Helsinki Mektupları -3-

Helsinki Mektupları -3-

Muhittin ERSUNGUR

 

“Helsinki Mektupları”, Helsinki yolculuğu başlamadan önce yola çıkmaya hazırlandı. Bir bakıma da iyi oldu,  çünkü her çalışmada olduğu gibi bir ön hazırlık yapmak gerek. Helsinki’ye giden yola çıkmadan önce, buna sebep olan gelişmeleri anlatmaya devam etmek istiyorum.

Bu satırları, bu kez, III. Uluslararası Türkoloji Kongresi’nin ardından, Varşova’dan İstanbul’a dönerken yerden on bin metre yüksekte yazıyorum. Tarih 29 Haziran 2014. Türkiye-Polonya diplomatik ilişkilerinin 600. yılı nedeniyle düzenlenen III. Uluslararası Türkoloji Kongresi’ne “Bir Türk Şairinin Polonya ile Bağlantısı” başlıklı bir bildiri ile katıldım. Bu Türk şairi, tahmin edebileceğiniz gibi Nazım Hikmet’ti. Bu arada aklıma gelmişken, Nazım Hikmet’in, Helsinki ile de bağlantısı olduğunu, yazdığı şiirlerinden biliyorum. Nazım, Dünya Barış Konseyi’nin toplantılarına katılmak için Helsinki’ye gitti, ama kaç kez gitti, ne kadar kaldı, detaylarını bilmiyorum. Şimdiden araştırma yapmam için bir konu daha çıktı.

Bir önceki mektubu, uçak Varşova’ya inişe geçtiği sırada bitirmiştim. Bıraktığım yerden devam ediyorum;

Varşova Üniversitesi’nin lojmanına yerleştikten sonra, acıktığımı fark ettim ve hemen bir şeyler yemeliydim. Yoksa kan şekerim düşecekti. Lojman, aynı zamanda üniversitenin oteliydi. Kısa süreliğine üniversiteye gelen akademisyenler de burada kalıyordu. Dolayısı ile bir resepsiyon vardı. Görevliye, yakınlarda bir market olup olmadığını sordum. Aldığım tarif üzerine yola koyuldum. Yaklaşık 5 ya da 6 dakika içerisinde, sonradan benim sürekli alışveriş yaptığım marketim olacak ‘Mokpol’a vardım. Çabucak atıştırabileceğim bir şeyler aldım ve evime döndüm. Masayı hazırladım ve yemeye başladım. Çok fazla bir zaman geçmemişti ki kapı çaldı. Allah Allah kim olabilirdi? Kimseyi tanımıyordum ki binada, ya da Varşova’da. Neyse, kapıdaki gözlem merceğinden baktım, kapıda bir beyefendinin beklediğini gördüm. Kapıyı açtım ve ‘buyrun’ dedim. Beyefendi hemen kendini tanıttı; “Ben Öztürk Emiroğlu. Varşova Üniversitesi, Türkoloji Bölümünde öğretim üyesiyim. Geldiğinizi duydum ve sizin ile tanışmak istedim.” dedi. Hemen içeriye davet ettim. Eşyalarımı henüz yerleştirmeye fırsat bulamadığım için, oda biraz dağınıktı. Öztürk Bey, masanın yanındaki koltuğa oturdu, ben de karşısına oturdum. Bir şeyler ikram etmek istedim ama oruç olduğunu söyledi. Masada yemek yediğim çok belirgin olduğundan neden oruç tutmadığımı açıklamak zorunda hissettim ve birkaç yıldır yüksek tansiyon hastası olduğumu ve sürekli ilaç kullanmak zorunda olduğumu açıkladım. Bu arada, Öztürk Bey’in nasıl bir insan olduğu konusunda aklımdan neler geçiyordu neler. Çünkü benden önceki okutmanın Öztürk Bey hakkında söyledikleri yenilir yutulur şeyler değildi. Kendinizi benim yerime koyun ve nasıl davranmanız gerektiğini siz söyleyin. Hakkında hiçbir bilgim olmamış olsa, kendimce tanımaya çalışırdım. Ama o anda çok zor bir durumdaydım. Aslında geçmişteki deneyimlerim, kesinlikle başkasının söyledikleri ile değil de, kendi kendime zaman içerisinde tanımaya çalışma konusunda ağır basıyordu. Öztürk Bey’i, benim kendimce tanımam ve nasıl bir insan olduğuna karar vermem gerekiyordu.

Bu arada, tüm bunlar aklımın bir köşesinden geçerken, bir yandan da Öztürk Emiroğlu ile ilgili ilk izlenimlerinden bahsetmek istiyorum. Öztürk Bey ile dış görünüş itibariyle aşağı yukarı aynı boyda idik. Yani 1.75-1.80 arası boyda ve çok zayıf değil, kilolu da değildi 75-80 kilo arasında idi. Hafif kırlaşmaya başlamış saçı, düzgün yüz hatları vardı. Konuşması tane tane, tok ve etkileyici idi. Yüzünün dışa yansımasında olumsuz hiçbir etkilenmem olmadı. Rahmetli annem derdi ki; “Oğlum, bir insanın yüzü, kalbinin aynasıdır. Yüzü temiz olan, gözleri gülen bir insanın kalbi kötü olamaz.” Gerçekten de Öztürk Bey’in tertemiz bir yüzü, tebessüm eden bir çehresi ve dünyaya iyi bakan gözleri vardı. İlerleyen zamanda yanılmadığımı anladım. Ama bu zaman içerisinde, o kişinin Öztürk Bey’i neden bana kötü tanıtmaya çalıştığını da anladım. Öztürk Bey’e, o kişiyi sorduğumda asla olumsuz bir şey söylemedi. Ama zaman geçtikçe benim durumu anlayacağımı ima etti. Öztürk Bey’in o kişi hakkında herhangi bir yorum yapmaması da ayrıca kendi hakkındaki düşüncelerimi olumdu yönde etkiledi. 

Öztürk Bey ile hem sohbet ettik, hem de yemeğimi (!) yedim, sonra birlikte acil ihtiyacım olan bazı mutfak araç gereçlerini temin etmek üzere birlikte markete gittik. Daha sonra da ertesi gün görüşmek üzere ayrıldık. Bugün itibariyle Öztürk Bey’i tanıyalı neredeyse 9 yıl olmuş. Bir tek gün birbirimizi incitecek bir durum olmadı çok şükür ve Allah biliyor, onu tanımak benim, dolayısı ile ailemin hayatına farklı bir yön verdi. Hayatımızdaki değişiklerden zamanı geldiğinde bölüm bölüm bahsedeceğim.

Varşova’ya bir yıl kalmak için gelmiştim. İlk düşüncemiz böyle idi. Çiğdem Hanım ile böyle kararlaştırmıştık. Daha sonra iki yıla çıktı kalma sürem. İki yıl kaldığım odamdan bahsetmek istiyorum biraz da. Sanırım 20 metrekare civarında bir yaşam alanı idi. Varşova Üniversitesi’ne ait olan binanın adı Sokrates idi. 7. Katta olan evimin kapısından içeri girince solda banyo ve tuvalet vardı, sağında ise küçük bir buzdolabı, yanında mutfak evyesi ve onun yanında da küçük bir elektrikli ocak vardı. Bu bölümün bittiği yerde bir kapı vardı. Bu kapıdan benim hem yatak odam, hem oturma odam, hem misafir odam ve hem de çalışma odam olan tek bir odaya giriliyordu. Sağda, gündüz kanepe gece ise yatağım olan bir çek-yat vardı. Hemen yanında altı dolap, üstü de iki katlı bir raftan oluşan kitaplığım vardı. Odaya giriş kapısının tam karşısında çift kanatlı ve çift camlı yıllanmış ahşap bir pencere vardı. Bu pencereden bazen gece, bazen gündüz, bazen yağmurlu, bazen karlı, bazen güneşli, bazen kasvetli havalarda dışarı bakıp dalgın dalgın sayısız şiirler yazdığımı hatırlıyorum. Pencerenin sağ köşesinde çalışma masası ile sandalyesi vardı. Masanın üstünde, Varşova’da kaldığım süre boyunca hiç dinlemediğim eski bir radyo vardı. Çalışma masasının yanında, iki koltuğu olan minik bir yemek masası duruyordu. Masanın hemen arkasındaki duvarda 30x40 ebatlarında içinde birkaç çiçek bulunan bir vazo tablosu asılıydı. Pencerenin eski ve solgun perdesi ile yerde serili, yıllardır kullanılmaktan yeşilin hangi tonunu aldığı bile belli olmayan halısından da bahsedersem unuttuğum bir şey kalmayacak sanırım. Bu eski ve solgun perde ile yerdeki rengi kaybolan halı ve eski radyo Varşova’daki yalnız gecelerimde bana ilham kaynağı oldu ve şiirlerimde yerlerini aldı. 

Helsinki’ye giden yolda, Varşova’dan önce yer alacak olan, önemli ve etkili olan bir şeyler daha vardı. Tüm bunları her aklıma geldiğinde yazmaktansa, tarihsel bir sıraya koyarak yazmak niyetindeyim ama görünen o ki, düşündüğüm gibi olmayacak.

Uçak İstanbul’a doğru alçalmaya başladı. Sizin birkaç dakika içerisinde veya bir solukta okuyacağınız bu satırları yaklaşık 2 saattir yazmaktayım. Yani yazmak kolay olmadı. Bu cümleyi, büyük şair Orhan Veli’nin bir sözüne bağlamak istiyorum. Aslında onun söylediği şiir ile ilgili ama olsun ben de mektubuma yakıştırmak istiyorum. Üstat şöyle demiş; “Kolayca okunabilen bir şiirin, kolayca yazıldığını mı sanıyorsunuz?”  29 Haziran 2014 

You have no rights to post comments

An itibariyle ziyaretci sayısı:

27 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi