İSMET USTA (AKILLI)

TERZİ İSMET USTA (AKILLI)  
Necdet ÖZKAYA

6.12.2006-Ankara  

Bu gün Çarşamba. Güneşli bir Ankara sabahına açtık gözlerimizi. Müberra Hanım, Adana’dan misafirimiz. Sabah kahvaltısına hazırlanıyoruz. Cep telefonum çaldı. Kardeşim Oğuz’un aradığı ekranda yazılıydı. Yüksek sesle, “Hayırdır inşallah” dedim. Çünkü saat 09.00 sıralarıydı. Oğuz sesimi duymuş olacak ki, “Hayırdır Ağabey” diye cevap verdi. Ama verdiği haber kötüydü, acıydı. Terzi İsmet Ustanın vefat ettiğini söyledi. Her ölenin arkasından söylenen mutat sözleri gayri ihtiyari söyledim.

Çoktan beri hasta olduğunu biliyordum. Yıllar önce eşini kaybetmiş, kimsesi kalmamış insanlar gibi yaşadığından da haberdardım. Oğlunun hayırsız çıktığını arkadaşlarım söylemişlerdi. Oğlunun hayırsız olduğuna bakmayın İsmet Usta çok hayırlı, vefakar, fedakar bir arkadaştı. İyi bir usta. Hoş sohbet bir adam. İnce ve uzun boyunun üstünde gür beyaz saçlarının kapladığı ince uzun bir yüz… Kaşlarından, gözlerinden ziyade burnu dikkat çekiyor.

Dükkanı Küçük Saatten, Yağ Camiye giden Ali Münif caddesi üzerinde, Alsan Pasajının ikinci katındaydı. Ortağı Süleyman Ustayla birlikte çalışıyordu. Bulunduğu pasajın birinci katından itibaren terzi dükkanları vardı. Makine sesi, ütü cızırtıları, kokuları katların havası olmuştu.

Ama hiçbir dükkan İsmet Usta’nın ki kadar dolup, taşmazdı. Gelenler gidenler, oturup kalkanların hepsi müşteri değillerdi. Milliyetçi, Ülkücü gençlerin, öğretmenlerin “Ocaklar, Dernekler” dışındaki çok önemli mekanlardan birisi İsmet Usta’nın dükkanıydı.

Çok kere birbirini göremeyen arkadaşlar, ya İsmet Usta’nın dükkanın da birbirlerini görürler veya birbirlerinin haberini o dükkanda öğrenirlerdi.

İsmet Usta’nın hanımı hayatta iken arada bir rahmetli annemlere gelirlerdi. Oğuz’la, Necati’yle illa rahmetli Yavuz’la aralarındaki yaş farklarına rağmen çok iyi anlaşırlardı. İyi dostlukları, iyi arkadaşlıkları vardı.

Rahmetli Yavuz’un son zamanlarını, aileden herhangi biriyle konuşmaktan çekindiğim için Adana’ya gittiğim günlerde kimseyi almadan İsmet Usta’nın dükkanına gider, sözü döndürüp dolaştırır Yavuz’a getirir, İsmet Usta’dan onunla ilgili hatıralar dinlerdim.

Konu Yavuz olunca İsmet Usta elindeki işini bırakır, çay söyler, müsaade ister sigarasını yakar, hüzünlenir, hüzünlenir gözleri yaşarır, ağlamaklı bir sesle;

“Hocam, Yavuz sizin kardeşiniz olduğu kadar, benim de kardeşimdi, arkadaşımdı. Emin olun Yavuz’un acısı ciğerime işlemiştir. O’nu unutmak mümkün değildir. O’nu anmadan geçirdiğimiz gün yoktur” derdi. Başlardı Yavuz’u anlatmaya;

“Yavuz, güzel konuşur, şaka yapar, saz çalar, resim yapardı. Güzel ve tesirli şiirler okurdu. O şiir okuduğu vakit (bunları benim bilmediğimi sanarak her sefer unuttuklarını da ilave ederek yeniden anlatırdı) komşular dükkânlarını bırakır, onu dinlemek için, bizim dükkâna doluşurlardı.”

Bir akşam üzeri öğretmenlik yaptığı İmam Hatip Lisesinden çıkmış, arkadaşıyla beraber yürüyerek dükkâna gelmişlerdi.

“İsmet Usta bize çay söyle, hem yoruldum, hem de canım sıkıldı. Neredeyse küçük saatinin orada yüksek bir yere çıkarak, dört bir yandan gelip, giden insanları durdurarak, Necip Fazıl’ın şiirini okuyacaktım. Ama arkadaşım engel oldu.” dedi,  Çayı söyledikten sonra Yavuz'a döndüm ;

“Yavuz Hoca, orada okuyamadığın şiiri burada oku” deyince ayağa kalkarak, sanki karşısında binler, on binler varmış gibi, başladı şiiri okumaya;

Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
 
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden,
 
Çekiyor tebeşirle yekûn hattını âfet;
Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!
 
Durum diye bir lâf var, buyrunuz size durum;
Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum!

Şiiri okudukça, yavuz hocanın sesi üst katlardan, altı katlara kadar yayılıyordu. Bizim dükkan bir anda doldu, kapıda, pencerede insanlar toplandı. Şiir  bittiği vakit dinleyenler büyük bir coşkuyla Yavuz’u alkışladılar. Birkaçı ağlayarak onu kucakladı.

Rahmetli İsmet Usta, aradan geçen yıllara rağmen, sanki olayı dün olmuş gibi anlatır ve anlatırken de yaşardı. Gözleri dolar, derinden bir ah çeker, “Vah Yavuz, vah Yavuz! “ derdi. Bunun üzerine hem o, hem ben ağlamaya başlardık. Gözyaşlarımız yaşadığımız acıydı dindirmeye, içimizdeki yangını söndürmeye yetmezdi. O gün bugün yetmedi. 12 Ocak 1979’un üzerinden nice yıllar geçti. Yavuz’un bağrımızdan açtığı yara bütün tazeliğini koruyor. O yara rahmetli annemle   mezara gitti. Bizimle de mezara kadar yaşayacak. Yavuz’la inşallah ruz i mahşerde görüşürüz… Demek ki dava mahşere kaldı.

İsmet Usta(Akıllı), Arif Ağa(Kırılmış), Hamit Yılmaz. Bunlar kendilerine mahsus insanlar. İsmet Usta’ya inat Arif Ağa ve Hamit Yılmaz hem enine hem boyuna gelişmişlerdi. Hamit, kendisini tarif ederken elleri ile büyük bir bidon şekli çizerdi. İsmet Usta ile Arif Ağa’nın asker arkadaşı olduklarını biliyorum. Birbirlerini sever, ama çokça kavga eder, sıkça da küselerdi. İçlerinde siyaseti bir hayat tarzı olarak Hamit Yılmaz seçmiştir. İmanına bir Milliyetçi Hareket Partilidir. Ama Türkeş’li dönemleri hasretle hatırlamaktadır.

Hamit, şimdi petrol istasyonu işletmektedir. Ama siyaseti hep yakından takip ediyor.

Hamit, yasaklar kalktıktan sonra Türkeş’in il başkanı olarak aktif siyasete 12 Eylül’den sonra yeniden dönüyor. Hamit, Türkeş’in vefatından sonra Türkeş’ten bahsederken hep “rahmetlik” diye bahsediyor. “Rahmetlik” sözünden kiminin kastedildiği anlaşılmadığı zaman Hamit yılmaz açıklamaya yapıyor; “Alparslan Türkeş. Başbuğ Türkeş” demeyi de ihmal etmiyor.

Bir gün Başbuğ soruyor; 

“Hamit kaç çocuğun var?” diye. Hamit övüne, övüne;

“Üç” diyor.

“Oldu mu? Yani şimdi. Hamit. Ben boşu boşuna mı dokuz ışık doktrinini ortaya koydum. 

“Eksiğimi tamamlarım Başbuğum” cevabını alınca Türkeş, memnuniyetini ifade ediyor.

Hamit, söz vermeye vermiş, fakat eksiğini tamamlayamamış. Altında kalmış.

Hamit’in büyük, eski model bir mercedesi var. 2002 genel seçimlerinde Adana girişinde girişin de  bizim karşılayanların arasında Hamit ’de vardı. O eski arabayı gelin gibi süslemişti. Kendi arabamızdan inip O’nun arabasına binmemiz Hamit’i çok memnun etmişti.

En az iki ay süren seçim kampanyasının demirbaş elemanlarından biri Hamit’ti. Adana ve ilçelerinde, köylerinde Hamit’i tanımayan MHP’li yok gibiydi. Yeni yetmelerle arası olmadığı için il ve ilçe merkezlerine gidip gelmekten vazgeçti. MHP’ye parti gözüyle bakmayan dinler ve on binler gibi Hamit’te MHP’yi dünya Türklüğü’nün davasını güden bir kuruluş olarak bakıyordu.

Hamit, Mehmet Turgut, Muzaffer Bey gibi nice eski arkadaşlarımız, faal olarak seçim faaliyetlerine katılmaları, benim birinci sıradan aday olmam vesilesiyle  mümkün oldu. Nice küsmüş arkadaşlar, hatta MHP’yi bırakmış, başka partilere gidenler bile yeniden MHP demeye başladılar.

Hamit’inde içinde bulunduğu bir grup arkadaşla yeni bir slogan bulmuştuk! 2002 seçim kampanyası mübarek üç aylar içinde geçti. Seçim 3 Kasım Pazar günü yapılacaktı. Bu üçleri içine alan bir slogan:

Üç aylarda

Üç hilalle

Üç kasımda iktidar olacağız!

3x3=9 ışığı da içine alan ve onu hatırlatan bir slogan. Afiş olarak binlerce bastırdık, sokakları, caddeleri, meydanları süsleyen afişler arasında okuyanları psikolojik açıdan çok sarsıcı bir slogan olmuştu. Kapalı, açık alanlarda gündüz, gece yaptığımız toplantıların sonunda mensuplarımızı ve bizi dinleyenleri kalplerinin derinliklerinden yakalamak için topluca bu sloganı bir ant gibi okuyorduk.

Üç aylarda

Üç hilalle

Üç kasımda

İktidar olacağız!

Yeri göğü inletiyorduk. Dualarla, alkışlarla o toplantı bitiyor. Vakit gece yarısını bulmuşsa uyumak için evlere dağılıyorduk. Saat henüz gece yarısını geçmemiş ise bir işkembeciye giderek karnımızı doyuruyorduk.

Yorucu, heyecanlı, duygulu geçen bir seçim kampanyasının sonunda, iktidar olmak şöyle dursun barajı bile geçememiştik.

Çünkü Ecevit’le kurulan koalisyon MHP’ye uğursuzluk getirmişti. Benim bildiğim kadarıyla 1965’ten beri her seçimde oyunu yükselten MHP ilk defa 2002 seçimlerinde oylarını %9,7 oranında düşürdü ki bir çok çevreler, hayretten dona kaldı. Ülkücü ve MHP’ li seçmen kendi partilerine oy vermemişti. MHP’lilerin küskünlüklerini bir tek sebebe bağlamak mümkün değildir. Onu bir başka safhada anlatacağım.

Seçimi kazanamadığımız anlaşılınca Hamit’in eşi kocasına demiş ki “1995 seçimlerin de arabanla Türkeş’i gezdirdin baraja takıldınız. Bu seçimde de Necdet Hoca’yla beraberdiniz onu da barajda boğdunuz. Ya sen de ya arabanda bir uğursuzluk var”

Hamit, Kadirli’ den Oğuz’un Avşar boyundan. Çokça Yörük ve aşiret hikayesi biliyordu. Fırsat buldukça anlatırdı.

Yaylacı iti ve bir de suyu güzel olan Cebel deresine testiyle su getirmeye giden çorbanın hikayesini dinlemiştim. 

Sıcak bir yaz günü Avşar Beyi, Obruk belinde adamlarıyla beraber kestirdikleri koyunları odun ateşinde pişirerek yedikten sonra,“Bu etin üzerine buz gibi bir su olsa ne güzel içilir” deyince çobanın biri Bey’in gözüne girmek için, “Beyim, Cebel pınarında bir su var ki, ondan bir tas su için, ne kadar yağlı et yemiş olursanız olun hemen eritir.”  Demiş. Yediği etten dolayı karnı şişmiş olan Bey, “Acele testiyi al, git dediğin pınardan suyu tez elden doldur, çabuk getir.” Diye emir vermiş.

Emir vermesine vermişte bahsi geçen pınarın ne kadar uzaklıkta olduğunu bilmiyormuş, Bilenler de korkularından bir şey söyleyememiş. Kimseden ses çıkmayınca çoban, testiyi alıp suya getirmek için yola çıkmak zorunda kalmış. Ağustos sıcağı ki dereleri de tepeleri de yakıyor. Bulundukları yüksekliğe rağmen havada en ufak bir esinti yok. Sıcaktan kuşlar bile uçmuyor. Elinde boş testi, o dere senin bu tepe benim, yürüdükçe yürümüş, terledikçe terlemiş ama ne bir suya ne de bir pınara rastlamamış. Ağaçlıklı bir bayırdan inerken, yokuş yukarı çıkan iki atlı ile karşılaşmış. Atlılar tanıdık çıkmışlar. Selamlaştıktan sonra atlılar, “Hayırdır, bu sıcakta nereye gidiyorsun böyle?” diye sorunca, Çoban, başını iki yana salladıktan sonra;

“Obruk yaylasında bir bok yedim, şimdi cebel deresine inip pınarın suyu ile ağzımı temizleyeceğim” demiş.

………

Hamit, bazı konuşmalarımı dinler, dinler. Gözleri yaşararak araçtaki arkadaşlara döner;

“Hocamı dinlerken rahmetliğin dirilip, geldiğini zan ediyorum. O zaman bağırasım geliyor; “Başbuğ burada, Türkeş burada.” diyesim geliyor. “Hey gidi günler, hey” derdi. Türkeş’e rahmetler okurduk.

İsmet Usta ile başladık, nerdeyse sözün tamamını Hamit Yılmaz’a ayırdık. Elbette ki bu üç beş satır ne Hamit’i ne de İsmet Usta’yı anlatmaya yeter. Vakti zamanı gelince bu iki arkadaşımı, kısmet olursa anlatmaya devam edeceğim.

Hamit, ne kadar sesli, gürültülü bir adam ise, İsmet Usta o derece sakin ve sessizdi. Bazen gölge gibiydi. Derneğe, ne geldiğini ne gittiğini gören olurdu. Bir ara  gözüme takılır, sonra sırlara karışırdı. Ortam konuşması, şakalaşması için uygun olursa İsmet Usta da söze karışır, çok ince espriler yapardı. Özellikle üniversiteli gençler onu çok sever, hep onun bulunduğu masada oturmak isterlerdi.

İsmet Usta bir gün akşam dükkanı kapatmış, eve giderken Kuruköprü’de Emin Ustaya rastlar. O da evine gitmek için yoldadır. Her ikisi de o dönemde İstiklal Orta Okulunun arkasındaki mahallelerin birinde oturmaktadırlar. Akşam vaktinde birbirlerine tesadüfe ettiklerinden dolayı her ikisi de çok memnun olurlar. Emin Usta kalaycılık yapar. Tepebağ’ın girişinde tahta bir kulübede sanatını icra eder.

Emin Ustanın kendisinden küçük iki kardeşi vardı Mustafa ve Osman. Adananın Karaisalı ilçesindendirler.

Adana’ya 1962 yıllının eylül ayında gitmiştim. Türkocağı’ nda Emin Usta ve kardeşlerini tanımakta gecikmedim. Otmanoğlu kardeşler, hepimiz gibi önce Adalet Partisinin milliyetçi kadında idiler. Türkeşin yurda dönmesini bekliyorduk. O’nun tutum ve davranışına göre siyasi konumumuzu yeniden düzenleyecektik. Türkeş yurda dönüp CKMP’li olunca biz de CKMP’li  olmuştuk.

Emin Otmanoğlu ayağında siyah Adana şalvarı ile kısa ufacık boyu ile hep gözümün önünde. Açık bir rengi, belki de solgun bir yüzü vardı. Ağzından ziyade eli ile yüzü ile kısaca vücut diliyle konuşurdu. Onla genellikle gündüzleri gazete bayi Ali Kulaç’ın Kuruköprü’deki kulübesinin önünde karşılaşırdık. Aklımız, fikrimiz memleket meselesiydi. Çok mühim meselelerle meşgul olduğumuz için birbirimizin halini sormak, ne ile nasıl geçindiğimizi anlamak için ayıracak zamanımız yoktu.

İsmet Usta anlatıyor. Evlerimize doğru yürümeye başladık. Emin Usta eli ile kolu ile bir şeyler anlatıyordu. Eline ufacık bir değnek geçirince halkalar çizerek anlatmaya başladı. O kısa boyu ile çömelmişti, ben uzun boyum ile onun çizgilerini takip ederek anlamaya çalışıyordum. Bu durumdan ne kadar kalmıştık bilmiyorum, ama belim ağrımaya başlayınca,

“Yeter Emin Usta,Belim ağrıdı. Şu çizmeyi bırak ta evimize gidelim.” dedim. Çömeldiği yerden doğruldu. Çizdiği daireye bir daha bakmamı söyledi. Sonra da bana “Anladın mı?” diye sordu. Anlamaya anlamamıştım ama, anlamadım dersem o tekrar çömelecek belki de sabaha kadar çizecek çizecek, çizdiği dairenin etrafında tıpkı kap kalayladığı zaman ki gibi dönüp duracaktı. Onun için “Anladım, anlamaz olur muyum Emin Usta” dedim.

Bir gece Adananın bir böylesini kontrol altına almamız gerekiyordu. Yaz gecesiydi. Gidilecek yer, derneğin bulunduğu Döşeme mahallesine çok uzak bir mesafedeydi. Görev bir saatten fazla sürecekti. Akıllı birinin idaresin de gençleri göndermek gerekiyordu. İsmet usta çağırdım; önce görevi, sonra görevin yapılacağı yeri ve saati söyledim. “Senin dışında beş genç arkadaşımız daha görevlendirilecektir.” dedim.

Gözünün hiç kırpmadan, tereddüt ve endişe etmeksizin “Başüstüne” dedi. Bunu dediği zaman İsmet Usta en az 35 yaşındaydı.

…………….

Bakanlığa tayinim çıkmıştı. Ankara’ da Demirlibahçe Demirkapı sokakta Bıyıkoğlu apartmanının en üst katında bir daireyi kiralamıştık. Yıl 1975 Hazirana ayı idi.  

Adana’ya evi getirmeye gitmiştim. Kamyon tutuldu. Eşyayı yüklemek için Dernekten arkadaşlar gelmişti. Aralarında İsmet Usta da vardı. Kamyona eşyalar yüklenmişti. Biz de otobüsle gidecektik.

Yolcu etmeye gelenler arasında rahmetli Sofuoğlu, hanımıyla birlikte gelmişti. O kadar çok genç arkadaşımız o sabah evin önünde toplanmıştı ki görenler miting var zannederlerdi.

Otuz sene sonra o veda anını hatırlamaya çalışıyorum. Uğurlamaya gelenler içerisinde hatırımda kalan ve hiç silinmeyen fotoğraf rahmetli kardeşim Yavuz’la ilgilidir. O’na Allahaısmarladık demek için elini tutmaya çalışırken boynuma sarıldı  hıçkıra hıçkıra  ağlamaya başladı. Teselli etmek mümkün olmuyordu. Gelenlerin bir çoğunun gözü yaşlıydı, ama hiçbiri Yavuz gibi ağlamıyordu. Rahmetli annem, kız kardeşlerim dahi o kadar ağlamıyorlardı. Ah! Sevgili kardeşim üç sene sonra şehadet  şerbeti içeceği içine mi doğmuştu? Kim bilir?

İsmet Usta, Sofuoğlu Ahmet Bey, çok büyük ihtimalle Yaşar İnanç ve Mazhar Tanrıtanır da uğurlamaya gelenler arasındadır. O gün fotoğraf çekildi mi? Hatırlamıyorum. Fotoğraf albümlerine bakmayı göze almak ve vakit ayırmak gerekir.

***

O yıllarda hemen her fırsatta Adana’ya giderdik. Dolayısıyla özlemimiz fazla büyümeden aile bireyleriyle, arkadaşlarımızla görüşür hasretimizi giderirdik. Uğradığımız yerlerden biri de İsmet Usta’nın dükkanı olurdu. Genellikle de rahmetli Yavuz’la giderdik. Yine bir gidişimde İsmet Usta’ya uğradık. Usta bizi görünce çok sevindi.

“İyi ki geldiniz Hocam, hem sizi çok özlemiştim, hem de anlatacaklarım var” dedi. Kendisine teşekkür ettim. Oturduk, çaylarımızı söyledi.

“Buyur anlat İsmet Usta” dedim.

“Hocam, sizin eşyalarınızı kamyona yüklüyoruz. Bazı koliler, paketler çok ağırdı. Kamyonun üstünde denkleri yerleştirmeye çalışan şoför ile  muavini her ağır koli geldiğinde;

“Yahu bunların içinde ne var” diye soruyorlar. Biz de her seferinde;

“Kitap var” diye cevap veriyorduk.

Şoför hem bize hem de muavinine dönerek.

“Delimi bu adam yahu. Bu adamda hiç mi akıl yok.? İnsan kitaba bu kadar para verir mi? Bizim paramız bu kadar bol olsa oturur kebap yeriz. Arkadaş” dedi.

Karşılıklı gülüştük. Memleketin hal-i pür melali işte bu espri de saklıydı. Kitap okumak neye yarardı? Sadece şoför ve yardımcısı mı bu kanaatteydi?

Adana’dan Ankara’ya gelişimizin üstünden 31 yıl geçti. Biz kendi kendimize altı ay bilemedin bir yıl kalır, Adana’ya geri döneriz diye düşünüyorduk. Kısmet değilmiş, olmadı. Buradayız. Ankara’dayız. Ankara’ya geldiğimiz yıl büyük kızım ilkokul 5. Sınıftaydı. Bu gün büyük kızımın(Gülçin) büyük çocuğu (İrem) ortaokul 2. Sınıfta. Yani evdeki hesap çarşıya uymamıştı.

Kamyona fazla kitap yüklediklerinden dolayı 31 önce şikayetçi olan şoför ve muavini bugün bizim evi taşımaya kalksalar ya işten vaz geçerler, yahut analarının nikahı kadar ücret isterlerdi.

31 yıl önce bu adamda akıl yok kitaba bu kadar para verilir mi diye soran kamyon şoförü, bu günkü kitap fazlalığı karşısında benim yüzde yüz deli olduğuma hükmedebilirdi.

Kitaplar, dergiler, gazete kupürleri, içinde binlerce belge bulunan onlarca dosyayı, mektupları, hatta öğrencilerimin ödevleri ve yazılı kağıtları arasından seçtiklerim, not defterleri, öğrencilik yıllarımdan kalan ders defterleri, bir ömür boyu özenle sakladığım bu kitaplar, ciltlenmiş cilt cilt dergiler, gazete kupürleri benden sonra ne olacaklar? Kim bunlara bakacak, kim okuyacak?.

Arkadaşlarımdan biliyorum, kitabı fazla olan evlerde, bizim evde yaşanan sıkıntılar, endişeler yaşanıyor. Çünkü evlerimiz yeteri kadar geniş değil. Kızlarımız evlenince bizim kütüphaneden çok sayıda kitap götürdüler. Ama kitaplarımız azalmadı, arttı, bereketlendi. Kızlarımın evlerine giden kitap ve ansiklopediler benim kitaplığımın zekatı oldu. Götürmeye kalksalar bile evlerindeki dolaplar kitap alamaz durumda. Tek çare kitapları canımız sağ iken kıymetini bilecek birkaç yere dağıtmaktır.

Maddi imkanlarımız olsaydı, özel bir kitaplık-kütüphane kurar halkın hizmetine açardık.

You have no rights to post comments

An itibariyle ziyaretci sayısı:

204 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi