Bey’in sözünü tamamlamasını bekliyorlar. Mustafa Bey söze,

“Rahmetli anam derdi  ki……”, veya

“Rahmetli babam derdi ki……” diye girmeye çalışıyormuş. Ne var ki sözün sonu bir türlü gelmiyor, her iki Ahmet Bey’de birbirlerinin yüzüne bakarak sabırla bu sıkıcı müdahalenin bitmesini bekliyorlar. Ama Mustafa Bey de inatla her defasında rahmetli anası ile rahmetli babasının aklında kaldığı kadarıyla kendisine söylediklerini Ahmet Beylere duyurmak istiyor. Ama nafile, cümleler bir türlü tamamlanıp yerini bulmuyor.

Bu birkaç kere tekrarlanınca avukat Ahmet Bey artık dayanamıyor,

“Bre Mustafa Bey! Senin rahmetli anan Mekteb-i Hukutan mı mezundu? Rahmetli baban Mekteb-i Mülkiyeyi mi bitirdi? Uzun yaşamalarından başka ne meziyetleri vardı?” deyince bu uzun ve terkipli cümleleri bir anda idrak edemeyen Mustafa Bey,

“Anlayamadım” deyince, Kahyaoğlu’nun kafası iyice atmış olacak ki,

“Mustafa Bey, anlaşılmayacak ne var? Lafımızı iki de bir kesme demek istiyorum.” Demiş.

“Anladım, anladım.” demiş Mustafa Bey. Sohbet bitince kadar, bir daha söze karışmamış. Ama Sofuoğlu Ahmet Bey’in canı sıkılmış. Çünkü istemeden de olsa Mustafa Bey’in kalbinin kırılmasına çok üzülmüş.

Olayı bana çok sonra anlatan Sofuoğlu,

“Vicdansız Mustafa!.. Konuşmaya turp sıkmanın alemi var mıydı?” diye sorar ve hayıflanırdı.

Ahmet Bey, sevdiği arkadaşlarından birinin can sıkıcı tavırları karşısında sadece “Vicdansız!” demekle yetinirdi.


Önemli Not :

Rahmetli Mustafa Demirkıran'ın bende fotoğrafı yok. Arkadaşlarımdan ricam resim ellerinde varsa yada ailesini tanıyorlar ise benimle iletişim kursunlar. Yorum yaparak telefon  numarası da bırakabilirler.  O.Özkaya

You have no rights to post comments

An itibariyle ziyaretci sayısı:

45 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi